İlahiyatlar Neden Hedefte?
Dinî grupların ilahiyat hocalarının ne okutacağını, nasıl okutacağını telkin etmesi ya da tahkir amaçlı diline dolaması akıl almaz ve kabul edilemez bir manzaradır. Bilimsel ve entelektüel kazanımlarımızın yok olmasına göz yummak anlamına gelir.
İlahiyat Fakülteleri’nin durumu, Türkiye ve dini düşüncedeki yerleri, İlahiyat öğretim üyelerinin görüşleri ve bunların kimi zaman geleneksel dini düşünceyle yaşadığı gerilim bazen konu bazlı olarak bazen de kişiler üzerinden kamuoyunda tartışılıyor.
Son aylarda gündem olan İslam düşüncesi ve İlahiyat başlığı altındaki tartışmaları Prof. Dr. Mehmet Evkuran ile konuştuk.
Evkuran, bu tartışmaların “Dine karşı Din” ekseninden çıkamamasının sakıncalarına dikkat çekerek örgütlü bazı dini grupların İslam’ın ilk dönemlerinden bugüne yüzyıllardır özgürce tartışılan konuların bugün de tartışılmasına gösterdikleri tahammülsüzlüğün altını çiziyor.
Bir süredir sosyal medyada yer alan ilahiyat fakültelerini ve bazı ilahiyatçıları hedef alan yayınlardan hareketle ilahiyat fakültelerinin sosyal işlevleri ve özgür bir ortama sahip olup olmadıkları konusunda neler düşünüyorsunuz?
Öncelikle ilahiyat fakültelerinin neden bu kadar çok konuşulmaya başladığını sorgulayalım. 28 Şubat sürecinde de ilahiyatlara yönelik ötekileştirici bir söylem kullanılmıştı. Yönetici elitin rejim tasavvuruna uygun bir din söylemi geliştirmesi, ilahiyatın varlık nedeni ve meşruiyet şartı olarak sunuldu. Bu rolü gönüllü oynayan kimi ilahiyatçıların sergiledikleri hafızalardaki yerini korumaktadır.
Ülkemizdeki şartların dinî özgürlükler lehine değişmesi ve Müslüman kimliği üzerindeki baskıların ortadan kalkması dinî grupların daha görünür olmasına, güçlenmesine, etkinliklerinin ve nüfuzlarının artmasına neden oldu. Dindar-muhafazakâr geleneğe dayalı siyaset yapan yöneticilerin örgütlü dinî grupları daha çok dikkate ve itibara almaya başladıkları bu süreç, önceden belirli bir çerçeve ile sınırlı kalan din eksenli gerilim ve rekabetlerin topluma yansıması sonucunu doğurdu.
Ancak burada tuhaf olan şey, üniversitenin bir birimi olarak çalışan ilahiyat fakültelerinin, sanki bir anda dinî grupların özellikle geleneksel din anlayışını savunan grupların hedefi haline gelmesidir. Aslında dinî gruplar öteden beridir ilahiyat, İmam Hatip Liseleri ve Diyanet hakkında bir gündeme sahip idiler. Bunlardan bazısı bu kurumları modern devletin bir uzantısı ve din düşmanı olarak görüyorlardı. Benzer düşüncelere sahip diğer çoğunluk ise bu kurumlara daha esnek bakmayı tercih ettiler.
Gerçekten de her kurum gibi ilahiyat fakülteleri de toplumsal değişimlerden etkilendi, ülkedeki ve bölgedeki zihinsel dönüşümlerin yakından izlendiği ve tartışıldığı dinamik entelektüel kurumlar haline geldi. Bu yönüyle geleneksel dinî eğitim veren kurumların yapamadığı çok önemli işlevleri yerine getirdiler. Toplumdaki İslamî düşüncenin üzerindeki etkisinden dolayı İlahiyatlar, siyasetçilerin ve stratejistlerin ilgi odağı oldu. Liberal olmayan muhafazakâr siyasetçilerin ilahiyata bakışı daima mesafeli olmuştur. Onlara göre İmam Hatipler, kimlik ve aidiyetlerin temin edilip sağlama alındığı kurucu kurumlardır. İlahiyatlar ise gereğinden çok ve fazladan bir şeyler yapmakta ve var olan kesinlik/keskinliği aşındıran muhalif kurumlar olarak görülmeye başladı.
YENİ BİR TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ İÇİN İLAHİYATLAR PİLOT UYGULAMA SEÇİLDİ
Bu gruplar veya yaklaşımlar resmi bir kurum olarak Diyanet’i yeterli bir teminat olarak görmüyorlar mı? Bundan dolayı mı İlahiyatlara karşı mesafeliler?
Tüm bunlara bağlı olarak ilahiyat/ilahiyatçı düşmanlığının tek bir nedene bağlı olmadığını söylemeliyim. İlk olarak İslam’ın toplumsal olarak görünürleşmesine ve güçlenmesine bağlı olarak ortaya çıkan bir sonuçtur bu. Bazı gelenekçi dinî gruplar ve onların medyadaki ve akademideki temsilcileri, dindarlıklarını kanıtlamak için ilahiyata saldırmayı dinî bir görev sayıyor olmalılar. Böyle yaparak İslam düşmanları ve misyonerler ile mücadele ettiklerini düşünmektedirler. Buradaki tehlike, tekfirci ve saldırgan olmayan diğer gelenekçi yapıların da aynı safta sayılmalarıdır.
İkincisi, siyaset ve bürokraside güçlenen dinî grupların baskısı ve yönlendirmesi sonucu yeni tür bir toplum mühendisliği için pilot uygulama olarak ilahiyatların seçilmiş olmasıdır. Yeniden tanımlanmış zorlama bir güvenlik paradigmasına bağlı olarak ‘modernist, yenilikçi, tarihselci, eleştirel, sorgulayıcı, Ehl-i bidat vs.’ teoloji ve felsefe alanına ait kavramların, yeni politik ötekiyi inşa etmek için anahtar kavramlar olarak seçilmesidir. Bu bilgi hiç şüphesiz stratejiktir ve uygulanıp sonuçlarının görülmesi gerekir. Nitekim bazı ilahiyatçı hocaların adının yer aldığı listeler, ‘din düşmanlarını ifşa etmek’ gerekçesiyle açık bir nefret söylemi eşliğinde periyodik biçimde medyada verilmektedir.
Dinî ve millî hassasiyetlerin yükseldiği bir süreçte ‘içimizdeki düşmanlar’ söylemi ile toplumsal alanı geren bu yayınların gerçek hedeflerinin ne olduğunu araştırmak ve ortaya koymak bir güvenlik sorunudur. Zira ben ilahiyat düşmanlığı üzerinden nefret söylemi geliştirenlerin, geleneksel dinî duyarlılığa sahip gruplar olduğundan emin değilim. Burada derinlerde bir yerde yerli ve millî olmayan bir mekanizmanın olduğunu sanıyorum. Yanlış anlaşılmak istemem. Biz tekfir ve ayrışma üretmeyiz, demiyorum. Bizdeki fanatizm de çok yıkıcı sonuçlar üretebilecek potansiyele sahiptir. Gelenekçi dinî gruplarımızda sevmediği kişiyi, Allah’a havale etme, uğraşmama, konuşup meşhur etmeme türünden standart eğilimler vardır. Ancak bu kez karşımızda, metinleri ve videoları didik didik eden, fitne ve huzursuzluk çıkarmak için nereye dokunacağını iyi bilen stratejik bir mahfil var.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra din, dini grup, cemaat kavramları da farklı yorumlandı. Kimi sorguladı ve uç noktada tüm dini yapılanmaları hedef aldı, kimi de yanlış gitti geriye kalan doğru yaklaşımına evrildi. Siz nasıl bakıyorsunuz?
15 Temmuz’dan sonraki süreci doğru okuduğumuzu sanmıyorum. İlginçtir doğru okuyanlar ve bu süreçte aktif çalışanlar bir bir tasfiye edilmektedir. Bunlardan birisi, belki de göze batanı Mustafa Öztürk’tür. FETÖ konusunda çarpıcı analizler yapmış ve bu yapının beslendiği ekolojiye dikkat çeken söylemler ortaya koymuştur. Oluşan havanın etkisine kapılarak tüm dinî grupların töhmet altında tutulmasının yanlış ve haksız olacağını bu konuda hakkaniyetten ayrılmamak gerektiğini de söyleyen yine odur. Ancak giderek artan oranda kendisine yönelik itibarsızlaştırma kampanyaları yapılmış, ‘aynı kefeye koymaya karşı çıktığı’ dinî grupların tekfirci yaklaşımları karşısında pes etmek zorunda kalmıştır. İlahiyat, akademik duyarlılığa sahip bir camiadır.
Bu gelişmeler, daha önce rastlanmayan türde bir korku iklimi yaratmaya başlamıştır. Siyaset bürokrasisi ile tekfirci dinî gruplar arasında kurulan yeni ittifakın ve bunun ardında yatan toplum mühendisliği düşüncesinin, ilahiyat çalışmalarına ve ilişkilere zarar vereceği açıktır. Her ne kadar üslup, usul vs. başlığı açarak “Mustafa Öztürk de az değil” düşüncesine bağlayan bir apoloji ortalıkta dolaşsa da meselenin bir akademisyenin kişisel üslubunun ne olduğundan çok daha fazla bir şey olduğu ortadadır. O kadar popüler olmayan hocaların ve hatta vefat etmiş olanların resimlerinin yer aldığı listelerin yayınlanması, dine ve değerlere sahip çıkmanın çok ötesinde bilinçli bir operasyonun işletildiğini gösteriyor. Farklı düşünceler taşımasına rağmen yaşanan bu tehlikeli süreçten son derece rahatsız olan ve kendini saldırı altında hisseden çok sayıda ilahiyatçı ve akademisyen var. Akademisyen duygularını bilmeyenlerin bu süreçteki derin suskunluğu anlamalarını beklemiyorum.
BÖLGEMİZDEKİ MEZHEPLER ARASI GERİLİMİ ÖNLEYEBİLECEK TEK ADRES TÜRKİYE
Bu tartışmaların İslam dünyasını ilgilendiren boyutu nedir?
Mevcut durum biraz da Ortadoğu İslam coğrafyasında izlenen politikalar ile ilgilidir. Irak ve Suriye’de devam eden çatışmaların mezhep savaşlarına dönüştürülmeye çalışıldığı, uzun süreli ve yaygın çatışma alanları oluşturulduğunu görüyoruz. Bölgede bunu önleyebilme potansiyeline sahip birkaç ülkeden biri hatta başta geleni Türkiye’dir. Açık konuşalım: Ülkemizde ve bölgemizde uygulanan Batıcı ve seküler politikalar Müslüman kimliğini baskı altında tutmuş ve canımızı yakmış ise de diğer taraftan olumlu bir sürece de imkân tanıdı. Din ve mezhep eksenli kimliklerin öne çıkmasını engelleyerek daha esnek, kuşatıcı ve çağını tanıyan bir toplumsallaşmayı destekledi. Bunun en çarpıcı sonucu, bölgemizde mezhep çatışmalarının biraz daha uyumaya devam etmesi olmuştur.
Şimdi ise İslam geri dönüyor, ancak nasıl? Mezhebî kimliklerin başını çektiği din algıları, bölgenin her köşesini yeniden bir çatışma alanına dönüştürmeye başladı. Fıkıh ve kelam alanında mezhep kavramı hakkında yaptığımız olumlu-olumsuz bütün değerlendirmeler bize kalsın, mezhepler ve mezhep içi kimlikler dinî hakikati sahiplenme mücadelesi verirken, şiddet ve terör üretmektedirler. Kendisi kadar sert olmayan çocuklarını ötekileştirip yemeye başlaması da bu sürecin karanlık yanıdır.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
“Dine karşı din” projesi küresel güçlerin İslam dünyası üzerinde uyguladığı güncel bir politikadır. Şiî-Sünnî, modernist-gelenekçi, tarihselci-evrenselci vs. hepimize yönelik bu din içi çatışma projesini boşa çıkarmak için ülkemizdeki ve geleneğimizdeki çoğulculuğu korumak için gayret etmeliyiz. Yanlış tanımlanmış ve özünde hiçbir mezhebe benzemeyen tekfirci neo-Sünnîliğin, tarihsel olarak da teolojik olarak da bizimle bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu “hilafet devleti” yanılsamasında olduğu gibi küresel güçler tarafından yürütülen algı operasyonu ve teolojik bir kurgudur. Muhafazakârlık rolünü oynayan tekfirci Sünnî gruplara teslim olmuş bir Türkiye’yi manipüle etme ya da etkisizleştirme politikası güdüldüğünü düşünmek, fazla kuşkucu olmak değildir. Ülkeyi ve toplumu yok oluşun eşiğine götürecek tekfirci ve batınî gruplara karşı eleştirel söylemlerin üretildiği yegâne kurumlar ilahiyatlardır. Sadece bu bile, ilahiyatların ve üretken ilahiyatçıların niçin hedef olarak seçildiğini yeterince ortaya koymaktadır.
Tartışmalara ve tepkilere yol açan vahiy ile ilgili görüşler, İslam düşünce tarihinde daha önce de gündeme gelmiş midir, yoksa bu fikirler ilk kez mi ortaya atılmaktadır?
Bu konuyu burada değil ayrı bir başlık altında tartışmak isterim. Uzmanlık alanım olan Kelam ilminin konusu olan vahiy/kelâm’ın mahiyetine dair bu mesele hakkında sadece kelam ekollerinin değil filozofların ve sûfilerin de kendilerine özgü görüşleri bulunmaktadır. Dinî ilkeleri savunmak için ortaya çıkan kelam ekolleri itikadî konulara ilişkin sistematik görüşler üretmişlerdir. İtikadî konularda görüş ve yorum üretmelerini yadırgamamak gerekir. Zira aklî delil kelâmda esastır. Burada güdülen amaç, aklî gerekçelerle sağlam bir çerçeve oluşturarak İslam’ın temel umdelerini savunmak ve korumaktır. Hal böyle olunca vahiy meselesinde de temellendirmeler ortaya koymak üzere görüşler geliştirilmiştir. Bunlardan hiçbiri Kuran-ı Kerim’in vahiy yoluyla ilahi kaynağa dayandığını konusunu tartışmaya açmaz. Bunlar erbabınca bilinen hususlardır.
BELİRSİZ, GİZEMLİ, HESAP SORAN YAPILARIN NEREDE DURACAĞI BELLİ DEĞİL
O zaman Öztürk bu düşünceleri ilk kez dile getirmedi mi?
Mustafa Öztürk vahiy ile ilgili görüşlerini kitaplarında sunmuştur. Tartışmalara ve tepkilere yol açan konuşması kamuya açık bir toplantıda değil, özel bir ortamda gerçekleşmiştir. Din gibi canlı ve hassas bir konuda dikkatli olmanın gerekliliğini her ilahiyatçı bilir. Hiç kimse durduk yerde hedef olmak istemez. Burayı açmak gerekir. Bir konunun ilim alanında ele alınması kaçınılmaz olarak spekülatif ve sorgulayıcı bir yaklaşıma taşınması demektir. Akademisyenler kesin kanaatlere sahip oldukları kadar sorgulama konusu yaptıkları spekülasyonlarla da zihni meşgale üzere olurlar. Çalıştayların, özel tartışma ve sohbet toplantılarının bir amacı da bu spekülasyon ve sorgulamaların sunulup tartışılmasıdır. Biz eğitimciler zaman zaman toplumda oluşan bir düşünceyi duygu ve hezeyan modunda ifade eder ve aramızda tartışırız, birbirimize içimizi dökeriz. Bu noktada içerik tartışmasını başka bir bağlamda yapalım!
Önümüzde iki figür bulunmaktadır: Birincisi hayatı, sözleri, eserleri, ilişkileri ve etkisi ile kamuya açık, ortada, hesap sorulabilir/verebilir, birey olarak kendisini tanımlayan bir akademisyen. Kendisine yönelik saldırılar karşısında sözel olarak savunma dışında imkânı bulunmayan, sonuçta da resmî görevinden ayrılmak zorunda kalan gücü sınırlı bir insan. Diğeri ise gücünü açık, şeffaf, anlaşılır, erişilebilir olmaktan değil de örgütlü oluşundan alan, kamuoyuna Sünnî kimliği ile kendini tanıtan ancak gerçek öğretisi ve amaçlarını kamuoyu ile paylaşmayan, belirsizlikten meşruiyet devşiren gizemli bir yapı. Kendini bürokrasiye kabul ettirmiş görünen, hesap verme değil hesap sorma konumuna yerleşen bir yapı.
Geleneksel değerleri ne kadar muhafaza ettiği ve geleceğimizin şekillenmesinde nasıl bir rol oynayacağı kocaman bir soru işareti olan bu yapıların hedef seçtiği kişilerden sonra durmayacağı, kurumlar üzerinde de vesayet oluşturmaya çalışacağını yakın tarihten kesin kanıtlar göstermektedir. Dolayısıyla problem sadece ilahiyatlar ile sınırlı değildir. Kendilerine sağlanan özgürlükleri kötüye kullanan ve dinî/İslamî çeşitliliği yok etmeyi yaşam tarzı edinen mahfiller hem kendilerini hem de diğer dindarları zor duruma sokacak politikalarla İslam’ı da Sünnî kimliği de acımasızca tüketmektedirler.
Tam da bu noktada yaygın kullanımıyla Sünnî bir tutum görüyoruz. Hatta açıkça Ehl-i Sünnet müdafaası diyenler bile var. Nedir bu Sünni tutum?
Sünnîlik gizeme karşı açık olmayı, fitneye karşı istikrarı, iktidar gücünün ve kamu düzeninin dinî ihtilaflarla zayıflatılmasına karşı çıkmayı ifade eder. Haddi zatında bu İslam’ın bir gereğidir. Kendi fırkasının dışındaki Müslümanları sapık görmek ve bunu Sünnîlik olarak pazarlamak, dini çatışma alanına çevirmek, toplumsal barışı yok etmek gibi çok kritik problemlerle karşı karşıyayız. İlahiyatlarla yönelik saldırıları dindarlığın masum bir tepkisi olarak değerlendiren ve yerinde bulan çevreler aslında Sünnîliğin dönüştürüldüğünü, çarpıtıldığını, otoriter ve tekfirci bir fırka kimliğiyle yeniden inşa edildiğini göremiyorlar.
HAMASETİ VE ACILARI CANLI TUTMAYI TEMEL ALAN MEZHEBÎ KİMLİKLER TARİHSEL TASAVVURUMUZU TERÖRİZE EDİYOR
O halde ilahiyat fakültelerinin misyonu nedir? Sizce itikadî hususların ayrıntılı olarak tartışılması, kapalı kalan bütün noktaların aydınlatılması için en uygun mecra neresidir?
İlahiyat fakülteleri dinin araştırıldığı bilimsel kurumlardır. Klasik dinî ilimlerin (Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm) yanında sosyal bilimlerin de yardımıyla din öğretimi yapılır. İslam merkeze alınarak dinî düşünce, dinî hayat, dinî kurumsallaşma, dinî farklılaşma gibi konular tarihsel ve güncel yönleriyle incelenir. Kur’an ile ilgili ilimlerde tarih boyunca Kur’an’ın anlaşılması için ortaya konulan ilmi eserler incelenir. Hadis, fıkıh ve tasavvuf alanları da ayrı birer bilim dalı olarak yapılanmıştır. Öğrenci bu alanların her birinden dersler alır. İlahiyatın en önemli katkısı İslam’ın geçmişi ile bugünü arasında bir köprü kurmasıdır. Mezhepler ve dinî kimliklerin ortaya çıkış nedenleri, süreçleri ve sonuçları farklı açılardan ele alınır. Günümüzde İslam dünyasında gittikçe artan bir mezhep taassubu görülmektedir.
Dinî hamaseti arkasına alan ve tarihte yaşanan acıları canlı tutan mezhebî kimlikler, sadece İslamî değerleri değil sosyal ve tarihsel tasavvurlarımızı da terörize etmektedir. İlahiyat fakültelerinin en çok eleştirildiği nokta olan mezhepler üstü eğitim konusuna burada değinmek isterim. İslam’ın mezhepler üstü olduğunu söylemek ile mezhepleri aşağılamak farklı şeylerdir. İlim adamı kimliği ve görgüsü taşıyan hiçbir ilahiyatçı Müslümanların birikimi aşağılamaz ya da yok saymaz. Ancak peygamber sonrasında dinî, toplumsal ve siyasal nedenlerle ortaya çıkan mezheplerin bizzat dinin yerine ikâme edilerek bir hakikat tekelciliği oluşturulmuş olduğu gerçeği karşısında da eleştiri yapmaktan uzak duramaz.
Bu nokta sürekli ajite edilmektedir. İlahiyat fakültesinde kelâm ve mezhepler tarihi dersinde mezhebî kimlikleri ve zihniyet yapılarını tanıyan bir öğrencinin, dinî grupların söylemleri karşısında daha eleştirel ve güçlü duracağı açıktır. Öyle görünüyor ki toplumda ortaya çıkan kimlik, inanç ve düşünce sorunlarını dogmatik, içe kapalı, teslimiyetçi yapıları güçlendirerek çözeceğini düşünen bir siyaset uygulanıyor. Bu kesinlikle tehlikeli bir yoldur. Toplumu germekten ve yeni çatışmalara hazırlamaktan başka bir sonuç da vermeyecektir.
İlahiyatlarda eski teolojik tartışmaların yanında yeni dinî akımlar ve güncel inanç sorunları da ele alınır. En tuhaf ve aykırı görüşler, derinliğine tartışılır. Bu olması gereken bir durumdur. İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren tevhid, nübüvvet, ahiret vb. gibi temel konularda yöneltilen itirazlara İslam âlimlerinin verdiği cevaplar, çok geniş ve zengin bir birikim oluşturmuştur. Bu birikime katkı sağlayan tüm Müslüman ekollerin görüşleri ve yaklaşımları İlahiyatlarda değilse nerede okutulacaktır?
Dinî grupların ilahiyat hocalarının ne okutacağını, nasıl okutacağını telkin etmesi ya da tahkir amaçlı diline dolaması akıl almaz ve kabul edilemez bir manzaradır. Bilimsel ve entelektüel kazanımlarımızın yok olmasına göz yummak anlamına gelir. İlahiyatlarda bireysel farklılıklardan doğan bir çeşitlilik vardır. Her hocanın kişisel bir tarzı vardır. İslam’da din adamları sınıfının olmadığını, ilme ve ilim sahiplerine itibar edildiğini söyleriz. İslam ile ilgilenen bir ilim adamından toplumun daha özel beklentiler içinde olduğu doğrudur. İlahiyatçının toplumuna karşı temel görevinin doğru bilgi ve mesajı sunmak ve söylemiyle-eylemiyle bunu doğrulamak olduğunu düşünüyorum. Ancak dinî gruplarda görülen tekdüzeliği ilahiyatlardan beklemek akademik yapıya aykırıdır.
Kimlik, değerler, toplumsal değişim, mezhepler, yeni dinî akımlar, din eğitimi, İslam felsefesi, din-siyaset ilişkisi, dinî kimlikler ve modern hayat vb. gibi pek çok güncel konu hakkında ilahiyatlarda önemli çalışmalar yapılmaktadır. Dinî konuların soğukkanlı bir şekilde tartışıldığı kurumlar olma özelliğini hala koruyan İlahiyat fakültelerinin baskı altına alınması, bu işlevlerin başka yapılar tarafından yerine getirilmesi ihtiyacını doğuracaktır. İçinde yaşadığımız dünya ile açık, dürüst, gerçekleri gözeten söylemler geliştirerek baş edebiliriz; gizem yaratarak, tekfir söylemi geliştirerek ve korkuya yatırım yaparak değil.