Türkiye’nin İkinci Yüzyılı: Demokrasi, Adalet, Barış
Türkiye’nin yeni yüzyılını başarılı kılabilmesinin yolu, ulusal ve bölgesel düzeyde birbirine paralel olarak gerçekleştireceği demokrasi, adalet/hukuk ve barış hamleleridir. İç/dış güvenliğin temini, ekonomik refahın sağlanması, toplumsal barışın hayata geçirilmesi ve geleceği tayin edecek bir iradenin ortaya konulması, bu hamlelerin ürünü olacaktır.
Türkiye, 2003 ile 2013 yılları arasında kapsamlı bir dönüşüm yaşadı. Dönüşümün kurumlara yansıması, uygulama süreçlerinde kalıcı hale gelmesi ve kurumsallaşması ise farklı örgütlerin, ülkenin fay hatları üzerinden yürüttüğü operasyonların da etkisiyle akamete uğradı. Bu durumda, ülkenin önünde iki yol vardı. Daha fazla demokratikleşme ile kuşatmayı aşmak veya içe kapanmak. Terör faaliyetleri hem demokratikleşme adımlarını akamete uğrattı hem de içe kapanma sonucunu üretti. Örgütlerin oluşturmak istediği tahribat bir biçimde kontrol altına alındı. Şu an için asıl olan, içe kapanmayı aşacak yeni bir demokratikleşme perspektifini ortaya koymak.
Siyasal mücadelenin karşıtlığa indirgendiği ve kimi ‘entelektüellerin’ siyasal ‘amigoluğa’ soyunduğu bu dönemde, demokratikleşme perspektifinin önemi artıyor. Yıllarca herkese nizam verenlerin içinde olduğu düşünsel kısırlığının ülkemizin kaderine dönüşmemesi için geleceğe odaklanmak şart. Çünkü önümüzde yeni bir süreç var ve esas olan, mevcut durumu daha sağlıklı bir zemine çekmek için yapılması gerekenlere odaklanmaktır. Özellikle siyasal denklemlerin yeniden biçimlendiği ve ülkenin yeni bir yüzyıla girdiği bu dönemde, devletin demokratik dönüşümü meselesi tartışılmalı ve somut öneriler ortaya konulmalı.
İç ‘Gerilim Alanlarını’ Sonlandırma
Ülkenin en temel önceliği ve demokratik dönüşümün kalıcılaşmasının koşulu, var olan iç gerilim alanlarını, genel ve herkesi içeren demokratikleşme perspektifi içinde çözme iradesini ortaya koymaktır. Bu çok bildik bir cümle olarak okunabilir. Çünkü Cumhuriyet’in ilanının üzerinden 100 yıla yakın bir süre geçti ve biçim değiştirmiş olsa dahi sorunlar varlığını sürdürüyor. O zaman tüm enerjimizi tüketen gerginliklerin ve sorunların sonlandırılmasını engelleyen nedenlere bakmak lazım.
En temel neden; var olan fay hatlarının ve ilgili tarafların kendi pozisyonlarını tanımlayışıdır. Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te var olan grupların tümü, kendi pozisyonları için farklı isimler kullanmış olsalar da bu grupları ‘gelenek’ ve ‘yenilik’ kavramları üzerinden tanımlanmak mümkün. Öte yandan kendi pozisyonlarını vazgeçilmez kabul ederek dayattılar. İki yüzyıldan fazla bir süredir devam eden gerginliklerin, bundan kaynaklı ortaya çıkan fay hatlarının tümünü, gelenekçi-yenilikçi, gerici-modern, irticacı-aydınlanmacı, muhafazakâr-demokrat gibi soyut sıfatların mücadelesinin sonucu olarak tanımlamak mümkün. Birbiriyle uyuşmayı, ortak yol bulmayı gündemlerine almayan bu pozisyonlar, iç gerginlikleri sürekli kıldı ve farklı formlarda yenilenmesine imkân tanıdı.
Bu sarmaldan çıkmak mümkün. Kısaca uyuşmazlık, daha doğru bir ifadeyle uyuşamama üzerinden oluşturulan küçük iktidar alanlarına teslim olmanın ortaya çıkardığı bu durum aşılabilir. Gerçeklikten kopuk da olsa, her iki ekolün kendini içinde bulacağı yeni bir zemin oluşturulabilir. Bu ise ülkenin ve tüm vatandaşların ortak çıkarı etrafında politika yapmaktır. Aslında bahsettiğimiz sıfatların sahici olmaması bunu kolaylaştırıyor. Sahicilikten yoksunluk, sıfatlar arası geçirgenliği de artırıyor. Bu iki faktör, ‘gelenek’ ile ‘yenilik’ sıfatlarını, demokratikleşme ve devletin demokratik dönüşümü için harmanlama formülüne imkân tanıyor. Yani; Fransa örneğinde olduğu gibi ‘kopuş’ üzerinden bir siyasi değişim yerine, tedrici ve evrimci bir değişimi hayata geçirmek. Dolayısıyla var olan tüm gerilimler ve talepler, oluşturulacak demokratik dönüşüm zemini üzerinden yönetilebilir. Ayrıca var olan sıfatları mezceden demokratikleşme ve dönüşüm, toplumsal ve siyasal hazmı da kolaylaştırır.
Diğeri neden ise uyuşmazlık ve kendini farklı gösterme sorunuyla doğrudan ilgili olan Soğuk Savaş’ın oluşturmuş olduğu etki sorunudur. Soğuk Savaş biteli 31 yıl oldu. Ama Türkiye kendi Soğuk Savaşı’nı, dönem örgütlerinin etkisiyle, farklı formatlarda, hâlâ devam ettiriyor. Hatta, ülkedeki tüm siyasi pozisyonlar ve isimlendirilmeler dahi, iki bloklu dünya düzeninin dayattığı formlar üzerinden sürdürülüyor. Yani; sağlıklı ve bağımsız bir siyaset yapılamadığı ve ülke olarak Soğuk Savaş psikolojisinden çıkılmadığı için dönemin tüm iç/dış siyasi alışkanlıkları hâlâ sürdürülüyor. Bu durumu anlamak için o dönemin temel siyaset tarzı olan, “uluslararası sistemde saf belirleyerek rol üstlenmek ile iç siyaseti bu safın gerektirdiği gerilimler içinde yönetmeye” dayalı yaklaşıma bakmak lazım. Bu iki tarz, kimi zaman açık kimi zaman gizli olarak varlığını sürdürüyor. Bunun temel nedeni ise Soğuk Savaş’ın hem küresel hem de ulusal düzeyde kamplar arası çatışma mantığına dayanmasıydı. Kamp çatışmalarına dayalı rekabet bir yandan siyasal iklimi zehirliyor, öte yandan toplumu kimliksel, ideolojik kamplara hapsederek toplumsal ve siyasal uzlaşma alanlarını yok ediyor. Öte yandan gruplar arası rekabet/gerilim, toplumsal/siyasal rızayı ve toplumsal/siyasal uzlaşı noktalarını da hedefliyor. Halbuki, olgunlaşmış demokrasilerde “ya hep ya hiç” mantığına dayalı kamp çatışmalarından ziyade, programları ve vizyonları esas alan siyasal rekabetler yaşanır.
Dolayısıyla; ikinci yüzyılın sağlıklı işleyişi ve devletin demokratik dönüşümü için bahsettiğimiz iki temel nedeni/faktörü aşacak sahici bir iradeyi geliştirmek şart. Aynı zamanda, ortaya çıkabilecek gerilimlere teslim olmadan ve bu gerilimlerin içinde kaybolmadan mücadele etmek de şart. Soru şu; siyaset bu tür bir iradeyi ortaya koyacak mı koymayacak mı? Mevcut tabloda buna olumlu cevap verme imkânı yok. Çünkü Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi, siyasal iradenin basit ve doğal olmayan gerilimlerin ‘esiri’ olduğu ve değişim iradesinin ötelendiği örnekler tarihidir. Siyasi partilerin demokratikleşme iradesinin varlığı veya yokluğu, bu tür bir iradeyi sergileme kapasiteleri üzerinden anlaşılır.
Çıkış Yolu: Demokrasi, Adalet, Barış
Türkiye’nin yeni yüzyılını başarılı kılabilmesinin yolu, ulusal ve bölgesel düzeyde birbirine paralel olarak gerçekleştireceği demokrasi, adalet/hukuk ve barış hamleleridir. İç/dış güvenliğin temini, ekonomik refahın sağlanması, toplumsal barışın hayata geçirilmesi ve geleceği tayin edecek bir iradenin ortaya konulması, bu hamlelerin ürünü olacaktır. Bu bağlamda; içerde demokratikleşmeyi temel almak, yapısal reformları güncelleyip hayata geçirmek, iç gerilimlere çözüm üretmek, dışarıda ise bölgesel barışı tesis etmek ve yeni jeopolitik imkânları değerlendirmek şart.
Toplumsal bünyesi zayıf, siyasal fay hatlarındaki enerjiyi boşaltamamış ve iç barışını tesis edememiş ülkelerin jeopolitik kazanımlarının uzun süreli olması mümkün değil. Çünkü iç ile dış siyaset ve demokrasiyle jeopolitik arasındaki ayrımlar her geçen gün flulaşıyor. Aslında jeopolitik de dış politika da içeride başlıyor. Unutmayalım ki, sağlam bir toplumsal bünye, dinamik bir ekonomi ve konsolide bir demokrasi üzerinde inşa edilmeyen dış politika kazanımları konjonktürel kalıyor. Bu realiteyi görmek için İran ve Rusya’ya bakmak gerekir. İran ve Rusya’nın sadece askeri pazu gücüne dayanan jeopolitik aktörlüklerinin en zayıf noktalarını, toplumsal meşruiyet krizleri oluşturuyor. Bunu görmek ve benzer yanlışın içinde olmamak önemli.
Her koşulda devletin, devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesle barışması ve tüm kesimlerin taleplerini genel bir demokratikleşme perspektifi içinde çözmesi elzem. Bu durum, terörü araç olarak kullanmak isteyenlerle mücadeleyi yok sayma sonucunu üretmez. Dolayısıyla; üzerinde durulması gereken temel kavramlar demokrasi, adalet/hukuk ve barıştır. Bu kavramların kimi kesimlerce iğdiş edildiği açık. Her şeye rağmen, yeni yüzyılın sağlıklı bir şekilde başlamasının yolu demokrasinin güçlendirilmesinden, adaletin tesis edilmesinden ve toplumsal barışın sağlanmasından geçmektedir. Çünkü yeni yüzyılın temel ilkesi; eşit haklara sahip vatandaşlık ve adalet ile bunların herkes için erişilebilir olmasıdır.
Devletin Demokratik Dönüşümü
Türkiye’nin ilk yüzyılında demokrasiyle ilişkisinin ve demokratik süreçleri işletme geleneğinin sıklıkla kesintiye uğradığını biliyoruz. Bu konuda iki noktanın altını çizmekte yarar var. İlki; demokrasiye ilişkin sorunların ülke dışı aktörler üzerinden gündeme taşınması. Uzun yıllar, demokratikleşme ve demokrasiye ilişkin konular, ülke dışı faktörlerin etkisiyle gündeme gelmiş ve hayata geçirilmişti. Tanzimat’tan bu yana reform meselemizin ana dinamiğini dış gerekçeler oluşturdu. Böyle olunca da reformların iç toplumsal ve siyasal sahipliği zayıf kaldı. Hatta siyasal dönüşümün ana dinamiğini de dış faktörler oluşturuyordu. Demokratik adımlar ve siyasal dönüşüm dış faktörlerin etkisiyle hayata geçirildiği için bunları ‘rafa kaldırmak’ oldukça kolaydı. Siyasi aktörlerin büyük bir kısmının, bu durumdan rahatsız olduğu da söylenemezdi. Diğeri ise demokrasiye ilişkin, herkesi kapsayan, bütüncül bir yaklaşım sorununun varlığı. Yani; demokratik adımların, tüm vatandaşları kapsaması gereken bir durum olduğunun kavranamaması veya taleplerin kategorize edilmesi. Bu durum ise toplumsal kesimler arasında ayrımcılığa neden oluyor. Bu nedenle olsa gerek, ilk yüzyılda, tüm vatandaşları kapsayan bir demokratikleşme perspektifi hayata geçirilemedi.
İkinci yüzyıla girerken temel hedef, demokrasi deneyimini gözden geçirmek, eksiklikleri tespit etmek, eksiklikleri gidermek için yeni yollar geliştirmek ve daha illeri bir demokratik sistem için gerekli adımları atmak olmalı. Yani; herkesi kapsayacak bir biçimde, devletin demokratik dönüşümünü sağlamak. Bunu ise şu veya bu sisteme taraftar veya karşıt olmak üzerinden değil, vatandaşların ve ülkenin temel ihtiyaçları üzerinden okumak gerekir. Çünkü devletin demokratik dönüşümü konusuna sıcak bakmayan kimi kesimler, meseleyi sistem tartışmasının sarf malzemesi yapmaktan kaçınmıyorlar. Sistemden daha önemli olan, devletin tüm organlarıyla demokratikleşmesidir. Bu yoksa, sistemin adının hiçbir anlamı olmuyor.
Ne Yapmalı?
Tüm vatandaşları kapsayacak bir demokratik dönüşüm için yapılması gerekenler karmaşık şeyler değil. Aksine basit ve sade. Bu çerçevede yapılabileceklere odaklanmak gerekirse: Kısa, öz, işlevsel demokratik bir anayasa hazırlamak. Çünkü uzatıldığı ve çağımızla ilgisi olmayan tanımlamalarla, ifadelerle ve maddelerle donatıldığı müddetçe demokratik dönüşüm ötelenmiş oluyor. Şeffaflığı ve hesap verebilirliği devletin tüm işleyişinde etkin kılmak. Çünkü devlet şeffaf ve hesap verebilir olduğu oranda demokratikleşir. Siyasi örgütlenme modelini gözden geçirmek ve aktif üyelikle, temsil ile yönetim süreçleri için süreli siyaset yapma ilkelerini hayata geçirmek. Yani; siyasetin bir ‘mesleğe’ dönüşünü durdurmak ve ömür boyu sürdürülen ‘iş’ olmaktan çıkarmak. Çünkü bu tür isimlerin en temel özelliği, süreç içinde korumacı reflekslerin ‘esiri’ olmalarıdır. Bunlar, her tür yeniliği ve demokratikleşmeyi kendi varlıklarının sorgulanması olarak okur ve karşı çıkarlar. Bu bağlamda öne çıkan önemli konulardan birisi de hukuk-hakimiyet ve özgürlük-güvenlik paradoksunu daha fazla demokrasi dinamiği ile aşmayı gelenekselleştirmektir. İlk anda akla gelen bu konu başlıklarını detaylandırmak mümkün.
Temel soru şu, devletin demokratik dönüşümüyle hedeflenen ne? Bahsettiğimiz türden bir değişimin/dönüşümün ana hedefi, güncel sorunlar olan ekonomik sorunlar, gelir dağılımı adaleti, farklı etnik, dini ve mezhep mensuplarının yaşadığı sorunlar, din-devlet ilişkileri, Allah/din adına ahkam kesenlerin oluşturduğu tahribatlar, azınlıklar meselesi, vatandaşlar arası ayrımcılık meselesi, mafyalaşma eğilimi, bürokrasi-siyaset arasındaki sorunlu ilişki ve çarpık şehirleşme gibi birbirinden farklı görünen tüm sorunların çözülmesidir. Çünkü devletin demokratik dönüşümü ve demokrasi-hukukun üstünlüğü ilkelerinin tam anlamıyla hayata geçirilmesiyle, özünde Soğuk Savaş artığı olan tüm sorunları çözmek mümkün olacaktır.
‘Senfonik’/Uyumlu Milletleşme
Var olan sorunlar kendi başlarına önemli ve vatandaşın hayatını zorlaştırıyor. Ama daha önemlisi, bunların milletleşme ve aidiyet sorunu oluşturmasıdır. Uygulanagelen kimi politikalar, bu iki duyguda aşınmanın artmasına doğrudan katkı sunuyor. Aidiyet duygusunun onarılması, bütünlüğün ve bölgesel etkinliğin temeli olan millet varlığı ve asabiyenin onarılmasının ilk adımı devletin demokratik dönüşümüdür. Bu dönüşümle birlikte, uyumlu/senfonik milletleşme süreci ivme kazanır. Bunun için iki noktaya dikkat çekmekte yarar var. İlki; bu tür bir aidiyet duygusunun gelişmesi için tarihin, dinin ve geleneğin yeniden yorumlanarak milleti oluşturan tüm kesimleri kapsaması. İkincisi; herkesin ortaya çıkan olumlu sonucun asli bileşeni kılınması, etnik ve mezhebi farklılıkların bu asli bileşenin karşıtı değil, parçası olarak anlamlandırıldığı bir uyumun kurgulanması. İşte bunların sayesinde bölgesel-küresel roller oynayabilecek bir asabiye ve toplumsal aidiyet çerçevesinde ortak bir ülkü geliştirilebilir.
Bu arada, unutulmamalıdır ki; devletin, kamusal/açık ve özel “biz” tanımı olamaz. Ayrıca; “bizi” oluşturan toplumsal kesimler arasında makbul ve gayr-i makbul ayrımı da yapılmaz. Çünkü bugünün dünyasında, “biz” tanımını en esnek ve en kapsayıcı formda hayata geçiren ülkeler hem toplumsal bünyelerini tahkim etmiş hem de küresel sistemde daha iddialı olabilmişlerdir. Dolayısıyla, ortak “biz” hem tarihsel derinliğe sahip olmalı hem de bugünün toplumsal dinamizmini yakalayabilmelidir. Toplumsal muhayyilesinin etrafına zihinsel duvarlar örmemelidir. O zaman demokratik dönüşüm anlam kazanır, yeniden formatlanmış aidiyet duygusu meyvelerini verir ve senfonik/uyumlu milletleşme süreci ivme kazanır. İkinci yüzyılda bunu yakalamayı sağlayacak potansiyel var. Yeter ki, kimi siyasetçilerin ürettiği sahte gündemlere esir olmayalım ve siyaseti, değişim yönünde zorlayacak bir irade gösterelim.