İltihaplı Dil
Bugün içine siyasetin girmediği hiçbir kurum, organizasyon veya toplumsal yapı yok. Meşruiyeti ve gücü sadece siyasetle ilişkilendirmenin yarattığı travma güncel dil başta olmak üzere hayatın her alanını travmatik ve geri dönüşsüz müzmin hastalık alanlarıyla doldurdu.
Öfkenin rengi bordodur, insanı içindeki çürümüşlük ile yüz yüze getirdiği için yüzünü buruşturur ve iltihap kokar. Eylem ve söylem halinin her ikisinin de yüz buruşturucu olmasının birincil sebebi budur. Geride bir şeyler olup bitmiş ve bazı dokular zarar görmüş, kokuşmuş, şimdi de öfke üzerinden yüzeye çıkmıştır. İltihap, hem kendisinden çıktığına hem de kendisine püskürtülene zarar verir. Özü itibariyle içinden çıktığı dokuyu belli oranda rahatlatırken ona muhatap olanda yarattığı olumsuz etki iç burkucudur. Öfkeli kişi öfkesini rastgele püskürterek, bir taraftan geçici süreliğine, ruhunu ağırlıktan kurtarırken öteki taraftan onu dışarıya taşıyarak çevresindekilere zarar verir.
İçeriyi dışarıya aktaran bir iletken olarak dil, derinde ne varsa onu, doğasına uygun biçimde yüzeye taşır. Kişinin fikri neyse zikri de odur sözü tam olarak içeriyi dışarıya taşıyanı masumlaştıran, iç ile dış arasındaki bağı kuran dili tarafsız bir işlevle donatan bir yaklaşımın ürünüdür. Dil sert değildir. Gerisindeki zihniyet onu sertleştirir. Daha doğrusu sağlam bir bünye nasıl dışarıya zararsız salgılar bırakır, hastalıklı bünye nasıl zararlı salgılar yayar ve burada derinin işlevi hastalığı solgunluk olarak sağlığı berraklık olarak göstermek ise dil de sağlıklı zihinden dışarıya mümkün mertebe tatlı, yumuşak, etkileyici bir işlevle, hastalıklı zihinden ise acı, sert ve zehirleyici bir işlevle donanmış olarak hareket eder. Derindeki huzursuzluğun verdiği tazyik dili sertleştirirken huzurun ifadesi olan duyguların iletisi belli ölçüde bir makuliyeti ve hoş sözlülüğü beraberinde getirir. Öfkenin buradaki işlevi dili sertleştirerek bünyenin gerisindeki zehri katmerli hale getirmesidir.
Huzursuz ruhların bir yolunu bulup paslı tortuları dışarı atma biçimidir öfke. İçeride birikmiş yaraların dışarı atılamamasından kaynaklı bir zehirlenme, işlevini yitirmiş, sıkışmış dokuların enfeksiyona maruz kalmasının yarattığı sıkışmış enerjinin dışa vurumudur. Bir ağrı patlamasıdır ve dil üzerinden dışarı atılır. Öfke; kaybetmişliğin, aciz kalmışlığın, çökmüşlüğün de habercisidir bu bakımdan. Öfkenin dilinin iltihaplı oluşu tam da bu zehirli iç dünyaların zehrini dışarı atmanın bir yolu olarak dili kullanmak zorunda kalışları ve gövdenin yere düşerken çıkardığı kaybetme çığlığıdır.
Sağlıklı bünye öfke tortusu biriktirmez. Vücudun ağırlığını, biriken fazla enerjiyi belli aralıklarla ve çevreyi rahatsız etmeden dışarıya salar. Kültür, sanat ve edebiyat sağlıklı bünyenin enerjisini öfkeyle buluşturmak yerine dilin ve eylem alanının farklı biçimlerini kullanarak kendini hafifletmenin araçlarını sunar. Bir öfke ve tazyik dili olarak siyaset ise doğası gereği serttir, hatta belki sert olmak zorundadır. Ancak burada da öfkeden yalıtılmış; yer yer ironiyle, belagatle, bazen de hikemiyatla birleşmiş mutavassıt bir lisan bulunabilir ve zaten siyaset ortamının daha az sorunlu olduğu memleketlerde sinirleri alınmış gibi görünen siyaset figürlerinin üslubu tam da böyledir.
Öfke içi boşaltılmış, içeriğinden uzaklaşmış biçimin dışarıda kendini görünür kılma çaresizliğidir. Öfkenin daha baştan yenilgiye işaret etmesinin sebebi içerikten yoksun, düşünceyle tahkim edilmemiş kof duygusallık taşıyıcılığıdır. Bu da bize Türkiye’de son dönem giderek artan siyaset dilinin neden sertleştiğini, o sertliğin toplum nezdinde neden iltihap teneffüs ediliyormuşçasına itici bulunduğunun resmini vermektedir. Neredeyse bütün zamanlarda hayatın merkezinde yer alan siyasetin artık gittikçe irrite edici bulunmasının, görüldüğü yerde ondan kaçılmasının sebebi biraz da ondan beklenen çözüm önerilerinin yerine onun bir tepişme arenasına dönüşmesi değil midir?
İçeriğini yitirmiş dil ya büsbütün kekemeleşir veya varlığını sürdürmek için şiddete ve öfkeye başvurur. Türkiye’nin siyaseten bugün karşı karşıya olduğu durum tam da içeriğinden, planından, projesinden, teorisinden uzaklaşmış siyasetin çaresizlik içinde sesini yükseltmesi, kulakları sağır eden gürültüsüne bir de argoyu ekleyerek dili büsbütün içinden cerahatin aktığı akut bir iltihap halitasına dönüştürmüş olmasıdır.
Elbette Türkiye buraya, dilin her zerresinin zehir saçtığı bu noktaya durup dururken gelmedi. Devletin en büyük güç kullanıcısı ve toplumsal organizasyonun en cesim alanı olan siyaset, varlığıyla kendi dışında kalan diğer bütün alanları tahkim etmesi, teori ve pratikte onların sorunlarını çözerek elini güçlendirecek argümanlarla donatması gerekirken onlarda var alan kırık dökük yapıları da aşındırdı, her bir kurumun, yapının, organizasyonun kendine özgü paradigmalarını yerle bir ederek iltihabı onlara da bulaştırdı. Bugün içine siyasetin girmediği hiçbir kurum, organizasyon veya toplumsal yapı yok. Meşruiyeti ve gücü sadece siyasetle ilişkilendirmenin yarattığı travma güncel dil başta olmak üzere hayatın her alanını travmatik ve geri dönüşsüz müzmin hastalık alanlarıyla doldurdu.
Bugün nereye giderseniz gidin, hangi kurumun kapısını çalarsanız çalın daha başta, kapıda sizi cehaletin bayat kokusu karşılıyor ve bu kokuyu aldığınızı hissettirdiğiniz andan itibaren de karşınızdakilerden yüzünüze mahmuzları şakırdayan ve dörtnala koşan kibirler ile onların yedeğine aldığı öfke patlamaları bünyenizde sayısız oyuklar açıyor. Diğer bütün doğal ve insani vasıflarından soyutlanarak güncel yaşamın siyasileştirilmesi hayatın neredeyse her alanında, kültürde, bilimde, sanatta sükunet dilinin yerini gürültünün, öfkenin, şiddetin ve ayrıştırıcı üslupların varlığını haber veriyor. Siyasetin o kendine mahsus sertliği, özünde yumuşaklık barındıran sanatı bile bir anda etkisi altına alabilmekte, öz suyunu emerek onu kupkuru bir kelimeler yığınına dönüştürebilmektedir.
Kendisi hastalık olan bir süreçten geçiyoruz. Hastalığı çağın ruhuna iliştiren bir salgın; bedeni, ruhu, zihni kuşatmış, her türden tasarrufun öncülüne dönüşmüştür. Sanki virüs akciğer, kalp ve beyin yolculuğunu bilinçli yapıyor ve tam da beden ile ruhun nefes almasını engelleyecek gövdeye ait bu üç ana organı bilinçli bir şekilde işgal ediyor. Virüs akciğer üzerinden açık hava ve dolayısıyla oksijen, kalp üzerinden duygusallık, beyin üzerinden de düşünsel kabiliyet kıtlığı yaratıyor. Belki de siyasetten başlayarak topluma dalga dalga yayılıp hayatı etkisizleştiren, kıskıvrak yakalayıp benzini solduran bütün bu öfke püskürmesi ve onun taşıyıcısı iltihaplı dile biraz da bu gözle bakmak gerekir.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Doğrusunu söylemek gerekirse son dönemde siyaset arenasında yükselen öfkenin; ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal alanda zaten salgın öncesinde de irtifa kaybetmiş, kendini yenileme mekanizmalarını tüketmiş, hatta artık kendi uzuvlarına yönelmiş siyasal organizasyonların mensup olduğu memleketlerin salgını bütün kötülüklerin sebebi olarak görmelerinin, onu bir can simidi addetmelerinin altında biraz da bu, salgın sonrasında yeni bir dönemin başlayacağını ve kendilerinin bu döneme özgü aygıtlardan mahrum olduğuna yönelik ansızın yakalanmışlık paniği yatmaktadır. Sonuçta öfkenin uçma noktası sıfırını tüketmiş olma psikolojisi değil midir?
Kitlesel düzeydeki felaketler en çok onlara hazırlıksız olanları yakalar. Virüs nasıl kuvvetsiz ve bağışıklık sistemi çökmüş bünyelerde öldürücü etki bırakıyorsa öfke de gerisinde zayıf zihniyetlerin barındığı insanları sever. Kavrayışı yüksek, neyi, ne zaman, nasıl yapması gerektiğini bilen, hayatın gramerini çözmüş veya en azından onu okuyabilen, içinde hala yaşama sevinci ve bir şeyler yapma arzusu bulunan öznelere de hareketlere de öfke asla yaklaşma cesareti gösteremez. Bununla birlikte öfkenin yarattığı zehirli dilin sadece sonuç olduğunu; onun gerisinde başlangıç ilkelerinden sonsuzca uzaklaşmanın, istikametini yitirmenin, o uzaklaşmaya dikkat çekenleri düşman addetmenin, içinde kaynayan kazanın fokurtularını duyduğu halde bir şey yapamamanın, “nasıl oldu da buraya geldik” sorusuna makul bir cevap bulamamanın hatırı sayılır payını da unutmamak gerekir.