İki Şehir Üç Etkinlik
Ekim ayında Bilkent, Hacettepe ve İstanbul Bienali ağında yaptığım gezinti; doğa, kültür, edebiyat, çevresel tahribat, çiçek kokuları, müzik, tüketim toplumu eleştirisi gibi farklı ancak birbiriyle yakından ilişkili alanlarda keşifler yapmama olanak tanıdı.
Ekim ayında akademik ve kültürel hayattaki hızlanmaların bereketinden payıma Ankara’da bir sempozyum ve dinleti ile İstanbul’daki Bienal düştü. Katıldığım ilk etkinlik 14 Ekim’de Ankara’da Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nün düzenlediği “Sürdürülebilirlik ve Ekoeleştiri” konferansıydı. Kendimi evimde hissettiğim bu birliktelikte, genç araştırmacıların alandaki çalışmalarını dinledik. Sunumlar günümüz yazarlarının, şairlerinin eserlerini çevre merkezli bir bakış ekseninde değerlendirirken kanonik metinlere de yer veriyordu.
Doğa ve Kültür
Tanpınar’ın Beş Şehir’indeki doğa tasvirlerini hafıza ve tarih ekseninde yeniden inşa ettiğini savunan Kaan Kurt’un bildirisi hayli düşündürücüydü. Tanpınar sadece mekânları, tarihi değil doğayı da kendi medeniyet algısına göre yeniden inşa ediyordu. Doğa ile kültür arasında uyuma odaklanıyor, doğayı kültürün bir parçası gibi görüyor ve Osmanlı-Türk medeniyet fikrini kuvvetlendirmek için de doğayı icat ediyordu. Mimariyle şehir ve peyzaj arasındaki uyuma dikkat çeken Tanpınar düşüncesinde, örneğin İstanbul’da ağaç (selvi, çınar) mermerle ve mimariyle uyumluydu. Beş Şehir’de doğayı daha çok peyzaj, manzara ve estetiğin bir parçası olarak gören bakışın varlığı, Tanpınar okumalarına çevreci eleştirinin sunduğu bir katkı olacaktır.
Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’ne yeni bir okuma önerisi sunan Esra Akbulak’ın bildirisinde romanın bütün “kurgusuna musallat olan yılanın ekolojik bilinçdışını yansıttığı”, bu sayede romanın köy romanları tasnifinden çıkarılabileceği önerisi de hayli kritikti. “Benim şiirimde doğa yoktur” diyen Turgut Uyar’ın şiirlerinde, özellikle “Bir Barbar Kendin Tartar, Bir Barbar Aşağlarda” şirinden sonra yazdığı şiirlerin toplumsal ekoloji bağlamında okunabileceğini gösteren Mert Tutucu’nun çalışmasını da anmalıyım.
Tarihin, sosyolojinin, hafıza ve travma çalışmalarının ve edebiyatın kesiştiği kavşaktan süzülen bir diğer çalışma ise daha çok insanların acısına odaklandığımız zorunlu göçlerin çevreye bakan yönünü gösteriyordu. 1923 Yunan-Türk nüfus mübadelesi sırasında yazılan Karamanlıca destanlara odaklanan çalışmada, Rum Ortodoks köylerinin çevresel dönüşümü, mübadele sırasındaki çevre tahribatı anlatılıyordu. Eskiden yetiştirilen bağların sökülüp sadece tütün yetiştirilen alanlara dönüştürülmesini bu destanlar vasıtasıyla öğreniyoruz. Hatta yeni sakinlerin fakirlikten ötürü evlerin panjurlarını söküp yaktıklarını da… Böylece zorunlu göçler sonrasında bağın, bahçenin, yıkılan evlerin sızılarını çevreci eleştirinin sağladığı bakış açısıyla duyabiliyoruz. Destanların Anadolu’ya gelen Türklerce yazılan versiyonlarını da çalışacağını söyleyen Koray Saçkan’ın tezini okumayı merakla bekliyorum.
“Edebiyatta İnsan Dışı Canlıların Sesleri”
Ankara’da katıldığım ikinci etkinlik, 24 Ekim’de Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’nde dinlemeye gittiğim Buket Uzuner’in “Edebiyatta insan dışı canlıların sesleri” başlıklı konuşmasıydı. İki yakın görkemli kampüs, benzer endemik yapısı, yetişmiş ağaçları, sararan, kızaran renkleriyle ve büyük ihtimalle toprağın altından kökleriyle kurdukları bağlarla kampüslerarası edebiyat ve çevre ağının varlığını teyit ediyorlardı. Buket Uzuner’in son romanlarında duymaya ve duyurmaya çalıştığı doğanın seslerinin, ona annesinden miras kalan bir bilgiye dayandığını öğrenmek güzeldi. Geceleri masallar, kitap okuyan anneden gelen otların, yunus balıklarının da konuştuğu ama onların dilini bizim anlamadığımız bilgisi, yazarın hayat boyu sürecek ilgilerinin ilk çıpası mahiyetinde. Öyle ki, lisede DNA sarmalına âşık oluyor ve üniversitede (Hacettepe) biyoloji okumaya karar veriyor. Sonrasında yurt dışında mikrobiyal ekoloji, çöl ekolojisi de çalışıyor. Bu yolculuğun eninde sonunda edebiyatta durmasını, geçişlerdeki harmanlaşmaları duymak etkileyiciydi. Yazara göre hayatta her şey birbiriyle ilintili. Mitolojilerde hikâye edilen doğal olaylar, afetler zoolojiyle, botanikle ilintili. Edebiyatın kökeni de mitoloji. Dolayısıyla yazar, mikro canlılardan insana, doğanın büyüttüğü hikâyenin izini sürüyor.
Konuşma vesilesiyle çalışmalarını takip ettiğim Ufuk Özdağ hocayla da tanışma fırsatım oldu. Ufuk Hoca, Hacettepe Üniversitesi’nde “Edebiyat ve Çevre” başlıklı derslerini yaklaşık 10 yıldır sürdürüyor, üniversite bünyesinde Toprak Etiği Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin de kurucusu. Ufuk Özdağ ve Buket Uzuner arasındaki tanışıklık ve bilgi alışverişi, akademinin yaratıcı yazını beslemesine ve ortaya çıkan romanların yeni çalışmalara ilham oluşuna, ilham verici bir tanıklıktı.
Uzak Bahçe Düşleri…
Son durağım 17. İstanbul Bienali ise Ekim ayı bereket ağını bütünleyip süslerken kişisel tarihimde ve ilgilendiğim konularda farklı katmanlara dokundu. Bir bahçenin içerisinden geçerken üzerime sinen güzel çiçek kokuları gibi bir etkiyle ayrıldım İstanbul’dan. Aslında bu bir teşbihten ziyade Zeytinburnu Merkez Efendi’deki Tıbbi Bitkiler Bahçesi’nin de bienal mekânları arasında olmasıyla yakından ilişkili. 30 Ekim Pazar sabahı, henüz pek kimsecikler uyanmamışken bir bahçede, kuşların, kelebeklerin, binbir çeşit kokulu otun arasında şifalandım. Bahçenin ortasında Ayurveda ilkelerini sanatına taşıyan Hint sanatçı Mariah Lookman’ın mermer lotus çiçeğiyle çevrelenen su bahçesi yer alıyor. Türk müzik terapisini kullanan geleneksel müzisyenlerle birlikte yapılan besteleri karekodu okutup bahçeyi gezerken dinleyebiliyorsunuz. Itra, çeşitli ada çaylarına, anason çiçeğine, büyük sedefotuna, şeytan pençesine, okaliptüs ağacının yapraklarına dokunmak, kokusunun teninize geçmesine izin vermek hepimizin içindeki uzak bahçe düşlerini tazeliyordu.
Sonraki durağım Barın Han, erken Cumhuriyet döneminde yetişen, Osmanlı kültürünü Avrupa’da aldığı modern eğitimle birleştirip dönüştürmeyi ve kendine has bir üslup geliştirmeyi başarabilen sanatçılardan hattat ve cilt sanatçısı Emin Barın’ı ve eserlerini tanımama vesile oldu.
“Sevgili Alışveriş Severler”
Handaki gösterimlerden biri diğerlerinden öne çıkıyordu. Malezyalı sanatçı Taslima Akhter’in “Rüya ve Gerçeklik” isimli çalışması, tekstil fabrikasında çalışanlara odaklanıyordu. Sergi salonun bir duvarında kadın, erkek işçilerin tek başlarına, aileleriyle genelde bahçe, çiçek görselleriyle kolajlanmış arka planın önünde en güzel giyimleriyle, makyajlı, bakımlı halleriyle yine sanatçı tarafından çekilerek çerçevelenmiş fotoğrafları yer alıyordu. Fotoğraflar, işçilerin hayallerindeki ideal, güzel, ışıltılı yaşamı gösteriyordu. Bu duvarın karşısında ise 24 Kasım 2012’de Malezya’nın Aşulya bölgesinde bir köyde bulunan Tazreen Fashions fabrikasının, çıkan yangın sonrasında küle dönmüş halini gösteren siyah beyaz büyük bir fotoğraf yer alıyordu. Gerçekliğin acı yüzünü temsil eden bu büyük karenin yanında ise A4 formatında mektuplar asılıydı. Mektuplar, yangında fabrikada anne karnında ölen bebeklerin ağzından yazılmıştı. Mektuplardan biri, yangın çıkış olmayan, yangın güvenlik sertifikası geçerliliği çok önce dolan, rüşvetle bu süreyi uzatan ve yangın gecesi fabrikanın arka çıkışından kaçan fabrika sahibine yazılmıştı. Bir diğeri, “Sevgili Alışveriş Severler”e sesleniyordu; “Belki de şu an üzerinizdekilerden birini annem veya ölü iş arkadaşlarından biri dikmiştir”. Yangın sırasında işçilerin attığı çığlıkları, dehşet verici sesleri duyarken ünlü mağazalardan alışveriş yapmaya devam edenlere ironik, acı dolu bir sesleniş…
Sanatçının bir yanda gerçeğin karşısında olması düşlenen renkli, güzel, ışıltılı ama gerçeğin fersah fersah uzağına düşen yaşamı belgeleyen bu çalışması, tüketim alışkanlıklarımızın çevreye, insana verdiği zararın en dibinde ahlaki boyuttaki çürümenin yer aldığını açığa çıkarıyordu.
Son uğrayabildiğim mekân Zeyrek’te The Çinili Hamam idi. Üzerimdeki ağır etkiyi hamamın ferahfeza kubbesinin yıldızlı aralıklarından süzülen ışığın, beyaz mermerlerin ve sanatçı Renato Leotta’nın deniz bitkilerinden ilhamla yaptığı bestenin tüm mekâna yayılan tatlı yankısının ancak sağalttığını söyleyebilirim.
Ankara’dan İstanbul’a ve yeniden Ankara’ya döndüğüm ve deneyimlerimi paylaşmaya çalıştığım bu etkinlik koridorunda İstanbul’u neden hâlâ sevebildiğimi daha iyi anladım. İstanbul’un insanlara yaptığı büyüyü seviyorum. Kadıköy’de caddelerde akan insanların her biri kendisini moda sahnesinde sanıyordu. Yapılı saçlar, havalı spor ayakkabılar, renkli gözlük çerçeveleri, üçüncü sınıf malzemeden de olsa, bunları en pahalı, birinci sınıf markalı ürünler gibi taşıyorlardı. Yüzleri, saçları yalayan lodos, onları hem önden hem sırtlarından destekliyor, dimdik yürümelerini sağlıyordu. Hepsinden önemlisi bu ılıman hava yüzlere nereden geldiği anlaşılmayan bir tebessüm konduruyordu. Belki de zor bir metropolde ayakta durabilmenin hazzını, yan yana, dip dibe, omuz omuza hafta sonu tatlı bir şekilde yaşıyorlardı. Caddedeki bu akım şehrin rüzgârlarına yön veriyor, tüm şehri gülümsek bir hava sarıyordu. Bu etki, İstanbul gittikçe kalabalıklaşsa, yapıları çirkinleşse de devam edecek ve kazanan o olacak. Aynı insanları başka bir şehirdeki bir caddeye bıraksanız yüzlerindeki gülümsemenin, güvenli duruşlarının kaybolacağın düşünüyorum.
* Bienal mekânlarındaki yetkililer genellikle üniversiteli gençlerdi. Onların enerjilerinin de etkinliklere çok şey kattığına şahit oldum. Bu vesileyle tıbbi bitkiler bahçesinde sohbet etme imkânım olan Büşra’ya, Barın Han’da cilt yapım atölyesinde birlikte bir baskı denemesi yaptığımız Seran’a teşekkür ediyorum.