İktidar Muhafızları
Muhafazakârların iktidarı iktidarın muhafızlığına soyunmak anlamına gelmemeliydi. İdeolojiye dönüşen bütün güzel kavramlar gibi gelenek de muhafazakârlığın elinde boyası dökülmüş, orası burası yırtılmış, yüzey yapıları aşınmış, ne olduğu belli olmayan tuhaf bir halitaya dönüştü. Eldeki resimler netliğini yitirince hikâyeler de ciddiyetini kaybetti.
Hafıza zamanın fotoğraf makinesidir. Kim bilir, belki de hayatın bize renkli görünmesinin sebebi budur. Yaşanan hiçbir şey kaybolup gitmiyor. Her yaşantının, her anın fotoğrafı çekiliyor, o fotoğraf hafızanın mahrem odasındaki yerine bırakılıyor ve vakti gelince oradan alınıp yeniden işleniyor.
İrade bu yönüyle hafıza odasına yapılan yolculukları, oraya bırakılmış olan fotoğrafları renkleri, sesleri, ışıkları, kokuları, tatları ve duyarlılıklarıyla birlikte yan yana getirip montajlayarak filme dönüştüren bir senarist işlevi görüyor. Yine bundan dolayıdır ki ancak ve sadece hafızası ve iradesi güçlü toplumların bir hikâyesi var. Biz bu hikâyeye yeni bir ontolojik zemin anlamında ve hayatın bütün akışını kapsayacak genişlikte “gelenek” diyoruz. Anılar böylece kolektif şuurda gelenek adını alıyor ve her bir görüntü, her bir kare kendine ait küçük anekdotları eşliğinde bir ritüeller silsilesinden geçerek hayatı yeniden canlandırmanın imkânına dönüşüyor.
Fotoğraflar da kaza yapar. Bazen hafızanın sağlam ve muhkem duvarlarına bir cisim çarpar ve o oda darmadağın olur. Güçlü iradesi olan toplumlar o odayı bulur, o çekmeceleri aralar, o yıkıntıların arasından resimleri alır, sıraya dizer ve kendine yeni bir hikâye ihdas eder. O hikâyeyle hayata tutunur; kaldığı yerden, hem de daha güçlü, yolculuğuna devam eder. İradesi zayıf olanlarsa tek bir noktaya takılıp bozuk plak gibi bütün hayatını donuk bir karenin etrafında dolaşarak geçirir, heba eder.
Yerle Bir Olan Hafıza Odamız
Bizim hikâyemiz biraz böyle. Günün birinde devasa bir kamyon çarpmışçasına hafıza odamız yerle bir oldu, fotoğraflarımız ya büsbütün silindi, yırtıldı, sarardı veya bir şekilde kaybolup gitti. Bu, muhafazakârlık kamyonunun gelenek odasına bodoslamasına dalmasıdır.
Muhafazakâr kavramı da diğer pek çok hastalıklı ideoloji gibi Batılılaşma sürecinde, Tanzimat ile hayatımıza girdi. Geleneğin tahtına oturdu, onun bütün büyüsünü alarak, ona ait her hatırayı silerek geçmiş ile geleceği birleştirme misyonunu geçmişi dondurma işleviyle yok etti. Gelenek zaman ile mekânın kafa kafaya vererek birlikte çektikleri o harika resimlerin ritüeller eşliğinde çağdan çağa akışının, nesilden nesle aktırılışının ve her aktarılmada yeniden derlenip toparlanışın, yeniden yeşermenin, yeniden dal budak salmanın adı olduğundan modernleşmenin en büyük düşmanı addedildi. Muhafazakârlık ise bir Batı icadı olarak geçmişte kalanın olduğu gibi ve hiçbir işleme tabi tutulmadan, hiçbir ritüele uyulmadan, bağlam gözetilmeden dondurulması, yeni olan her şeye sözüm ona meydan okumanın bir stratejisi olarak tam da geleneği yok etmenin bir aracı kabilinden modernleşme tarafından ihdas edildi.
Muhafaza kelimesi hafızadan türemiştir. Sahip olduklarını hıfzetme, yani koruyarak geleceğe aktarma, unutulmasını, yok olmasını engelleme işi görür. Hafıza insanı insan yapan en karakteristik özelliklerden biridir. Hafızası alınmak/yok edilmek yok olmanın/edilmenin en kestirme, en maliyetsiz yoludur. Hafızası elinden alınmış insanlar da toplumlar da kendilerine yön tayin edemez, ayakta duramaz, denge sağlayamazlar. İnsan oluş bebeklikten çocukluğa geçişle başlar, hafızası elinden alınma sürecine kadar devam eder. Hafıza ölmedikçe insan ölmez. Hafıza öldüğü gün insan da ölür. İnsan oluş bu bakımdan geçmiş resimlerinin şimdiye aktarılması, oradan sadece nostaljilerin değil tecrübelerin de devşirilmesi demektir. Zaman güneşi önce enseyi ışıtır, oradan yüze geçer.
Muhafazanın iki temel işlevi vardır: Korumak ve aktarmak. Koruduğunuz şeyi güncelle buluşturmadığınızda, geleceğe aktarmadığınızda, ona güvenlik alanı inşa etmediğinizde ve onu yeniden dirileceği imkânlarla buluşturmadığınızda dondurmuş olursunuz. Resme bakan resimdekini anlamıyorsa, resmin çekildiği ana gidip oradan yeni duyarlılıklar inşa etmiyorsa o resim neyi ifade eder? Resme bakanın o resmin hikâyesine de vakıf olması gerekir. Resimler yan yana getirildiği halde oradan bir hikâye çıkaramayan şuur istikbalini nasıl garanti edebilir?
Kâra Dönüşen Muhafaza
Muhafazakarlık geleneğe bunu yaptı işte. Resimlerin gerisindeki hikâyeyi aldı, alanını daralttı, her resmi bağımsız, atomik bir çıplaklığa mahkûm ederek onu pejmürde bir tahattur nesnesine dönüştürdü. Geleneği muhafaza, geleneğe muhafızlık yaparak gerçekleşmez. Muhafızlık tali bir görevdir. Muhafazada özenle bakma vardır; olanı, olduğu biçimiyle olmasa bile belli bir duygu sermayesiyle işleme, üzerine titreyerek bugüne taşıma, bugünü onun üzerinden yükseltme vardır. Ve muhafazakârlık geleneğin üzerine abanarak onun nefesini kesmemeli, sesini kısmamalı, bağlamlarını hoyratça koparmamalı idi. Bunu yaptık. Muhafazakârlık üzerinden geleneğin boğazını o kadar sıktık, bilincimizin kaba elleriyle onu öylesine nefessiz bıraktık ki artık elimizde bakacak tek bir resim bile kalmadı.
Doğrusu iktidar bile olduk. Muhafazakârların iktidarı iktidarın muhafızlığına soyunmak anlamına gelmemeliydi. İdeolojiye dönüşen bütün güzel kavramlar gibi gelenek de muhafazakârlığın elinde boyası dökülmüş, orası burası yırtılmış, yüzey yapıları aşınmış, ne olduğu belli olmayan tuhaf bir halitaya dönüştü. Eldeki resimler netliğini yitirince hikâyeler de ciddiyetini kaybetti. Şimdi bizim o resimdeki insanlar olduğumuza kim inanır ki? Ciddiyetini yitirmiş hangi hikâyeden yeni bir senaryo çıkabilir? Üstelik biz sadece hafızanın “aktarma” işlevini dondurmadık, anı zamanda muhafazayı kâra dönüştürecek sayısız yeni araç da ürettik. Muhafazakârlık kârın muhafazasına irca edilince muhafızlık kaçınılmaz hale geliyor. Ve kâra dönüşmüş hiçbir duygudan hayır gelmiyor.