İfade Özgürlüğüne Yeni Tehdit

Teknolojik gelişmeler tarih boyunca muhaliflere hükümet sansüründen kaçınma araçları sağladı. Ancak günümüzün teknoloji devleri, dezenformasyonu güçlendirip kimlik temelli rahatsızlıkları körükleyerek ifade özgürlüğü için giderek daha fazla tehdit oluşturuyor ve savunduklarını iddia ettikleri özgürlüğün altını oyuyor.

ifade özgürlüğüne yeni tehdit

İfade özgürlüğü Atina demokrasisinin altın çağından bu yana sürekli saldırı altında olsa bile, açık toplumların belirgin bir özelliği olarak görülmüştür. Atinalılar, hükümetin düzgün işleyişinin, tartışmalı ya da popüler olup olmaması fark etmeksizin düşüncelerin serbest ve dürüst bir biçimde paylaşılmasına bağlı olduğuna inanıyorlardı. Antik Roma’da ise sadece senatörler ifade özgürlüğü benzeri bir hakka sahipti ve o zamanlar bile, devlet adamı Marcus Tullius Cicero’nun zor yoldan öğrendiği gibi, düşünceyi açıkça dile getirmenin ölümcül sonuçları olabiliyordu.

 

Takip eden yüzyıllarda, Vatikan’dan monarşilere kadar merkezi otoriteler açık bir biçimde tartışmayı bastırmaya devam ederken, Galileo resmî sansürün belki de en ünlü kurbanı oldu. Gutenberg’in matbaayı icadı, Protestan Reformu’nu ateşleyerek ve sosyal ve teknolojik değişim çağını başlatarak tarihi bir dönüm noktasını oluştururken, hükümetler hâlâ basılı materyalleri kontrol etmeye çalışıyordu. 1644 yılında İngiliz Parlamentosu’nun yayın öncesi lisans alma yasasını kabul etmesinin ardından John Milton, ifade özgürlüğünün tutkulu savunusu Areopagitica’yı yayınladı ve “Bana tüm özgürlüklerin üzerinde bilme, dile getirme ve vicdanıma göre özgürce tartışma özgürlüğü verin” dedi.

 

Kökleri Aydınlanma ideallerine dayanan ABD Anayasası’nın Birinci Değişikliği, ifade özgürlüğü savunuculuğunun muhtemelen en büyük başarısıdır. 20’nci yüzyılın ilk yarısında Adolf Hitler ve Joseph Stalin gibi totaliter liderler ifade özgürlüğünü acımasızca bastırırken, ABD Başkanı Franklin Roosevelt bunu savaş sonrası küresel düzen vizyonunun temel taşlarından biri haline getirdi. Roosevelt’in 1941 yılında yaptığı Ulusa Sesleniş konuşmasında, ifade özgürlüğünü “dört özgürlük” arasında ilk sıraya yerleştirmesinin nedeni de budur.

 

İfade özgürlüğü Batı demokrasilerinde derinlemesine yer etmiş olsa da her yerde yeşermedi. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin gibi otokratlar ifade özgürlüğünü kendi kleptokratik rejimleri için varoluşsal bir tehdit olarak görüyor. Gazetecilerin hapsedildiği, gazetelerin kapatıldığı ve gazeteciliğin kendisinin fitneci olarak görüldüğü Hong Kong’da sivil özgürlüklere yönelik süregelen baskılar da bu yaklaşımın kanıtı.

 

Matbaadan internete uzanan teknolojik gelişmeler, muhaliflere hükümet sansürünü aşma araçları sağladı. Örneğin Burma’nın eski lideri Aung San Suu Kyi, ev hapsinde tutulduğu yaklaşık 20 yıl boyunca küresel olaylardan haberdar olmak için büyük ölçüde BBC Dünya Servisi’ne bel bağlamıştı.

 

Cep telefonlarının sayısının insan sayısından fazla ve küresel nüfusun çoğunun internet erişimine sahip olduğu hiper-bağlantılı dünyamızda, geleneksel haber kaynaklarının azalması sosyal medyaya olan bağımlılığımızı derinleştirdi. Tükettiğimiz haberleri ve gerçeklik algımızı şeffaf olmayan algoritmalar şekillendirirken, bu platformları kontrol eden şirketler ve oligarklar ifade özgürlüğü bakımından giderek büyüyen bir tehdit olmaya başladı. Her ne kadar ifade özgürlüğünün nihai savunucuları olduklarını iddia etseler de bu şirketlerin iş modellerinin kâr etme amacıyla dezenformasyonu ve kimlik temelli rahatsızlıkları yaygınlaştırması, bu özgürlüğü besleyen sorumluluktan feragat ettiklerini gösteriyor.

 

Bu kritik dönemeçte şunu sormalıyız: Elon Musk ve Telegram CEO’su Pavel Durov (kısa bir süre önce platformunun uyuşturucu kaçakçılığı gibi yasa dışı faaliyetler için bir merkez haline geldiği suçlamasıyla Paris’te tutuklandı) gibi teknoloji milyarderleri ve “ifade özgürlüğü mutlakçıları” demokratik olarak seçilmiş yasama organları tarafından çıkarılan kanunların üzerinde mi olmalıdır? İfade özgürlüğüne ilişkin en aşırı özgürlükçü görüşü benimsersek, çocuk pornografisinin yayılmasına ve Ağustos ayında Birleşik Krallık’ta şehirlerdeki kargaşaları körükleyenler gibi tehlikeli yalanların yayılmasına olanak sağlamış olmaz mıyız?

 

Dünyanın dört bir yanında demokratik hükümetler bu kritik sorulara adil yanıt arayışına giriyor. Hükümetler nefret söylemi ve dezenformasyonun yayılmasını engellemek için açık kurallar koymalı ve bu kuralları ihlal eden sosyal medya platformlarına ağır cezalar uygulamalıdır. Ancak bilgi paylaşımı ve sınır ötesi işbirliği, teknoloji devlerinin sorumlu tutulması ve sorumluluklarından kaçmamalarının sağlanması açısından da hayati önem taşıyor.

 

Bu sorunlara eğilmek, ifade özgürlüğüne incelikli bir yaklaşım gerektiriyor. Bu yaklaşım, ifade özgürlüğünün önemini kabul ederken kontrolsüz aşırıcılığın tehlikelerini de göz önünde bulundurmalıdır. 18’inci yüzyılın büyük İngiliz filozofu Edmund Burke’ün meşhur bir şekilde savunduğu gibi: “Özgürlüğe sahip olmak için özgürlük sınırlandırılmalıdır.”

 

Fransız Devrimi’nin şiddet içeren aşırılıklarından endişe duyan Burke, kontrolsüz özgürlüğü toplum için bir tehdit olarak görüyordu. Burke’ün bu düsturunu dijital çağa uygulamak ve ifade özgürlüğünün temel haklarını zedelemeden yeni teknolojilerin en zararlı yönlerini dizginlemek, bugün demokratik hükümetlerin karşı karşıya olduğu bir meydan okumadır.

 

Bu yazı Project Syndicate sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.