İktidarın Son Hamlesi ve Muhalefet
Normalde bir ülkede beklenen, -bu gerçek bir seferberlik ise eğer- siyaseti ve medyasıyla öncelikle iktidarın bunu yukarıdan aşağıya bir strateji içerisinde gerçekleştirmesiydi. Böyle olmadığı, olamayacağı açık. O halde muhalefetin burada ciddi bir rol üstlenmesi gerekiyor.
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın Instagram hesabından yayınladığı, sitem ve kırgınlık içeren ‘veda mektubu’ tüm ülkeyi, “aile krizi” ile “devlet krizi”nin içiçe yaşandığı bir sürece soktu. Süreç, devletin ve “istifa müessesesi”nin geleneksel teamüllerinden uzak biçimde ataerkilliğin bütün numunelerini içinde barındırmaktaydı. Doğal olmamakla birlikte şaşırtıcı da değildi. Şaşırtıcı olmayan hususların başında devletin tepesinin ve ülke medyasının 27 saatlik suskunluğu gelmekteydi. Zira bu tablo bize, inşa sürecini ve köşe taşlarının dizilimini Gezi ve 17/25 Aralık’a kadar uzatabileceğimiz bir sistemin resmini en çıplak haliyle sunmaktaydı.
Aile ve Devletin Ortak “Güvenlik/Beka” Endişesi
Berat Albayrak medya, siyaset ve güvenlik bürokrasisi ve parti teşkilatlarına ulaşan aile etkisiyle birlikte düşünüldüğünde 2013-2014’den bu yana şekillenen, 2015-2016 sonrası daha da kavileştirilen ve hem ailenin hem de devletin “güvenlik/beka” endişelerini sağlama alan bir ittifakın sembolü ve demir eldiveni konumundaydı. O günlerden itibaren tasfiye edilen kadrolara (ve zihniyetlerine) baktığımızda Erdoğan’ın ve milliyetçi-ulusalcı kadrolardan mülhem devlet otoritesinin çıkarlarının ve tercihlerinin bir ortaklığa doğru evrildiği görülmekteydi.
Bir yandan Arap Baharı rüzgarının hedefi saptırılan ters etkisi, diğer yandan Suriye sahasından yansıyan terör tehditleri ve hepsiyle birlikte içeride devletin bürokratik alanlarının hatırı sayılır bir bölümünü işgal etmiş ve gayrı hukuki yöntemlerle iktidarı alaşağı etmeye çalışan iç tehdit, yabana atılamayacak haklı endişeler ortaya çıkarmıştı.
Sorun, bütün bunlarla mücadelenin hangi ölçüler ve sınırlar içinde yapılacağı, dolayısıyla hangi perspektif ve kadrolarla yürüneceğiyle ilgiliydi. O güne dek biriktirilen ilkesel ve kurumsal kazanımlardan taviz vermeden mi yol alınacaktı yoksa devletin daha önceleri çokça denediği, ezberinde/arşivinde var olan yöntemlere mi dönülecekti?
Hedefte olan bir Başbakan ve bilahare Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ailesiyle birlikte özelde yaşadığı tehditlerin yarattığı travmanın, güvensizlik hissi ve buradan mülhem “daha fazla gücü elde tutma”nın gerekliliğine olan “inancın”, ‘eski Türkiye’ kodları olarak tecrübe edilmiş olan ve Kürt sorunundan insan hakları ve özgürlükler meselesine, terörle mücadele yöntemlerinden basın ve ifade özgürlüğünün sınırlarına kadar gücün merkezileş(tiril)mesini bir zorunluluk olarak dayattığı varsayıldı.
Bugünlerde iktidar medyasında yer alan ve “o zaman öyle gerekiyordu” kıvamında kaleme alınan yazılara bakıldığında, Türkiye’ye dönük tehditlerin liberal ezberlerle ve “yeteri kadar cesur ve kararlı olmayan kadrolar”la yürütülemeyeceğinin o günlerde görüldüğü ve haklı bir tercihin içine girildiği ifade ediliyor. Halbuki tarih tablonun böylesi bir “irrasyonel çarpıtma” ve “dezenformasyon”a dayanmadığına ilişkin bize yeteri derecede veri sunmaktadır.
En başta asıl riskleri, 2002’den bu yana vesayetle girilen mücadelede 2013-2014’ten sonra tasfiye edilmeye başlanan kadroların aldığına dair örnekler bize bunu göstermektedir. Mezkûr okuma biçiminin anakronizmi ve -amiyane tabirle- “pişkinliği” bir yana; 2003 Irak tezkeresinden Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığında ısrarcı olunmasına ve Açılım Süreci’ndeki riskleri üstlenme boyutlarına baktığımızda, o kadroların Erdoğan’ı, şimdilerde tarihin hak verdiği pozisyonlarda tutmak için ne enerjiler harcadıklarının hatırlanması yeterlidir. Hatta, Albayrak’ın gidişiyle birlikte üzerindeki yüklerden biri ciddi manada hafifleyen, son yaptığı konuşmada da bunu zımnen itiraf eden Adalet Bakanını istisna tutarsak, ağızlardan nedamet adına cümleler çıkmamakla beraber, yeni getirilen/öne çıkarılan Naci Ağbal, Lütfi Elvan, Efkan Ala gibi şahsiyetlere baktığımızda, enkazı kaldırması istenenler de geçmişte tasfiye edilenlerle birlikte çalışmış, aynı zihniyet dünyasının insanlarıdır. Erdoğan’ın, son bir haftaki söylemi de yerel ve küresel piyasalara verilen salt pragmatik mesajlar olmaktan öte anlamlar ihtiva etmektedir.
Dolayısıyla sorun “cesaret ve kararlılık” değil, “tercih” sorunudur. Hatta “yeterlilik”. Buradaki yegâne hakikat, süreci doğru okumayı ve doğru tercihler kullanmayı engelleyen korku ve travmaların yarattığı güvensizlik hissidir. Bu güvensizlik hissinin, bunu uzun süredir yaşayan vesayet odaklarıyla buluşmasıdır. Siyasetin ve geniş sosyolojinin nefes borularını tıkayan kodlara milliyetçi-ulusalcı odaklar ve onların hedefleriyle birlikte geri dönülmesidir.
Bugün atılan adımlar ise terörle mücadele ve dış politika ‘başarılarına’ verilen kitlesel desteğe rağmen, sistemin enkaza doğru sürüklendiğinin fark edilmesinin işaretleridir. Atılan hızlı adımlara, kullanılan doğru kavramlara baktığımızda, aslında bunların uzun süredir planlanan ama zamanlaması kollanan bir siyaset olduğu izlenimi edinmemek mümkün değildir.
Erdoğan, İttifakın Konforunu Bozup Sistemden Çıkmak İster mi?
İşte Albayrak, böyle bir sistemin sembolü idi. Dolayısıyla gidişini, daha doğrusu gücünün elinden alınışını basit bir aile içi mesele ya da palyatif bir taktik adım olarak görmek doğru olmaz. Buna şunu da eklemek gerekir ki; Albayrak’ın da merkezinde olduğu sistemin kendisinin ana hedefi “güç”ün pekiştirilmesi olduğuna göre, artık o, bunu ifa edemez bir hale gelmişti. Yani bu alandaki misyonunu tamamlamıştı. Her alandaki gidişat ve anket sonuçları törpülenmenin ciddi bir aşınmaya dönüştüğünü göstermiştir. Gücün sağladığı etkililiğin elden çıkması ve bunun toplum tarafından notlandırılmasının getirdiği tedirginliği, geçmişte yaşanan “korku ve travma” ile de karşılaştırabiliriz. Bu da meselenin artık damadın merkezinde olduğu sistemi aştığını, kurulan sistemin kendisinin hakiki bir beka meselesine dönüştüğünü de göstermektedir.
Can alıcı soru şudur: “Seferberlik” kararı palyatif bir çözüm adına alınmamış olmakla birlikte, sürecin köklü dönüşümünü hedeflemekte midir? Erdoğan, ulusalcı çevrelerle girdiği ittifakın konforundan çıkabilecek midir? Bunu sağlamaya yönelik imkân ve araçlara sahip midir?
2002’den bu yana yukarıda verdiğimiz örnekler üzerinden de gidildiğinde, Erdoğan özelindeki tarih, onun radikalizmini değil temkinliliğini ortaya koymaktadır. Onu evrensel ilkeler, sahici çözümler, cesur adımlar üzerinden liderliğe taşıyan kadroların eksikliği doğru anlaşılmadığı ve okunmadığı içindir ki, 2015-2016 sonrası içine girilen sistem de doğru okunamamıştır. Bu kadroların ortak aklı, hissiyat ve zihniyetinin sadece muhafazakâr kesimlerin talepleri ve onlarla kurulan duygudaşlıkta değil, geniş kesimlerin taleplerinin okunmasında da Erdoğan’ın bir başarı endeksi yakalamasındaki katkısı, maalesef ne laik kesimler ne de Erdoğan ve çevresi nezdinde anlaşılamamıştır! “İyi saatte olsunlar”ın hata yaptırtma potansiyeli, rasyonellik ve hukuktan uzaklaştırma tecrübesine rağmen 2015’lere kadar uzanan süreçte yapılan doğru işlerin kaymağı, ortak duygu, oy ve destek olarak Erdoğan’ı hala ayakta tutan vasatı oluşturmuştur.
İktidarda tutan sosyoloji, o emek ortaya konarak, birikerek gelen “doğrular”ın hatırına yanlışlar yapıldığına dair emareler artsa bile desteğini sürdürmüş, hatta kendisini yeni döneme feda etmiştir. Geriye gidiş, yozlaşma, aşırı güvenlikçi hislerle milliyetçileşme dozu artmış olsa da bu duygudaşlık yeni dönemde de “Çözerse Erdoğan çözer” psikolojisinin belirleyici olacağını göstermektedir.
Bu ruh hali ve kitlesel psikolojinin özellikle anamuhalefete bakan yüzü ayrı bir tartışmanın konusudur. Son yıllarda memleket sathında iyiden iyiye yaygınlaşan genel güvensizlik hissiyatında, kimliksel ve elitist tercihlerinden ödün vermeye yanaşmayan, alternatif olma noktasında ikna edicilik çıtası zayıf muhalefetin de tersinden bu sistemin ömrünü uzattığı söylenebilir.
Vesayet mi Siyaset mi
Seferberliğin sahicilik şartını, Erdoğan’ın atacağı adımların radikalliği kadar, turnusol işlevi görecek olan ittifak reflekslerine bağlamıştık. İttifakın “küçük ve buçuk ortakları” ifadeleriyle popülerleşen ama aslında içinde “eski Türkiye kadroları”nın bulunduğu ulusalcı ağırlığın sürece vereceği tepkiler sahiciliğin çıtasını önümüze koyacaktır. Erdoğan, sürecin getirilerine odaklanarak adım adım ilerleyecek, tahminen bunu seçim sathı mailine kadar ivmelendirmeye çalışacaktır.
Erdoğan’ın ‘şeffaflık’, ‘öngörülebilirlik’, ‘hukuk devleti’, ‘yargı reformu’ gibi kavramlardan neyi ne kadar anladığını henüz ölçecek durumda değiliz. Meselemiz kök itibariyle elbette öncelikle sistem ve zihniyetle ilişkilidir. Bu dönüşümü hedeflemeden yol almanın zorlukları da ortadadır.
Şunu söylemek mümkün: Konumuz tekil bir iradenin aydınlanmış olması, ilkesel doğruları terennüm edip bunlara saygı göstermesi değildir. Mesele kararların, istikrarı garanti altına alınmış kurumsal mekanizmalar eliyle ortak irade, vicdan, rasyonel kurallarla alınmasındadır. ‘O önce öyle istedi, şimdi böyle istiyor’ düzlemi ‘güven ortamı’na kalıcılık kazandırmaya yeterli gelmez. Mesela KHK’larla bağımsızlığı elinden alınan Merkez Bankası bir süreliğine rahat kararlar mı alacaktır yoksa aynı KHK’larla bağımsızlığı kendisine tekrar tevdi edilecek midir? Aynı soruları yargısal sisteme ilişkin olarak da çoğaltmak mümkündür. Mesela bu alandaki reformun çıtası, belli kararları belli kriterlerle alma konforuna alışmış yargı bürokrasisine, onu oluşturan (HSK gibi) kurumların dönüşümüne; KHK mağdurlarıyla ilgili radikal kararlar almayı sağlayacak hukuk güvenliği mekanizmalarının oluşumuna kadar uzanabilecek midir?
Çıtanın yükseltilmesini talep eden bu soruların hepsi haklı ve doğrudur. Lakin sistemin oluşumunda anayasadan kurumlara, medyadan güvenlik bürokrasisine ve ekonomik ilişkilere kadar ciddi bir network oluştuğu da vakidir. Dolayısıyla, yoğunlaşıp içiçe geçmiş ağları, bu ağlardaki zihinsel birikimi, kadrolaşmaları, çıkar ortaklıklarını -istense bile- ıslah ve rehabilite etmek ciddi bir zaman meselesidir.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Ülkenin ekmeğe, iradi özgürlüğe, adalete muhtaç hale gelmiş geniş yığınlarına baktığımızda da “geçici rahatlamaları ‘şimdilik’ kazanım olarak görüyoruz” deyip bir köşeye çekilmek de doğru değildir.
Meselemiz bir yönüyle elbette, temelinde insan haklarının olduğu bir yönetişim ve bunu sağlayacak yetişmiş kadro unsurudur. Lakin Osman Kavala ve durumu ona benzeyen birçok ismin bugünün ihtiyaçlarına uygun şekilde muhtemel tahliyesine, pragmatik ve araçsal bir görünüm arz etse de, kimsenin kem sözü olmamalıdır. Önemli olan, adalet sahasında atılacak adımların eşitlikçi düzlemde tabana yayılmasını talep etmek ve çıtayı yükseltmeye çalışmaktır.
Burada eleştirinin niteliği de önemlidir. Üzüm mü yenecek, bağcı mı dövülecektir? Özeleştiriyi, siyaset alanını genişletecek bir mecraya taşıtmak gerekmektedir. Hele ki siyaset ve medyadaki “büyücüler”in eski alışkanlıklarıyla, eski dönem retorikleriyle rakiplere ayar verici, tehdit edici dilinin bu yeni döneme uygun tarzda ayıplanıp/ehlileştirilip siyasetin normalleşmesine yol aramak önemlidir.
Erdoğan’ın, böylesi bir seferberlik döneminde, gerekli sinerjiyi yakalayabilmek için, siyaset normalleşmeden diğer alanlarda yol yürümenin zor olacağını bilmemesi saflık olur. Bu alandaki tercihi, attığı adımlardaki cesaretinin ve samimiyetinin katsayısını da gösterecektir. Nitekim, “bizi hala muktedir kılan ve üzerinde çok emek verilmiş ittifak alanı ve paradigmayı aynen koruyup küresel pastadan da ihtiyacımız olanı alalım” anlayışına yönelinirse reformun makyajının dökülmesi çok uzun sürmez. Hulusi Akar’ın sözleri, Efkan Ala figürünün öne çıkarılması eğer sadece bir kandırmacanın ürünü olursa, bunun vereceği tahribat “günah keçileri” ile de onarılamaz!
Muhalefet Yapıcı Olmalı
“Yeni dönem”e ilişkin gerçekten umutların oluşabilmesi isteniyorsa öncelikle siyasetin normalleşmesine gayret sarf etmek gerektiğinin altını çizdik. Normalde bir ülkede beklenen, -bu gerçek bir seferberlik ise eğer- siyaseti ve medyasıyla öncelikle iktidarın bunu yukarıdan aşağıya bir strateji içerisinde gerçekleştirmesi gerekirdi. Böyle olmadığı, olamayacağı açık. O halde muhalefetin burada ciddi bir rol üstlenmesi gerekiyor.
Eğer gerçekten vesayetten kurtulma, nevi şahsına münhasır bu sistemden çıkma ve hedef olarak konan ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçiş isteniyorsa, söylemden öte -bazı ezberleri de tashih edecek şekilde- yapılması gerekenler var.
Öncelikle ifade edelim ki; iddia edildiği gibi, Erdoğan’ın damadını gönderip belli kadroları işbaşına getirip muhalefetin söylemlerini de elinden almakla, muhalefete karşı elini güçlendirdiği tezi doğru değil. Süreci dezavantaj olarak gören okuma biçimi, eksik, zaaflı ve kendi içinde de problemlidir.
Ortada bir enkaz olduğu ve birilerinin mutlaka çıkıp bunun hesabını vermesi gerektiği, hesap vermesi gerekenleri ortadan kaybederek bir “af” dilemeyle işin içinden sıyrılmanın mümkün olmadığı çelişkilerini hatırlatmakta bir beis yoktur. Ama çerçeve sadece burada bırakılırsa Erdoğan’ın -eğer varsa zihninde- kurduğu tuzağa da düşülmüş olur. Ahlaki siyaset ilkesi de yara alır. Bir defa öncelikle muhalefetin samimiyeti ve ciddiyeti sorgulanır. Haksız “müzmin muhalefet” eleştirilerine zımnen katkı verilmiş olunur. “Damat gitsin”, “Nepotizm ülkeye en büyük zararı veriyor”, “şeffaflık, öngörülebilirlik gerek” gibi uyarıların karşılığı olarak, bu defa da “adımlar atıldığı halde muhalefetin samimiyetsizce karşılık verdiği” propagandalarına işlerlik kazandırılmış olunur.
Süreç, daha derinlikli bir okumayı gerektirmekte ve pek çok avantajı barındırmaktadır. Öncelikle Erdoğan -ne kadar örtmeye çalışsa da- nedamet getirmiş bulunmaktadır ki, yeni retorik muhalefetin haklı olduğunu zaman içerisinde kitlelere düşündürtecektir. İkincisi Erdoğan çıtayı iyiden iyiye yükseltmiştir! Kullandığı kavramlarla kitle arasında bugüne dek ciddi bir perde, çok ciddi bir mesafe hatta uçurum vardı. Bunlar, iktidar kalemşörlerinin “saf liberallik” olarak gösterdikleri kavramlar olmakla birlikte, Erdoğan’ın irrasyonel hamasi söylem ve tercihleri kitleler için yegâne motivasyon unsuruydu. Şimdi ise özellikle AK Parti’ye desteği ciddi biçimde düşmüş ama Erdoğan’a bağlılığı duygudaşlık üzerinden devam eden kitlelerin rasyonel düşünme melekelerine katkı yapacaktır.
“Kitleler olguya mı lidere mi, söylenene mi yoksa söyleyene mi bakar?” tartışması burada bizim açımızdan anlamlıdır. Bugüne dek her ikisini kendisinde mezcetme avantajının konforunu kullanmış olan Erdoğan açısından baktığımızda, artık sadece duyguya hitap edene değil, rasyonel olguya da bakan bir kitlesel psikoloji -hatta süreç içerisinde bilinç- ister istemez oluşacaktır. Muhalefet sert/radikal tutumda ısrar eder, bu konularda kitleye yardımcı olmazsa bu avantajlı alanı kullanamamış olacaktır.
Muhalefet burada meseleye sadece siyasal getirileri açısından değil, ahlaki düzlemde de bakmalıdır. Hala safları koruyan bakiyeyi gözetmelidir. Rasyonellik kadar, onlarla olan duygudaşlığı da önemsemelidir. Madem ki tutarlı olunacak, o halde bir yandan bu seferberlik sürecine destek olurken, -haklılığının reklamını yapmak baki kalmak şartıyla- diğer yandan kitleyi eğitmeli, yönlendirmelidir.
Bu iyi niyet gösterisi, rasyonel düşünme melekelerinin gelişimiyle birlikte, duygudaşlığın olgulara ve ilkelere yönelimini beraberinde getirecektir.
Başka bir açıdan baktığımızda diğer türlüsü, geniş muhafazakâr kesimleri de, mağdurları da rahatsız edici olacaktır. Ülkede maddi enkaz kadar, ciddi bir sosyolojik enkaz söz konusudur. Toplum ekonomi kadar, özellikle yargı ve insan hakları alanındaki mağduriyetlerinin ivedilikle giderilmesini beklemektedir. Bu alanlarda atılması muhtemel adımlarla ilgili aşırı tepkisel ve çıtayı imkansıza taşıyacak bir söylemle değil, makul talepler zinciriyle sorunların çözümüne katkı sağlamak gerekmektedir. İktidar buna hazır olmasa bile, muhalefetin konumlanması bu şekilde olmalıdır. Bu bir iyi niyet izharı olarak görülecektir. Dezavantajlı kesimlere ve mağdurlara sürekli olarak “sistemsel bir dönüşüm olmadan sorunlarınız çözülmez” imasında bulunmak onlarla empati imkanını da aşındırır.
Burada içerik kadar tarz ve üslup da önemlidir. Unutmamak gerekir ki Erdoğan halihazırda kendisini muhalefetin dil-zihniyet dünyasının çeperine sokmuştur. Bu ortak dil üzerinden yürümek iktidarın değil, muhalefetin avantajınadır. Çıtayı yükseltip o zihniyet dünyasının daha fazla doğrusunu kitlelere ulaştırma avantajı elde edilmiştir.
Özcesi bu dönemin iktidar için olduğu kadar, muhalefet için de “yeni” olduğu, sürece uygun bir akılla yürümenin gerekli olduğu unutulmamalıdır. Siyasetin normalleşmesine, kitlelerin ıslahına ve toplumsal barışa katkı için böyle davranmak tüm ülkenin hayrına olacaktır.