İktisatla Barışmak

İnsanlar arasındaki ilişkileri kardeşlik temelinde tanımlayacağınız bir toplum idealiniz varsa haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak iktisadi faaliyetin belirleyici ilkesidir. İşin özü, barışın ve esenliğin egemen olacağı bir toplumsal düzen kurmaktır. Bunun olmazsa olmaz koşulu; insanlar arasında doğası gereği haksızlığa izin verecek, eşitsizlikleri büyütecek bir ekonomik kurgunun olmamasıdır.

1970’li yıllarda çocukluk çağımdaki İzmir Ramazanlarını hatırlıyorum. O dönemden beri Türkiye çok değişti ama Ramazan’ın yaşam ritminde yarattığı hissedilir etki hep aynı. Toplumdaki dindarlık yoğunluğundan bağımsız olarak Ramazan, kültürümüzün, değerlerimizin önemli bir parçası. Yazılı basının hâlâ kitlesel iletişimde belirleyici olduğu dönemlerde Ramazan klasiklerinden biri de bulvar gazeteleri de dâhil gazetelerde açılan Ramazan köşeleriydi. Bu geleneği ihya etmek üzere bu yazımızın konusu Ramazan’ın ruhaniyetine uygun olacak.

 

İslam, kelime anlamıyla Arapça esenlik ve barış anlamına gelen “selam” kelimesiyle aynı kökten. Dolayısıyla aralarında anlam yakınlığı var. Büyük harf “İ” ile yazılıp üzerine yüklenen terim anlamının asıl anlamını gölgede bırakması belki de İslam kavramının en büyük talihsizliklerinden biri. Zaman zaman, acaba kelimesi kelimesine tercüme ile adına “barış dini” denseydi Ortadoğu’nun tarihi farklı olabilir miydi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

 

İslam iktisadı ve İslami finans 40 yıldır dünyada konuşulan ve üzerine yazılıp çizilen bir alan. Yakın dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın para politikası ile ilgili tercihlerini “bu konuda nas ortada; nas ortadayken sana, bana ne oluyor” sözleriyle dini referansa dayandırmasıyla birlikte Türkiye’de de gündemde önemli yer tutmuştu. Yukarıdaki semantik analizi bu alana da genişletirsek, İslam iktisadı yerine “barış ekonomisi” diyebilir miyiz? Ya da acaba Müslümanların gereksinim duyduğu şey iktisatla barışmak olabilir mi?

 

İslam İktisadı: Bir Heyula

 

İktisat bir sosyal bilim. “Sosyalin (toplumun) bilimi olur mu?” tartışmasını epistemolojik bağlamda paranteze alıp kavramı genel kabul edilen anlamıyla tanımlayacak olursak bireylerin, firmaların ve devletin üretim-tüketim-tasarruf davranışlarını ve üretilen ekonomik değerin bölüşümünü inceliyor. Üretim ve tüketim düz anlamlarıyla daha anlaşılabilir kavramlar. Aslında iktisatta tasarruf adı verilen şey de deyim yerindeyse “tüketimden arta kalanı” ifade ettiği için tüketim ile yakından ilgili. İçinde bulunduğumuz dönemde elde ettiğimiz halde gelecekte tüketmek için bugün tüketmekten vazgeçtiğimiz değere tasarruf diyoruz.

 

Bu alanla ilgilenen çoğu kişi Adam Smith adını ve onun ünlü eseri “Ulusların Zenginliği”ni duymuştur. Kitabın uzun künyesine bakınca bu sosyal bilimin kurucu araştırma sorusunu hemen anlıyoruz. Kitabın tam adı “Ulusların Zenginliğinin Mahiyeti ve Nedenleri Üzerine Bir Araştırma”. Yani; iktisat disiplini en başta neden bazı devletler (İngilizcede ‘nation’ kavramı ulus kadar ulusun örgütlenmiş hâli olan devleti de ifade eder) diğerlerinden daha zengin ve bu zenginliği oluşturan unsurlar nelerdir gibi sorulara yanıt bulmaya çalışmış. Kısacası iktisadın terim olarak ilk ortaya çıkışı “ekonomi-politik” bağlamda olmuş. İktisatçılar, ekonomik değerin nasıl oluştuğunu, fiyatın anlamını ve nasıl belirlendiğini incelemiş. Böyle bir bilimsel disipline gereksinim duyulmasının şöyle bir gerekçesi var: Elimizde sınırlı olanak var. Seçimler yapmak, tercihlerde bulunmak zorundayız. Bir şeyi tercih etmek ise bir başkasından vazgeçmeyi gerektiriyor. İşte iktisat, bu seçimlerin nasıl yapıldığını nesnel olarak tanımlamaya, sınırlı olanakların ya da kaynakların çok sayıda seçenek arasında dağılımının nasıl yapıldığını bilimsel yöntemlerle ortaya koymaya çalışıyor.

 

İktisat biliminin iki boyutu var. Birincisi pozitif iktisat. Bu kapsamda toplumsal bir gerçeklik olarak iktisadı anlamaya çalışıyoruz. Bu yönüyle iktisat biliminin pozitif boyutu nesnel; bir başka deyişle iktisadı bir nesne, yani “ne ise ne” olarak kavramakla ilgili. Örneğin; fiyatın ne olduğu ve nasıl belirlendiği pozitif iktisadın konusu. “Malların fiyatı, onu üretmek için harcanması gereken emeğin değerine eşittir” yargısı da “bir mala olan talep, bu maldan tüketilen en son birimin sağladığı ilave faydaya eşittir” yargısı da ortaya atılan tezlerdir ve bilimsel yöntemle kanıtlanabilirlerse tıpkı fizikteki yerçekimi yasası gibi nesnel gerçekliği ifade eden iktisat biliminin önermeleri haline gelirler.

 

Sosyal bir bilim olarak iktisadın ikinci boyutu ise normatiftir. Ekonomideki tercihlerin nasıl yapılması, davranışların nasıl şekillenmesi gerektiğine ilişkin yargıları içerir. Ama bu yargılar da aslında iktisadi bir temele dayanır ve tamamen öznel tercihleri ya da kişisel kanıları yansıtan hükümler değildir. Örneğin; fiyatların arz ve talep tarafından belirlendiğini bilimsel bir yasa olarak ortaya koyduktan sonra, “ekonomideki bütün kaynakların en verimli biçimde kullanılması, dolayısıyla da toplumsal refahın en üst düzeye ulaşabilmesi için fiyatlara dışarıdan müdahale edilmemesi gerekir” yargısında bulunmak normatif bir çıkarımdır. “Ekonomide fiyatlar merkezi bir otorite tarafından mı yoksa piyasada serbestçe arz ve talep tarafından mı belirlensin” sorusu normatif iktisadın alanına girse de bu tercihlerden hangisinin nasıl sonuçlar doğuracağı pozitif iktisat tarafından kanıtlanarak ortaya koyulacak nesnel bilgiye dayanır. Dolayısıyla “iktisadın normatif yönü de var” demek asla amiyane tabirle “atış serbest” demek değildir.

 

İktisadın bir başka anlamı daha var. Bilim olmanın yanı sıra üretimin, tüketimin ve oluşan değerin bölüşümünün gerçekleştiği faaliyetin kendisine de iktisat diyoruz. Karışıklığı önlemek için ben bu ikincisine “iktisadi faaliyet” ya da “ekonomi” demeyi tercih ediyorum. Türkiye ekonomisi dediğimizde bilimsel bir araştırma konusu değil; Türkiye’de tarım, sanayi, inşaat, turizm gibi alanlarda gerçekleşen üretim faaliyeti anlaşılıyor. Bununla birlikte üniversitelerde (benim de defalarca verdiğim) “Türkiye Ekonomisi” adlı bir ders de var. Kısacası iktisat, hem bir davranışı ve onun cereyanını hem de bu sürecin bilimsel incelenmesini ifade ediyor. İslam iktisadı da benzer biçimde hem iktisadi faaliyeti İslam dininin epistemolojik çerçevesinde kavramaya ve anlamlandırmaya yönelik ilmî faaliyetin hem de İslam dininin kurallarına göre tanzim edilen bir ekonominin toplumsal yaşamdaki yansımalarının adı olmak durumunda.

 

İslam iktisadı alanındaki öncü fikirler ve ardından ilk çalışmalar Hint altkıtası ve Mısır Müslümanları tarafından üretildi. İslam iktisadının öncü kuşağının neredeyse hiçbiri iktisat eğitimi almamıştı ve hemen hepsi ya din bilgini kökenliydiler ya da siyasal hedefleri de olan bir toplumsal harekete/cemaate mensuptular. İslam dininin toplumsal yaşama ve daha özelde ekonomiye ilişkin önerileri olduğuna, bunların modern dönemde yeniden yorumlanarak uygulanmasına ilişkin belli belirsiz izleri, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Muhammed İkbal ve Seyyid Süleyman Nadvi gibi isimlerde görebiliriz. Alana aşina olanların hemen fark edeceği üzere 20’nci yüzyılın başındaki İslamcılığın modernist versiyonuna mensup kabul edilen bu isimlerin hemen ardından, konuyu daha köşeli ve keskin hatlarıyla ele alarak belki de İslam iktisadı kavramının ebeliğini yapan Mevdudi gelir. Ama bu bağlamda en önemli dönüm noktası, 1976 yılında Suudi Arabistan’da Kral Abdulaziz Üniversitesi’nde gerçekleştirilen 1. Uluslararası İslam Ekonomisi Konferansı olmuştur.

 

İslam iktisadının varlık sebebi; “İslam’ın bütüncül yapısının, hayatta karşılaşılabilecek her konuya naslar çerçevesinde çözüm bulmayı zorunlu olarak gerektirdiği” şeklinde özetlenebilecek İslamcı anlayıştır. Temelleri İmam Şafi’nin 9’uncu yüzyılda kaleme aldığı Er-Risale eserine kadar götürülebilecek bu bakış açısı doğrultusunda, İslam iktisadı çalışmaları gerek ekonominin pratik konularında gerekse iktisat teorisi alanında İslam hukukunun (fıkıh) ağırlık kazandığı bir disiplin olarak şekillendi. Ulusalcı ideolojinin ‘milletini’ inşa ederken kullandığı araçlara ve yöntemlere benzer şekilde hareket eden İslamcılık düşüncesi, İslam iktisadı kavramlaştırmasını da İslami olanın özgünlüğünü ispat etme ve hayatın her alanında belirleyici kılma arayışı içinde üretti.

 

Geleneksel toplumların tümünde bir “altın çağ” ideası vardır. Modern düşünce zaman içindeki evrimsel dönüşümü “tekâmül” (kemâle erme, olgunlaşma) olarak görürken geleneksel zihin, zaman geçtikçe altın çağdan uzaklaşıldığı için kaçınılmaz olarak bir bozulma yaşanacağını kabul eder. Değişim, doğası gereği kötüye doğru olmak zorunda ve en nihayetinde topyekûn ifsadın getireceği toplu yok oluş ile sonuçlanmaya mahkûm olduğundan, geleneksel toplum düzenleri değişimi olabildiğince önlemeye, var olan “kadîm düzeni” korumaya çalışır. Bu yaklaşım farklılaşmasını, lise tarih kitaplarınızda yer aldığı şekliyle 19’uncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan “nizam-ı kadîm (geleneksel düzen) – nizamı-ı cedid (yeni düzen)” geriliminden anımsayabilirsiniz. Doğuşu reformist esinler içerse de kurumsallaşması geleneksel toplum zihin kodları çerçevesinde olan İslam iktisadı da bu kapsamda değerlendirilmeli. Böyle olunca İslam iktisadının daha en başta büyük bir sorunla karşı karşıya olduğu görülür.

 

İktisadın bağımsız bir bilim olarak ortaya çıkışı, gelişimi ve iktisadi düşünce okullarının kurumsallaşması, kabaca 18’inci yüzyılın başından 20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar uzanan dönemde Batı toplumlarında üretim araçlarında ve ilişkilerinde yaşanan değişimin ve bunun sonucu ekonomik yapıdaki yeni durumların çevresindeki tartışmalarla oldu. O dönemde hâlâ varlığını sürdürme kavgası veren iki geleneksel Müslüman İmparatorluğu, Osmanlı ve Hindistan, bu gelişimi ancak gecikmeli ve edilgen biçimde izleyebildi. Dolayısıyla hem yeni durumları hem de bunlar çevresinde şekillenen tartışmaları, istihdam ve büyüme gibi kuramsal tartışmalar çerçevesinde geliştirecek imkâna sahip olamadı. Değişimin parçası olamayınca kalan tek seçenek, tarihin akışına karşı durmaya çalışmak oldu.

 

İslam iktisatçıları ilk iş olarak geçmişte farklı ortamlarda ve bambaşka bağlamlarda ortaya çıkmış uygulamaları ve kaleme alınmış metinleri yeniden anlamlandırmaya koyuldular. Sonunda ortaya çıkan yöntemin ana fikri; ekonomik yapının ve ilişkilerin giderek karmaşık bir hal aldığı modern dönemde Hz. Peygamber dönemindeki iktisadi sözleşmeleri ve işlemleri model alarak her türlü ekonomik faaliyeti şeklen bunlara uydurmaya çalışmak haline geldi. Biraz daha cüretkâr olanlar, çağdaş iktisat okulları tarafından geliştirilen modelleri garar (belirsizlik), meysir (kumar) ve riba (faiz) yasaklarından arındırarak “İslamileştirme” gayretine giriştiler.

 

Yarım yüzyılı aşan teorik ve pratik çabalara rağmen ne bir bilimsel disiplin olarak ne de İslam dininin kurallarına uygun ekonomik yapı ve işleyiş anlamıyla İslam iktisadı alanında ortaya koyulan sonuçlar, bizzat Müslümanları bile tatmin edemiyor. İslam bankacılığının ve İslami finansın yasalarla desteklendiği ekonomilerde bile bunlar, toplam finansal sektör içinde kayda değer bir ağırlık kazanamamış durumda. Sorunun temelinde, olguya ilişkin bilgiyi olgunun kendisinden değil, ilahî olduğu varsayılan referans metinlerden üretmeye çalışan zihniyet yatıyor. Francis Bacon’ın 15’inci yüzyılda Katolik Kilisesi’nin babaları arasında gerçekleştiğini naklettiği “atın ağzında kaç diş var” tartışmasına benzer skolastik bir yöntem bu. İslam iktisadının ulaşmaya çalıştığı nihai emel, iktisat olgusunun gerçekliğini “ne ise ne” (nesne) olarak kavramak değil. Zaten ‘gerçek’ olduğu ilahî referansla kanıtlanmış olan (daha doğrusu böyle olduğu peşinen kabul edilen) bir sonucu doğurmak. Önyargılara dayanan kanaatlerin tümdengelimsel çıktısını husule getirmek. İslam iktisadı alanında çalışanlar, bunu başarabilirlerse hayalini kurdukları geçmiş parlak günlere dönülebileceğine inanıyorlar. Sorun şu ki geleneksel toplumlarda, küçük ölçekli tarımsal ekonomilerde yaşanmış ve bugün için birebir biçimsel model olamayacak sözleşmeler ve işlemler, küresel ekonominin karmaşık gerçekliğinde var olamıyor. Belki daha hazin olan ise dinin kendisinin böyle bir talebi olduğunun da çok tartışmalı olması. En azından Osmanlı tarihsel deneyimi, İslam iktisadı çalışmaları yürütenlerin bu konuyu yeniden değerlendirmesi gerektiğine ilişkin bir hayli geçerli ipuçları sunuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun doğal çevresinin, fiziksel koşullarının, inanç yapısının, siyasal geleneğin hedeflediği toplumsal tasarımın Batı’dakinden bir hayli farklı olmasına ve nihayet bütün bunların sonucunda tarihsel tecrübenin de farklılaşmasına karşın 19’uncu yüzyılın özellikle son çeyreğinde “ezmanın tagayyuru ile ahkâmın tagayyuru inkâr olunamaz (dönemsel koşulların değişmesi yargıların da değişmesini gerektirir)” ilkesi doğrultusunda ekonomik yapının ve ilişkilerin bizzat devletin kendisi tarafından kökten biçimde ele alındığını biliyoruz.

 

Homo Islamicus Homo Economicus’a Galebe Çalar mı?

 

İslam iktisadının bir diğer açmazı da “olgun, erdemli Müslümanlar” tarafından yaşanacak bir model olarak tasarlanmış olması. Bir başka deyişle İslam iktisadı, ancak İslam İnsanı (Homo Islamicus) tarafından yaşanabilir. Homo Islamicus, İslami ilkeleri iktisadi sistemde uygulayan birey olarak tanımlanır. İslami sosyoekonomik sistemin başarılı biçimde uygulanması için gerek koşul, toplumu oluşturan insanların dinin kurallarına uygun davranışlar sergilemesidir. Homo Islamicus, İslami değerler ile şekillenmiş bir akıl ile hareket etmelidir ve İslami değerlerin egemen olduğu ideal toplumun bir parçasıdır. Bu tanımların soyut ve farklı dini toplulukların yorumlarına göre değişim gösterecek normatif ve ahlaki tanımlar olduğu açık. Durumun farkında olan ve modern iktisatta birey davranışını açıklayan fayda modelleri karşısında alternatif üretmeye çalışan İslam iktisatçıları, Homo Economicus sadece kısıtlı bir zaman dilimi için çıkarını en üst düzeye çıkarmayı simgelerken, İslami bireyin sonsuz zamanı (dünyayı ve ahireti) düşünerek karar almakta olduğu gibi bir açıklama getirmeye çalışır. Sorun şu ki sonlu bir büyüklüğün (dünya) sonsuz bir büyüklüğe (ahiret) oranı sıfır çıkacağından o zaman Homo Islamicus’un tamamen zâhidâne bir yaşam sürmekten başka rasyonel tercihinin olmaması gerekir. Bu ise İmam Gazzali’nin bile kitlesel olarak tavsiye etmediği bir davranış olacak, toplumsal iş bölümünün ve yaşamın sürmesini olanaksız kılacaktır. Yine Homo Economicus – Homo Islamicus karşılaştırması yapan İslam iktisatçılarının pozitif ve normatif alanları ayrıştırma konusunda kafa karışıklığı yaşadığı düşünülebilir. Zira bizzat Kuran, insanın doğası ile ilgili genel tanımlamalarında modern iktisadın faydacı bireyinden çok farklı nitelendirmeler yapmadığı görülür. Bir başka deyişle yaratılışta farklı olan ayrı bir Homo Islamicus olmadığına göre, İslam iktisadı bilimsel bir disiplin olmaktan ziyade insanlara ekonomik ilişkilerinde ahlaklı davranmayı öğütleyen bir öğretiye dönüşmektedir.

 

Özetle İslam iktisadı, kapitalist ekonomiye Homo Islamicus’un getireceği ahlaktan ibaret hale gelir. İslami ekonomiyi diğer ekonomik sistemlerden farklılaştırması beklenen de takva sahibi Homo Islamicus’un göstermesi beklenen toplumsal sorumluluk ahlakıdır. Ancak, bunu görebilmek için önce herkesin Homo Islamicus olmasını beklememiz gerekecektir. Bütün bunları kabul etsek bile bu modelin gerçekten özgün bir iktisat modeli kurması mümkün görünmüyor. Zira Homo Islamicus ekonomisinde malların ve emek ile sermaye gibi üretim faktörlerinin fiyatlarının/değerlerinin nasıl belirleneceği sorusuna verilecek yegâne yanıt “adalete ve takvaya göre” olacaktır. Bu bağlamda, Homo Islamicus bir patronun işçisinin emeğinin değerini ve sattığı malın fiyatını “adalete ve takvaya” göre belirleyeceği varsayılmaktadır. Öte yandan çağdaş kurumsal yönetişim ilkelerinin (bütün paydaşlara adil davranma, şeffaflık, hesap verebilirlik, doğal çevreye ve topluma karşı sorumluluk) etkin biçimde yaşama geçirildiği bir iş çevresinin, İslam iktisadının hedeflediği ahlaki boyutu içereceği de açıktır. Sonuç olarak; İslam iktisadı pozitif yönü hiç olmayan, normatif yönü de bir hayli spekülatif bir çerçevede dilek ve temennilerden ibaret bir heyulaya dönüşür.

 

Faiz Caiz Olur mu?

 

İslam iktisadının üzerinde titizlikle durduğu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan sayesinde popüler olan faiz yasağı da kendi içinde birçok sorun barındırıyor. Faiz yasağı sadece İslam inancına özgü bir yasak değil. Hristiyanlıkta, Musevilikte hatta dinleri bir kenara bırakın, klasik döneme ait düşüncelerde de yer alır. Sebebi de çok anlaşılabilir. İktisatla ilgilenen herkesin bildiği gibi, klasik iktisat düşüncesinde değer üreten üretim araçları toprak ve emektir. Finansal sermaye, tarihin çok geç dönemlerinde bir üretim ve değer yaratma aracı olmuştur. Yüzyıllar boyunca dünyada nüfusun ve ekonomilerin büyümesini zaman serileriyle ortaya koyan Angus Maddison’ın çalışması, 16’ncı yüzyıla kadar sermayenin marjinal hasıla katsayısının bire eşit olduğuna işaret etmektedir. Bu perspektiften bakarsanız; sermayeye, emekten ve topraktan ayrı bir kategoride yaklaşılması kendi içinde tutarlı ve mantıklıdır. 16’ncı yüzyılda coğrafi keşifler, deniz aşırı ticaret ve erken teknolojik gelişme sonucu yatırım mallarının çeşitlenmesi sonucunda finansal sermaye artık değer yaratmaya başlar başlamaz bütün İbrahimî dinlerde sermayenin üretimden pay almasını sağlamaya yönelik çözüm arayışlarının gündeme geldiğini görüyoruz. Verilen borç karşılığında alınan fazlalığın haram olan faiz kapsamına girmemesi hususunda bazı hukuki çözümler üretilmeye çalışılmış, bu bağlamda Osmanlı pratiğinde mualele-i şer’iyye, bey’ bi’l-istiğlal gibi hukuki çözümler geliştirilmiş ve bu çözümler kurumsallaştırılmıştır. Muâmele-i şer’iyyeye cevaz verilmesinin yanı sıra muamele işlemlerinin kadıya tescil ettirilmesi, yüzde 15 oranının üzerinde muamele yapılmasının yasak olması ve şer’i muamele yapılmaksızın ribh (fazlalık) talep edilememesi gibi bazı sınırlamalar getirilmiştir.

 

Bu konudaki iki temel meseleyi sonuca bağlamadıkça ortaya çıkacak olan şey, olsa olsa “faizi hangi biçime sokup alalım” oluyor. Birinci mesele paranın ne olduğu; ikincisi paranın zaman değeri meselesi. Birinci ile ilgili uzun süredir devam eden ortak bir çalışmamızı yakında kitap olarak yayımlayacağımız için ayrıntıya girmiyorum. Merak edenler kitabı okuyabilir. Ama kısaca fıkıh kitaplarında ya da İslam iktisadı literatüründeki para ile bugün ekonomide para olarak tanımlanan şeyler arasında farklılıklar olduğunu ifade edebiliriz.

 

İkinci mesele, yani paranın zaman değeri daha cazip bir tartışma alanı. Bugünkü 100 lira ile bir yıl sonraki 100 lira aynı şey midir? Bu konunun da iki bileşeni olduğunu söyleyebiliriz. Birinci kısım kolay; enflasyonun olduğu bir ortamda bir yıl sonraki 100 liranın bugünkü 100 liradan daha az değerinin olacağını herkes kolaylıkla anlar. Bugün 20 ekmek almamızı sağlayan para ile bir yıl sonra sadece 10 ekmek alabiliyorsak, her ikisi de tıpatıp aynı iki adet 100 TL’lik banknotlar da olsa bir yıl sonraki 100 liranın bugünkü 100 liranın sadece yarısı olduğu açıktır. Zaten bu yüzden “enflasyon kadar artış faiz değildir” şeklindeki görüş fıkıh çevrelerinde de kabul görür hale geldi. Bununla birlikte konunun ikinci boyutu da önemli. Hiç enflasyon olmasa da acaba gelecekteki paranın bugünkü eşdeğeri daha düşük olabilir mi?

 

Faiz yasağı, faizin herhangi bir ekonomik karşılığı olmadığı halde alınan fazlalık olduğu algısına dayanır. İnsanların şu andaki tüketim olanağını gelecekteki aynı miktardaki tüketim olasılığına tercih etmesi, paranın zaman değerinin felsefi temelini oluşturur. Buna göre faiz arızi bir şey değildir, piyasadaki diğer fiyatlar gibi bir fiyattır. Özelliği ise zamanın fiyatı olmasıdır. Taraflar, değiş–tokuş ettiklerinin eşdeğer olduğunu düşündüğünde alışveriş gerçekleşmez. Bir takası ancak aldığınıza, karşılığında verdiğinizden daha fazla değer yüklediğiniz için gerçekleştirirsiniz. Kuramsal bir tartışmadan olabildiğince kaçınarak bu akıl yürütmenin dayandığı üç rasyonel nedene işaret etmekle yetinelim. Birincisi; ani gereksinimler doğabileceği için bugünkü sahip olunan ekonomik varlığın nesnel faydası, dolayısıyla değeri, gelecekteki aynı miktar varlığa göre daha yüksektir. Borçlanmak, bugünkü değerin gelecektekiyle takası anlamına geldiğinden faiz, bu ikisi arasındaki farktan doğmaktadır. İkincisi; yukarıda da ifade edildiği gibi sermayenin ekonomik üretimde artık değer yaratmasını mümkün kılan karmaşık üretim sisteminde sermaye kullanarak gerçekleştirilen dolaylı üretim, doğrudan üretime göre daha yüksek verimlilik taşır. Sermaye kullanmadan yapılan doğrudan üretimin zorluğu ve süresinin uzunluğu, kullanılabilecek teknolojik olanakların etkinliğe sağlayacağı katkı gibi unsurlar bu tespitin temelini oluşturur. Üçüncüsü; bugün kesinken gelecek belirsizlik içerir, eldeki bir kuş daldaki iki kuştan iyidir.

 

İşin ilginci aslında geleneksel fıkıh da paranın zaman değeri olduğunu örtük olarak kabul ediyor. Bir malın peşin satışı ile vadeli satışında farklı fiyatlar olabiliyor, sadece “bunlar aynı değil iki ayrı satıştır” deniliyor ve böylece vade farkı meşrulaştırılmamış oluyor. Açıkça konuşursak dinin elden gideceği zannıyla konuşmaktan kaçındığımız, tabulaştırdığımız çok mesele var. Acı gerçek şu ki son 150 yıldır başımızı kuma gömerek, aşikâr olanı görmezden gelerek, bazen saklambaç bazen körebe oynayarak hiçbir düşünsel, siyasal ve toplumsal krizi çözemedik.

 

Bu analiz, Kuran’da yasaklandığına kuşku olmayan faizi caiz göstermek gibi bir amaç taşımıyor. O zaman tartışmayı şu şekilde ortaya koymak daha doğru olacak. İslam dininin “riba” olarak adlandırdığı ve yasakladığı bir ekonomik işlem var. Bu işlem, borçlu ile alacaklı arasında alacaklı lehine dengesiz bir üstünlük olduğu, borca konu olan şeyin borçlanana sağladığı fayda ile orantısız bir karşılık alındığı bir nitelik taşıyor. Kısacası gerçek ekonomik karşılığı olmayan bir fazlalık talep edilmesi ve bunun taraflardan biri aleyhine büyük haksızlıklara, kayıplara yol açması söz konusu ise o işlem yasal görülmüyor. Modern devlet düzenlerinde gerek ticari gerek bireysel borç-alacak ilişkileri de, ödemenin gecikmesi durumunda uygulanacak yöntemler de borçlar hukuku çerçevesinde tanımlanmış. Bu alandaki işlemler hakkaniyete uygun kurallara bağlanmış, ihtilafların nasıl çözümleneceği belirlenmiş, haksızlığa yol açabilecek merdiven altı işlemler ve tefecilik katı biçimde yasaklanmış. Dolayısıyla aslında insan aklı da İslam’ın faiz yasağındaki illeti ve hikmeti gözeten bir düzen öngörmüş.

 

30 yıldır kuramsal çerçevede iktisat bilimi ile uğraşıyorum, pratikte de ekonomiyi ve ekonomideki gelişmeleri izliyorum. İslam iktisadı ve özellikle İslami finans, bu çerçevede üzerine eğilip anlamaya çaba harcadığım konular arasında. Mustafa Özel’in ve rahmetli Adnan Büyükdeniz’in seminerlerini saymazsak bu alanda katıldığım ilk akademik program İslam Kalkınma Bankası Araştırma Bölümü tarafından 1994’te İstanbul’da düzenlenen bir haftalık seminer programıydı. Bu kadar erken bir dönemde İslami finans konusunda iki tebliğde tartışmacı olarak yer aldığımı da hatırlıyorum. Akademik ve profesyonel kariyerim boyunca; Cidde’den Kuala Lumpur’a, Leicester’dan Lüksemburg’a kadar bu alandaki bütün bilgi merkezlerinde bulundum. İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimî Komitesi (İSEDAK), İslami Finansal Kuruluşlar Muhasebe ve Denetim Kurumu (AAOIFI), İslami Finansal Hizmetler Kurulu (IFSB) gibi kuruluşların kurullarında yer aldım. Uluslararası İslami Likidite Yönetimi Kuruluşu’nun (IILM) kuruluşunda bulundum, yönetim ve icra kurullarında görev yaptım. Bütün bunları zikretmemin nedeni, bu alanda bazı görüşler ileri sürerken zihni modern eğitim tarafından ele geçirilmiş, hariçten gazel okuyan bir “Garbzede” olmadığımı vurgulamaktır.

 

Faizi sert bir şekilde yasaklayan Bakara Suresi 279’uncu ayet şöyle der: “Eğer (bu yanlıştan) döner ve vazgeçerseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık edersiniz ne haksızlığa uğrarsınız.” Yani işin özü haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak. İnsanlar arasındaki ilişkileri kardeşlik temelinde tanımlayacağınız bir toplum idealiniz varsa haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak iktisadi faaliyetin belirleyici ilkesidir. İşin özü, barışın ve esenliğin egemen olacağı bir toplumsal düzen kurmaktır. Bunun olmazsa olmaz koşulu; insanlar arasında doğası gereği haksızlığa izin verecek, eşitsizlikleri büyütecek bir ekonomik kurgunun olmamasıdır. Barış ekonomisinin tarihsel şablonlar, dar ve dışlayıcı kalıplar, hayalci skolastik idealar ile değil insana bahşedilmiş en yüce nimet olan akılla kurulabileceğini anladığınızda iktisatla da barışabilirsiniz. Zira;

 

Hararet nardadır sacda değildir,

 

Keramet baştadır tacda değildir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.