İktidarın Süperpozisyonu ve Muhalefetin Belirsizliği
Tıpkı ışık hızı aşılamaz dediğimizde ışık hızını teorik olarak aşan dolanıklık durumunun yeni ışık hızı olması gibi, Türkiye siyaseti de atom düzeyinde değil atom altı düzeyde daha iyi anlaşılabilir.
En azından kuantum fiziğine benim gibi meraklılar, başlıktan hareketle, genelde siyaseti ve özelde de Türk siyasetini atom altı parçacık düzeyine göndermeyle kavramsallaştırdığımı anlamışlardır. Lakin gönderme yaptığım çerçeveyi, “kuantum” kavramını “yaşam koçluğu” ve “düşünce” ile isim tamlaması şeklinde meczedip sahtekârlıklarına meze yapanlardan olmamak için metafor boyutunda kullandığımın da altını baştan çizeyim.
Öyle evvel zaman içinde, kalbur saman içinde değil kabaca XV. yüzyıldan itibaren Coğrafi Keşifler, Rönesans, Reform, Karşı Reform, Bilimsel Devrim ve Endüstri Devrimi izleğinde şekillenen Aydınlanma özelinde modern bilim, kadim bilim anlayışından farklı bir yapı getirdi. Şöyle ki; önceleri modern bilim, epistemolojisini fail öznenin varlığını silikleştirerek meful nesnenin ontolojisi üzerinde yükseltip hatta onu ideolojikleştirerek pozitivizm şeklinde tebarüz etti. Elbette bununla da yetinmedi modern bilim ve kozmosu kavramak için Yaratıcı fikrini öteleyerek en azından ispatlanamayacağından hareketle agnostik bir tutum takındı. Böylece o zamana kadar ister antik Yunan’dan ister antik Hint’ten gelsin, felsefe başta olmak üzere tüm sosyal bilimler “düşkün” ilan edilerek ocak dışı kaldılar hatta tu kaka edildiler. İşte böyle bir ortamda August Comte ve Émile Durkheim, aynı atom düzeyindeki fizik yasalarında olduğu gibi tüm zaman ve uzayda geçerli toplumsal yasaların bulunabileceğinden hareketle sosyolojiyi “makul” ve “rasyonel” bir bilim dalı haline getirmek üzere cehde giriştiler. Böylece sosyoloji, bu anlamda tüm sosyal ve beşerî bilimlerin sancak taşıyanı olarak, daha önce “bizimle de’ılsın” denilen tüm bilimlerin namusunu kurtarmak için bir umut haline geldi. Hal böyle olunca da sosyal ve beşerî bilimler artık kendilerini fizik kadar evren düzleminde olamasa da mezo ve mikro düzeyde fizik yasalarına benzer yasalar geliştirerek “bilim” yapar buldular.
Sosyal Bilimlerin Matematikleşmesi
Durkheim’ın İntihar (1897) isimli kült kitabı istatistiki verileri kullanan ilk sosyal bilimler eseriydi ve Fransa, İngiltere ve Danimarka’da 1841-72 arasındaki intiharlardan bu minvalde faydalanmıştı. Böylece Newton fiziğinin Aristo’nunkine galebe çalmasıyla evrenin dili olması pekişen ve Carl Friedrich Gauss’un “Bilimlerin Kraliçesi” diye nitelediği matematik, sosyal ve beşerî bilimlerin de matematikleşmesinin önünü açan nicel çalışmalara ilham verecek şekilde ilk kez kullanılıyordu. İşbu modern bilim anlayışı çerçevesinde tüm sosyal ve beşerî bilimler tedricen daha da matematikleşerek tüm uzay-zamanı değilse de en azından yazının icadıyla başlayan tarih ve Coğrafi Keşiflerle bilinen dünyayı kapsayacak bilimsel yasaların peşine düşmüştür.
Örneğin, 1980’lerin ortalarından itibaren irtifa kazanan ama kökleri Immanuel Kant’ın 1795’te kaleme aldığı Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme adlı eserinden beslenen Demokratik Barış Teorisi, demokratik devletlerin birbiriyle asla savaşmayacakları önermesini demokrasiyi de matematikleştirerek savunmaktadır. Bu teoriye gelen eleştiriler de tam da bu noktada neyin demokratik neyin değil olarak betimleneceğinden nitelik bazlı eleştiriler olarak ortaya çıkarlar. Öte yandan Pandora’nın kutusu veya gayya kuyusu gibi içine ne atsan yutacak derya deniz bir kavram olarak demokrasinin nümerikleştirilmesi pek de o kadar kolay değildir. Zira demokrasinin popülerleşmesiyle kademeli olarak II. Dünya Savaşı sonrası nice otoriter/totaliter siyasal yapı kendisini “halk demokrasisi” olarak sunmakta beis görmediğinden en azından nominal düzeyde kendi ifadeleriyle her biri demokrasidir, ben onların yalancısıyım.
Sosyal ve beşerî bilimlerin peşinde olacağı tüm zamanları ve mekânları kapsayacak böylesine genel geçer bir yasa bulmak, iyi kötü dünya tarihinden ve coğrafyasından haberdar olanların bilgi dağarcığında bile ilk ayakta yatan kupondur. Çünkü, örneğin, suyun deniz seviyesinde 100 derecede kaynayacağından hareketle dün de bugün de ve gezegenimizin de içinde bulunduğu sisteme adını veren yıldız olan güneşin sönmesine kadar bu derecede kaynayacağını verili kabul ederiz. Eğer kaynama derecesinde bir değişiklik söz konusu olursa o zaman buna sebep bağımsız değişkenin peşine düşeriz. Lakin aynı deniz seviyesinde sadece son bir yüzyılda erkeklerin ve kadınların denize girerken kullandıkları kıyafetlerindeki değişikliğe bakarsanız bile tüm zamanları kucaklayacak bir yasaya ulaşamayacağınızı kabullenerek başladığınız noktaya dönersiniz. Bakın daha bu çerçevede bireyin toplum içinde vücudunun ne kadar giyinik ve/ya ne kadar açık olacağının ahlaki ve/ya yasal olarak kabul edileceği ve bunun zamanla nasıl da radikal bir biçimde değiştiğinin tartışmasına girmiyorum bile. Aynı şekilde normları -en azından müntesipleri için bile bağlayıcı kabul etsek- bizzat inananlarınca kutsal kabul edilen metinlerde bile bu normların içselleştirilmediğinin tarihsel ispatlarıdır. Örneğin, Hz. Musa’nın (AS) On Emri içindeki “Öldürmeyeceksin”in bile daha ilk Peygamber Hz. Adem’in (AS) oğlu Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesiyle hiç de içselleştirilemediğini her şeyden önce ispatlar.
İşte bu çerçevede sosyal ve beşerî bilimler, pozitivizm ve pek tabii determinizm eşliğinde dönemin bilim dünyasının külkedisi veya kibritçi kızı gibi bir dışlanma yaşarken, atom altı parçacık fiziğindeki araştırmalar sayesinde Kuantum fiziği Newton fiziğinin Aristo fiziğine yaptığı gibi o zamana kadar bilinen fizik yasalarını yerle yeksan etti. Nasıl ki Aristo fiziğinde Dünya o zamanki bilinen evrenin merkeziydi, Güneş ve diğer gezegenler ile Ay da Dünya’nın etrafında dönüyordu ve 2.500 yıl -evet yanlış okumadınız 2,5 milenyum- bu anlayış başatlığını korudu. Nikolas Kopernik (1473-1543), Tycho Brahe (1546-1601), Galileo Galilei (1564-1642) ve Johannes Kepler (1571-1630) ile başlatabilecek Bilimsel Devrim’e kadar bir şekilde tahtını koruyan Aristo fiziği, teleskobun icadıyla başlayan çalışmalarla Kuhnian anlamda yama tutmaz bir paradigma olarak böylesine bir devrimle berhava oldu. Kilise, ontolojisi gereği, antik Yunan paganlarından hiç de hazzetmemesine rağmen öğretisinde Dünya’yı Aristo’nun anlayışındaki gibi evrenin merkezi kabul ediyordu. Kilisenin öğretisine göre, Tanrı kendi oğlunu bu minik mavi gezegene göndererek öğretisine inanan tüm insanlığın kurtuluşu için çarmıha gerilmesine göz yummuş ama üç gün sonra dirilterek göklere almış ve kıyamet öncesinde tekrar yeryüzüne dönüşünü sağlayacaktı. Kuantum fiziği de Newton’un Aristo fiziğine yaptığını tamamen değilse de kısmen yaparak pabucunu dama attı. Kısmen diyorum, çünkü atom düzeyindeki fiziksel dünya halen Newton fiziği bilgisiyle çalıştığından köprüleri öyle yapıyoruz veya uçakları öyle indirip kaldırıyoruz. Fakat atom altı parçacık fiziğinde bunlar işimize çok da yaramıyor, çünkü atalarımızın da başına geldiği gibi evrene dair bilgilerimiz arttıkça daha önce evrensel diye kanıksadığımız bilgiler ve kuralların işlevsizleşmesiyle sınanıyoruz.
Kuantum Dolanıklığı
İşte atom altı parçacık fiziği söz konusu olduğunda örneğin Einstein’ın kuantum dolanıklığını neden-sonuç ilişkisindeki terkibi bozduğundan hareketle “uzaktan ürkütücü eylem” (spukhafte Fernwirkung) bulup Tanrı’nın zar atmayacağını söylese de Tanrı atom altı evrende zar atıyordu. Bir mümin olarak kuantum mekaniğinde en çok hoşuma gideni kuantum silgisi, zira tevbelerimizin günahlarımızı da sildiğine kapı aralıyor ve yaşadığımız evren de nihayetinde daha büyük bir evrenin atom altı parçacığı neden olmasın? İşte bu yeni evren anlayışında ya da milyarca galaksiyi trilyonlarca gezegeni barındıran evren de bir şekilde kuantum fiziğine göre çalıştığı için bir nevi sosyal ve beşerî bilimler için iade-i-itibar gündeme geldi. Nasıl ki ışık çift yarık deneyinde olduğu gibi hem parçacık hem dalga olarak hareket edebiliyordu hem de bunu kendisinin gözlemlediğine veya gözlemlenmediğine göre yapabiliyordu, işte sosyal ve beşerî bilimlerin öznesi ve nesnesi olduğunda insan hem gözlemlendiğinde hem gözlemlenmediğinde hem farklı coğrafyalarda hem farklı zamanlarda hatta aynı bireyin kendisi bile farklı tepkiler verebiliyordu. Böylece kuantum fiziği sosyal ve beşerî bilimler için kendilerini tekrar bilim olarak kabul ettirmenin de yolunu açmış oldu.
Bu kadar uzun bir peşrevden sonra başlıktaki göndermelerimizi gündelik siyasete nasıl aktarabiliriz ona bakalım. Malum önümüz yerel seçimler. Geçenlerde İstanbul’a gitmesem yaşadığım şehrin iktidara gelmesinden bu yana AK Parti’nin kalesi olması bir yana hem büyükşehir hem de alt kademe belediyeleriyle iktidar partisinin uhdesinde olmasından hareketle kendi adıma bir seçim havası teneffüs etmedim. Şehirdeki bilboardlarda AK Parti’nin konvansiyonel medyadakine benzer ezici üstünlüğü gibi tek tük CHP, YRP ve SP’nin reklamını saymazsak sanki belediyelerin hizmetlerine dair rutin bir bilgilendirme reklamcılığı yaptığını zannedebilirsiniz. Görebildiğim kadarıyla zaten yerel seçimler sanki sadece İstanbul’da ve eh biraz da Ankara’da yapılıyor gibi. Zira zapping yaparken İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyelerine dair reklam ve özel programların yanı sıra konvansiyonel medya iktidar partisinin adayı ile dolu. Kendi adıma adaşlığımdan kelli ismimin en azından bu kadar popüler olup frekans üstünlüğü edinmesi tabii ki nefsimi okşuyor.
Başlıktaki iktidarın süperpozisyonuna gelince, bunu üç anlamda kullanıyorum. Birincisi, yerel seçimler özelinde AK Parti, Millî Görüş belediyeciliğinden devraldığı mirasla kendisini öncelikle yerel iktidarda söz sahibi olduğu için geçen yerel seçimlerde -bir yol kazası olarak- kaybettiğini düşündüğü İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini geri almayı bir sehiv secdesi borcu olarak okuyor ki böylece bu konudaki süperpozisyonunu tekrar ikmal edebilsin. İkincisi ise, AK Parti’nin süperpozisyonu, 20 yılı aşkın merkezi iktidarı elinde bulundurması sayesinde yerel seçimlerde taşrada genellikle tutan merkezi iktidardaki partiyle uyumlu olalım ki hizmet için merkezden kaynak transferi yapılabilsin tezini tüm ülkeye uyarlamaya çalışan bir mantığı sunmaya çalışıyor. Üçüncüsü ise, AK Parti’nin süperpozisyonu, örneğin ekonomi veya dış politika kararlarının yerel seçimlerle eş tutulamayacağı propagandasını pompalıyor. Halbuki seçimler, yerel veya merkezi iktidara politikalarının toplumsal onayı anlamında bir fırsat sunar; hatta AB Parlamentosu seçimlerinin ulus-üstü vasfına rağmen ulusal anlamda bir onay mekanizması hep çalışagelmiştir.
Muhalefetin belirsizliğine gelince, Ziya Paşa’nın dediği gibi ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Genel seçimler sonrasında Altılı Masa’nın dağılması ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun aktif siyasetten uzaklaştırılmasıyla darmaduman değil parça pinçik bir muhalefet kaldı yadigâr. Yetmez Ama Evet’çilerden sonra Türk siyasetinin en makus talihli muhalifleri, Kılıçdaroğlu ve kendisini aday gösterenlerdir dersek sanırım abartmış olmayız. Zaten genel seçim sürecinde hop oturup hop kalkmasıyla Altılı Masa’nın sendelemesine yol açan İYİ Parti’nin akıbeti de büyük ölçüde bu yerel seçimlerden sonra netleşecek. Belki de yerel seçim sonuçlarına göre kendisine Cumhur İttifakı içinde bir yer bulmaya çalışacak. Bu belirsizliği besleyen başka unsurlar da var tabii. Örneğin, sadece İYİ Parti’nin değil, YRP’nin, SP’nin ve DEM Parti’nin de İstanbul’da aday çıkarmasıyla ülkenin tümündeki yerel seçimler ülkenin beşte biri nüfusa malik İstanbul’a odaklanmış durumda. Zira AK Parti eğer İstanbul’u YRP’nin oylarından dolayı kaybederse Cumhur İttifakı’nın kapılarını sonsuza dek kapatabilir. Öte yandan, muhalefet partileri açısından yerel seçimlere kendi başlarına girmeleri varlıklarını perçinleyebilmeleri açısından elbette önemlidir.
Siyaset Dolanıklığı
Siyasetin dolanıklığına gelince, nasıl ki kuantum mekaniğine özgü dolanıklık iki benzer parçacığın birbiriyle eşzamanlı olması sayesinde birbirlerinden ışık yılı uzaklıkta bile olsalar birbiriyle uyumlu tepkiler vermesi sonrası ışık hızından daha hızlı hareket ettikleri fikrine alan açıyorsa, Türk siyasetinde de neyin olmayacağını düşünüyorsak onun olması bizi şaşırtmaz. Tıpkı ışık hızı aşılamaz dediğimizde ışık hızını teorik olarak aşan dolanıklık durumunun yeni ışık hızı olması gibi, Türkiye siyaseti de atom düzeyinde değil atom altı düzeyde daha iyi anlaşılabilir. Mesela, seçimlerin tam da öncesinde bazı partilerin adaylarının bazı partiler lehine çekilmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Genel seçimlerde yaşadığımız gibi Muharrem İnce’nin adaylıktan çekildiğini açıkladığı halde yüzde 2,5 oy almasının şaşırtıcı olmaması gibi. Nihayetinde Türkiye siyaseti erke dönergeci gibi sonsuz enerji üretebildiğinden ve bu enerjiyi savurganca tüketebildiğinden, enerji de maddenin saf hali olduğuna göre atom düzeyinde bile Türkiye siyasetinde her an her şey olabilir.