İki Ayrı Tarih, İki Ayrı Gelenek
Sivil toplum geleneği toplumsal doğamızın bir süreği olarak, bilinci belirleyen bir altyapı olarak değil; tam tersine yukarıdan dayatılan sentetik bir müdahale olarak hayatımıza sokulmuştur. Hiçbir geleneği olmayan bu girişim de tıpkı benzerleri gibi sahipsiz alanlarda sahipsiz kurumlar üretmenin diğer bir şekli olarak karşımıza çıkar. Oysa söz konusu yapıların Batı’da çok ciddi bir tarihi, kanla yazılmış bir geçmişi vardır.
“Sahipsiz topraklarda kiracı köylüler…
Sahipsiz demokrasilerde kiracı demokratlar…”[1]
Kemal Tahir
Demokrasi, kolektif bilincin açığa çıkması, bunun kurumsal biçimidir; ulus da bunun öznesi. Sınıf bilinci olmadan sınıf olmadığı gibi ulus bilinci olmadan da ulus olmaz. Bu bilincin kurumsal pratiğe aktarılmasına da demokrasi denir ki, orada daima vâkıa bilince takaddüm eder.
Demek ki, eylem olmadan bilinç olmuyor. Eylem ve aynı şey demek olan yaşanmışlık bir toplumun tarihsel tecrübesini verir. Ulus ve demokrasi bilinci de hayali bir boşluktan değil, eğer varsa bu deneyim ve yaşanmışlıktan doğuyor. Bütün bunların önce bilinç sonra da sarsılmaz bir iman haline gelmesi de öyle. Hepsinin tarihi bir geçmişi varsa bilince çıkar, aksi halde bilince çıksa bile yaralı ve yamalı bir bilinçlenme olur bütün bunlar.
Ulus gibi halk, kabile, klan ve aşiret safhalarının her biri de böyledir. Hepsinin uzun bir tarihi, büyük çatışmalarla belleğe kazınmış bir geçmişi vardır. Fakat tarih her yerde ve her zaman aynı şekilde ilerlemez. O yüzden ulusun ön koşulu olan klan, kabile ve aşiret gibi kategoriler bile zaman içinde farklı bağlamlarla değişik şekillere evirilebilir.
Ulus içinde “eklemli/örgütlü” biçimler olarak kendine ayrı ve özerk alanlar bulan, bunu da büyük bir tarihsel geçmişe, onun ıstıraplarla yüklü tarihsel hatıralarına borçlu olan sivil kent ve sivil toplum örgütleri, kısaca sivil toplum geleneği böyledir.
Buradaki ulusal kimlik bütün kamuyu temsil eder. Oysa eklemli olan bu ikincil yapılar kamusal olanın kapsamında olsa bile ondan farklı ve özerk, yarı resmî (non-government) kolektif bambaşka bir habitatı, yaşam alanını barındırır içinde. Bunlar daha çok her şeyin sınıf temelinde şekillendiği Batı toplumlarında öne çıkar.
Bizim geleneğimizde hemen her şey büyük ölçüde devlet dolayımında geliştiği için, bu tip sivil yapıların tarihi ve köklü bir geçmişi bulunmuyor. Oysa Batı’da her şey büyük ölçüde “sınıf” ve “devlet” ikileminde, bu karşıtlıkta geliştiği için onların uzun bir tarihi, köklü bir geleneği bulunuyor.
Gökalp bir yerde Türk milletinde “maşerî vicdan/kolektif bilinç” her ne kadar çok kuvvetli ise de taksim-i a’mâl yeterince gelişmediği için “müteazzî/organize cemiyetlere” nazaran sınıf bilinci de gelişmemiş, o yüzden demokrasinin oturması da zaman alır derken bu gerçeğe atıfta bulunur.
Devletin Öznesi, Öznenin Devleti
Türk toplumunun en eski çağlardan beri devlet dolayımında geliştiği doğrudur. Bu biraz da coğrafyanın dayattığı bir yazgı, onun sonucudur. Uçsuz bucaksız bir bozkırda “oldukça kalabalık sayıda insan ve hayvan gruplarının çorak ve düşman bir çevrede hareketini organize etmek, sayısız lojistik sorunlarla” baş edebilmek demektir. Toynbee,[2] bu gerçeği teyit sadedinde “Bozkır öyle bir yerdir ki” der, “davranışta ve fiziksel yapıda katı ve yüksek bir standart ve çok gelişmiş bir bağlılık ve klan dayanışması güdüsü gerektirir”.
“Böyle olmazsa step boyunca kıvrıla kıvrıla disiplinle ilerleyen katar, hiçbirinin yalnız başına hayatta kalamayacağı atomlaşmış parçacıklar hâlinde dağılır. Böylesine üstün bir disiplin derecesine ulaşan bir toplumun bu başarıya karşı ödeyeceği cezanın da aynı derecede büyük olmasına şaşmamak gerekir” (Toynbee, 1978-I: 147).
Bu yüzden bozkırdaki göçebenin kaderi, tıpkı uçsuz bucaksız okyanusta ilerleyen ve aralarında binler, on binlerce kilometre mesafe bulunan adalar arasında yelken açan denizcilerin kaderine benzer. Bozkırın denizi çöller, gemileri develer; adaları da vahalardır. Koskoca ıssızlıkta ve çok geniş bir sahraya serpiştirilmiş vahalar ve meralar arasında varlığını devam ettirmenin yeter şartı da birlikte, organize ve disiplinli bir yaşantıdır.
O yüzden bu tip toplumlarda bireysel çıkar ve aşiret dayanışmasından çok, il ve kağanlık ölçeğinde büyük imparatorluk dayanışmaları öne çıkmıştır. Dolayısıyla orada “velâyet-i hassa” değil, “velâyet-i âmme” öne çıkmış, hukuk ve ilişkiler bu bağlamda gelişmiştir.
“Sürüden ayrılanı kurt kapar” sözü bu ortamda şekillenmiş, “Kurtlukta düşeni yemek kanundur” sözü bu topraklarda doğmuştur. Bunlar bozkırın dayattığı töre, bozkırın kuralıdır. Türk toplumu böyle bir gelenekten gelmiş, her şey bu dolayımda belirlenmiş, “ben” idraki de bu bağlamda şekillenmiştir.
“Doğulu insan tek başına kalırsa, hiçbir şey yapmaya yatkın değildir. Burada da tersinden bir gelişme görülür. Toplumun ayrılmaz parçası olan Doğulu insan, Batıda olduğu gibi, bir arada bir başka güç meydana getirme yeteneğinden yoksundur. Doğuda, Batıya benzer iştirakler, insan sayısından daha üstün bir güç meydana getirmez, tersine, insan sayısından daha aşağı bir güç meydana getirir”.[3]
İşte, İç Asya’dan Küçük Asya’ya gelen göçebe çobanın kaderi tam da bu bağlamda belirlendi. Yeni gelinen yerde, bu topraklarda da her şey bu bağlamda şekillendi. Toprağın soyut mülkiyeti devlete ait olurken de aynı sosyoloji geçerliydi, ülüş sistemi ve bey çadırının yağmalanması örneğinde de aynı sosyoloji geçerliydi.
Dikkat edilirse burada hem yönetici sınıflar hem de yönetilenler olmak üzere yasal bir statüye kavuşturulmayan ve veraset yoluyla sonraki nesillere aktarılmayan iki taraflı bir mülksüzlük, eğrelti bir intifa hakkı vardır. Sistem budur.
Gerçi göçebe çobanın sürüsü vardır ve kamuya ait tapusuz otlakıyeleri kullanılır. Bugün bile mera statüsü aynıdır. Eski devirlerde ekili arazi dışında bütün memleket meradır. O yüzden göçebe çobanın mülkü her zaman sürünün sırtında, değneğinin ucunda olmuştur. Toprağın ne altı ne de üstü kişiye değil, doğrudan devlete aittir. O yüzden soyut bir mülkiyet olan kamu malı sürekli tırtıklanır ve bunda hiçbir sakınca görülmez.
Tarihsiz Bir Gelenek: Sivil Toplum
Tekrar başladığımız yere, sivil toplum denilen şeye dönersek, onun bizim tarihimizde hiçbir geleneği olmadığı gibi sahibi de olmadığını görürüz. Tarihi ve tecrübesi olmayan soyut ve göstermelik bir şey, bir şekil şartıdır bu. Geçmişi olmayan bir şeyi varmış gibi varsaymak ve ona göre davranmaya çalışmak nedensellik ilişkisini tepetaklak etmek değil de nedir?
Sivil toplum geleneği toplumsal doğamızın bir süreği olarak, bilinci belirleyen bir altyapı olarak değil; tam tersine yukarıdan dayatılan sentetik bir müdahale olarak hayatımıza sokulmuştur.
Hiçbir geleneği olmayan bu girişim de tıpkı benzerleri gibi sahipsiz alanlarda sahipsiz kurumlar üretmenin diğer bir şekli olarak karşımıza çıkar. Oysa söz konusu yapıların bizde olmasa da Batı’da çok ciddi bir tarihi, kanla yazılmış bir geçmişi vardır.
İki ayrı uygarlık grameri, iki ayrı gerekçelendirme biçimi ve bunların kolektif bilinci ve maşerî vicdanını koşullayan farklı şartlar; aramızdaki temel fark buydu. Birinde devlet bir sınıfın devleti ve onun örgütlenmesi iken, diğerinde herkesin devletiydi. Birinde zamanla kendi karşıtını ve önce hür bir kategori olarak belli belirsiz bireyi, sonra küçük ve nihayetinde de büyük örgütlenmeler hâlinde ikincil yapıları, sınıfları doğuran bir devlet; diğerinde ise amme menfaatini önceleyen bir devlet vardı.
Asya’da ve bilhassa Türk devlet geleneğinde devlet bir sınıf devleti olarak değil, provizyonist bir devlet olarak doğmuştur. Bu ataerkil ve kerim bir devlettir, yapısı gereği merkezî ve herkesin olan bir örgütlenme. İç ve dış mütecavizlere karşı herkesin sığındığı nihai bir çatı, korunak.
Modernleşme süreçlerimizde devreye sokulan yarı resmi sendika ve odalarla türevlerinin, devlet gibi kolektif hafızaya işlemiş toplumsal hiçbir karşılığı olmadı. Olmadığı için de hiçbir sahici davranış üretmedi. Fakat geleneği oturdukça bunun da sahici davranışlar üretmesi beklenebilir.
Batı’da öyle değil, orada her birinin yerleşik, sahici bir geçmişi bulunuyor. Arkalarında koskoca bir mücadele, kanla, alın teriyle kazanılmış bir tarihin bulunduğu bir realite. O yüzden bir kere elde ettiğini kolayca teslim etmeyen bir tarih var orada. Oysa burada bu yapıların hiçbirinin arkasında böyle bir geçmiş, hak edilmiş bir kazanım, gelenek yok.
Birinde kişi hem hanesinde hem de toplum içindeki yeri ve değerini bu yapılar üzerinden kurarken, bizim gibi toplumlarda bu tür yapıların kolektif hafızada bıraktığı hiçbir iz yok. Buna mukabil bir Budin kalesinin düşmesi, bir Çanakkale, bir Kutulamare, bir Puvatya, bir İkinci Viyana Bozgunu; bunların hepsinin toplumsal hafızadaki yeri hâlâ canlı ve taze.
Birinde rasyonellik ve toplumsal hafızanın grameri iç çekişmeler, sınıf savaşları ve upuzun bir plep-patrisyen, serf-senyör ve nihayet burjuva-proletarya gerilimi içinde gelişirken; diğerinde her şey siyasi bozgunların ıssız bıraktığı uçsuz bucaksız bozkırda, güvenliğin her şey olduğu uzun asırların bıraktığı duraklarda şekillenmiştir.
O yüzden birinde devletle yurttaşlar arasında sahici bir köprü, “eklemli, esnek bir yapı” oluşturan ikincil yapılar sahici bir fonksiyona sahipken, diğerinde sadece bir şekil şartı, bir formalite icabı olarak kurulan merasim kuruluşlardır.
Netice
Böylesi bir gelenekte gücü devletten alıp devlet dışı farklı organlara aktarmak ve belli bir dengeye ulaşmak sanıldığı kadar kolay olmuyor. Hatta devlet içinde kuvvetler ayrılığına gitmek bile bir anda oluşmaz. Çünkü genetiğimize kadar işleyen bir davranış kodu, onun semboller ve arketiplerle desteklenen uzun tarihi geçmişi, sadece düşüncelerimizi değil, davranışlarımızı da belirliyor, her şeye hâkim rengini veriyor.
Bizim yarı okumuşlarımızın biraz da romantik ve naif bir çokbilmişlikle çağdışı ve irrasyonel olarak tanımladığı bu davranış biçimi, öyle sanıldığı gibi az gelişmişlik ve aptallıkla geçiştirilecek bir davranış şekline değil, kökleri çok eskilere dayanan olgusal bir gerçekliğe dayanıyor. Tanpınar’ın “derin tesalüp” dediği bu özgün sosyoloji, bu büyük tarihsel yazgı; sadece bilincimizin grameriyle değil bilinçdışımızın sembolleriyle de davranışlarımızı baskılıyor.
Bu sosyoloji anlaşılmadan bambaşka habitatlarda yetişmiş köksüz dal parçalarıyla büyük bir orman yaratmaya çalışarak kendimizi oyalayabiliriz ama bu bize hiçbir şey kazandırmaz. Şu hâlde Platon’un soyut kavramlarını esas alan özcü akletme yöntemi yerine, Aristo’nun deneyimi esas alan pratik ve somut yolunu öne çıkartarak hayata ve gerçeklere dönebiliriz.
Şimdiye kadar hep birinciyi esas aldık ve hiçbir sonuca ulaşmadık. Şimdiyse mağaradan çıkarak kavramlardan hareketle varlığı değil, varlıktan hareketle kavramları tanımlamayı ve gerçekle olduğu gibi yüzleşmeyi deneyebiliriz.
Demokrasimizin en büyük sorunlarından biri de bu, kerameti kendinden menkul özcü ülküleri kutsal bir kâse içinde birbirimize dayatmak ve bu uğurda birbirimize kutsal savaşlar açmak. İşe kendi ellerimizle ürettiğimiz bu putları kırarak başlayabiliriz, ne dersiniz?
__
[1] Tahir, K. (1992), Notlar/Osmanlılık/Bizans, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, s. 32.
[2] Toynbee, A. (1978), Tarih Bilinci-I, (çev) Murat Belge, Bateş Yayınları, İstanbul, s. 146-147.
[3] Tahir, K. (1992), Notlar/Batılaşma, Bağlam Yayınları, İstanbul, s. 42.