İnfaz Yasa Tasarısı ve Adalet
İnfaz Yasa Tasarısı, başta tutuklu ve hükümlü ayırımı yaparak adalet anlayışını yaralarken; normalleşmeye, siyaset ve toplumun ihtiyacı olan helalleşmeye de engel oluşturuyor. Böylece kutuplaştırmaları engellemek yerine artırmaya zemin hazırlıyor.
“Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” başlıklı ve kamuoyunda kısaca “İnfaz Yasası” olarak nitelenen taslağın ayrıntıları gün yüzüne çıktıkça, haklı olarak pek çok açıdan yoğun eleştiri ve tartışmalara maruz kaldı.
“Ben Yaptım Oldu” Mantığının Toplumsal Karşılığı
Sadece AK Parti ve MHP’lilerin uhdesinde olması bakımından sınırlı, diğer partilerin, ilgili hukukçuların, STK’ların ve geniş katılımın dışlandığı bir ortamda taslağın alelacele gündemleşip oldubittiye getirilmesi gayreti ilk eleştiri konusu olarak zikredilebilir.
Mezkûr süreçte, torba yasaların içine katılarak sivil toplumun ve özgürlüklerin gelişiminin aleyhine, aşırı güvenlikçi tutumun lehine atılan adımlar; mesela Dernekler Yasası’nda yapılan değişiklikle dernek üyelerinin bilgilerinin İçişleri Bakanlığı’na bildirim zorunluluğu; önce yönetmelikler çıkarıp ardından yasalaştırma cihetine gidilen oldubittilerle beraber otoriterleşme eğilimlerinin, Başkanlık sisteminin farklı alanlardaki tezahürleriyle birlikte de düşünüldüğünde haklı endişelere sebep olduğu söylenebilir. Nitekim taslağın detaylarına dönük hukuki, siyasi ve toplumsal açıdan niyet okumaları ve teknik kusurlarının tespitini haklı çıkaran pek çok husus kamuoyunda yankı buldu.
Her şeyin üstünde “suç ve suçlu pazarlığı” ile kendini ortaya koyan taslak, önceliğin suç tiplerinde değil, mağdurun da haklarını içeren adil bir yaklaşımda olduğu haklı eleştirilerini öne çıkardı. Eğer amaç toplumsal barışa da hizmet etmek ise bunun yolunun suçtan zarar görenlerin de maddi-manevi zararlarının tazmini konusunun es geçilmemesinde olduğu ifade edildi.
Öte yandan mezkûr taslağın birazdan değineceğimiz hâlleriyle normalleşmeye de, siyaset ve toplumun ihtiyacı olan helalleşmeye de engel; kutuplaştırmaları engellemek şöyle dursun artıracak bir mahiyete katkı sunduğu görülebilmektedir.
Üstelik taşıdığı ‘özel af’ mahiyetiyle, siyasetin, “zimmet, irtikap…” vb. bazı suçlardan özel durumları söz konusu olanlara da bir iltimas tasarısı mahiyetine sahip olduğu zannını da güçlendirmeye hizmet ettiği görülüyor.
Amaç Covid-19 ise Tutuklu-Hükümlü Ayrımı Niye?
Aslında yakın geçmiş yargı paketi çalışmaları ile birlikte düşünüldüğünde zaten bir süreç işlemekteyken, Covid-19 ile birlikte, belki 6-7 ay sonra gündeme gelecek olan konu öne çekilmiş oldu. Ancak Covid-19’un, yani halk sağlığı tedbirleri konusunun, yasanın ana amacı olmaktan uzak, aksine bir araç olarak görüldüğü de taslağın içeriğinde açıkça kendisini ortaya koymuş oldu.
Normal şartlarda, sürecin de zorunlulukları gereği, eğer sağlık sorunlarına odaklanıyorsak, bu durumda “tutuklu-hükümlü ayrımı”na gitmeden herkese eşit muamele yapılması; tutuklular için adli kontrol yöntemleri uygulanırken, hükümlüler için geçici süreliğine cezaevi dışında farklı infaz yöntemleri kullanarak cezaevlerini boşaltmak mümkün idi. Üstelik bu durum, tutuklu ve hükümlülerin yaşam hakkının devletin emanetinde olması ilkesine de uygun düşerdi.
Öte yandan hasta, çocuklu gibi hâllerdeki öncelikli kesimler göz önüne alındığında bunlarla ilgili adli-siyasi ayrımına gidilmemesi gerekirdi ki, taslağın devlete karşı işlenen suçlar kapsamında hem tutuklu hem de hükümlüleri kapsam dışında bırakması, mahpusların sağlığı ve yaşam hakkı açısından düşünüldüğünde açık bir eşitsizlik ve ayrımcılık içermektedir.
“Cezaevlerinde Aşırı Yığılma”nın Sebepleri
Yakın geçmişten bu yana var olan asıl tartışmanın ‘cezaevlerindeki aşırı yoğunluk’ olduğunu ve infaz yasasındaki ana motivasyonların başında da buna çözüm üretme olduğunu bir kez daha hatırlamamız gerekirken, bunun sebeplerini de irdelemek gerekmektedir.
Adı ‘Af’ olmayan, olduğu takdirde Mecliste 3/5 çoğunluk gibi engeller oluşturacak düzenlemelerin gizli bir ‘özel af’ niteliği taşıdığı açıktır. Bu da hem meselenin suçlu ve suçlar bakımından ayrımcılık içerdiğinin açık olmasıyla delillendirilebilecekken, hem de bu durumun sebepleri üzerinde düşünmeyi ve tartışmayı beraberinde getirmelidir. Diğer türlü, sadece cezaevi boşaltma amacıyla girişilen örtük af, devletin varlık sebebini de zedelemektedir.
Cezaevlerinde aşırı yığılmanın iki ana sebebi olduğu söylenebilir. İlki; adi suçlarda yaşanan artış iken, ikincisini birkaç farklı maddede değerlendirmek gerekmektedir ki bunlar;
- a) Tutuklama tedbirinin bir cezalandırma amacına dönüşmüş olması,
- b) İfade özgürlüğünün baskılanması/engellenmesi,
- c) Devlete karşı işlenen suçlar, terör ve terörist kavramlarının siyasi nitelikli olmak kaydıyla, olabildiğince geniş ve keyfi denebilecek nitelikte tanımlanmasıdır.
Özellikle bu son maddenin hâlli, ancak AİHM ve uluslararası kriterler de dahil edilerek, geniş bir ıslah ve rehabilitasyon çözüm önerileri eşliğinde yapılacak kapsamlı bir tartışma zemini ve basit, sade, anlaşılır “Yeni Bir İnfaz Yasası”yla mümkün olabilecektir.
“Eşitlik İlkesi” ve “Ayrımcılık Yasağı” Çiğnenmektedir
Taslakta, kamuoyuyla da istişare zeminine ihtiyaç duymaksızın, adeta “suç ve suçlular pazarlığı” içeren boyut Anayasanın “Eşitlik ilkesi”ni düzenleyen 10.maddesi ve “Ayrımcılık yasağı”na vurgu yapan AİHS’in 14. maddesine aykırıdır. Zira, bu ‘özel af’tan yararlanamayacak olanlara çifte bir ceza öngörülmüş olmaktadır.
Ayrıca zaten mevcut ceza sistemi belirsizlik ve yanlışlıklar içermekte, yasalarda muğlaklıklar bulunmakta, bağımsızlığı tartışmalı kararlar ve ifade özgürlüğü gibi hakları ihlal eden ya da suçu geriye doğru ihdas eden uygulamalarla mahpus olmuş kişiler bu düzenlemeden istifade edemeyeceklerdir.
“Özel af” ve “çifte cezalandırma”dan kastımız şudur: Sınırlı bir infaz yasası çıkarıp, bir kısmının da Covid-19’dan yararlanması şeklinde bir anlayış bu taslaktaki savrukluğun bir özeti gibidir. Burada riskli gruplar açısında bir yol haritası, bir strateji bulunmadığı açıktır. Nitekim Covid-19 tehdidi yokken de cezaevlerindeki riskli gruplar temel haklarından istifadeden mahrum idiler. İstisnai bazı tahliyeler, bu gruptakilerin yoğunluğu düşünüldüğünde sadra şifa olmaktan uzak idi. Onların da bir kısmı zaten kamuoyu baskısıyla gündemleştiği için gerçekleşmişti.
Ayrıca ‘terör suçları’nın kapsam dışı bırakılması konusu herkese eşit davranılmadığı, davranmama adına irade sergilendiğinin ve bunun da hem AİHM hem de anayasal kriterlere ters düştüğünün göstergesidir.
“Devlet elbette bu konularda bir yetki marjına sahiptir ama bu marj sınırsız mıdır?” sorusunun tam da yeridir burası! Zira “terör suçu” olarak ifade edilen alanlarda zaten adli suçlara göre bu insanlar fazla mahkûmiyet almışlardır. İnfazları da bu yöndedir. Buna şimdi bir ceza daha eklenmekte, infaz yasasında erken tahliye imkânı ortaya çıktığı hâlde, bu hak sınırlanmakta, bu hakkı kazananlardan ayrı bir statü belirlenerek, bu insanlara bu haktan istifade edemeyecekleri izhar edilmiş olmaktadır.
Yani bazı suçlar açısından cezalandırmama yoluna gidilirken, diğer bazıları açısından ağır ceza çektirme sorunu ortaya çıkmaktadır ki, böyle bir ölçüsüz cezalandırma politikası kabul edilemez. Bu durum aynı zamanda, dolaylı yoldan suç yaratmak anlamına da gelmektedir. Birilerini tahliye ederken, ilk cezasını çektirdiğiniz diğerlerini bu haktan mahrum ederek bir kez daha cezalandırmış oluyorsunuz. Bir nevi yeni bir ceza ve suç yaratmış oluyorsunuz. Ama bunu bu mahpusların hangi eyleminden ötürü yaptığınızı delillendirmemiş oluyorsunuz.
Devlete Karşı Suçlarda Kriter ‘Cebir ve Şiddet’ Olmalı
Bu durumda olanların geneline baktığımızda, TCK 220/6. ve 7. fıkralara göre “örgüt üyesi olmamakla birlikte…” denen tutuklu ve hükümlü oldukları gözlenmektedir. Gazeteci, avukat, yazar, sendika üyesi diye uzayıp giden bu listedeki insanlar, kişilere ve topluma karşı ağır suçlar işlemiş olanlardan daha fazla ceza almalarının ötesinde, daha fazla infaz ve tahliye hükümlerinden yararlanamama gibi yepyeni bir cezalandırmaya; “ölçüsüzlük”, “suç ve cezaların kanuniliği”, “kanunun öngörülemezliği” ilkelerindeki problemlerle birlikte, “siyasi amaçlarla hapsedilme” gibi muhtemel gelecekte AİHM’den dönecek hukuksuzluklara maruz kalmaktadırlar.
AİHM ve AİHS kriterlerine göre sorunlu ve siyasi olan hapis kararları vermekle birlikte, yine siyasi kararla tahliyelerine de engel olunmaktadır. Nitekim bu insanların önemli bir çoğunluğunun “terör suçu” ancak yan delillerle desteklenerek belirlenmektedir. Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin sempatizanlığın üyelik kapsamına girmeyeceğine dair madde madde sıraladığı nitelikler de gözetildiğinde, aslında meselenin hâlli yoluna gitmek çok da zor değildir. Yazı yazmak, bankada hesap bulundurmak, sendika üyeliği, tweet atmak gibi yan delillerle tutuklu ya da hükümlü olanlarla ilgili zaten yasalarımızda da var olan ‘cebir ve şiddet’ kriteri baz alınsa, kamu güvenliği adına bir ekstra cezalandırma yoluna gitmenin de gereği ortadan kalkacaktır.
Özcesi bu durumun, AİHM’in 7. maddesine aykırı yeni bir cezalandırma yasası hâline dönüşmekten kurtarılmasına gayret sarfedilmelidir.
Öte yandan, yukarıda da özetlediğimiz hâliyle, henüz suçluluklarına dair bir hükme varılmadığı için masumiyet karinesi gereği suçlu olmayan (Anayasa 38/4), ama aylar ve yıllara yayılan iddianameler yüzünden haksız cezalandırmalara maruz kalan, AİHM’in 6. maddesinde yer alan “Adil Yargılanma Hakları”nın ihlal edildiği tutuklular öncelikli olmak üzere aynı haklardan yararlandırılması gereken insanların hükümlülerin de eşitlik ilkesine aykırı şekilde ayrımcılığa maruz kalmaları hukuki, vicdani ve adil değildir!
Yağma, irtikap gibi suçlardan indirim verip üstüne tahliye eden zihniyetin, koşulsuz kapsam dışı bıraktığı bir düşünce suçlusunu ya da siyasi kriterlerle “örgüt üyesi” olarak kabul ettiği kişiyi örtük bir cezaya daha mahkum etmesi adaleti yaralar.
Özcesi
‘Kısmi af’ niteliği taşıdığı açık olan bir infaz yasası, içerik olarak yaşam hakkı bakımından mahpuslar arasında ayrımcılık yapamaz.
– Tutuklu-hükümlü ayrımı ana çelişkidir. (“Tutuklu”, farklı bir hukuki statüdür. İnfaz iyileştirmesinin öncelikli muhatabı tutuklular olmalıdır)
– Adli-Siyasi ayrımına gidilmemelidir.
– Devlete karşı işlenen ‘suçlar’ kapsam dışı bırakılmamalıdır.
– Mağdur edilen ve zarar görenlerin adalet duygusu tatmin edilmelidir.
– Terör suçu, belirsiz ve geniş olmamalı, “cebir ve şiddet” ölçütü göz önünde bulundurulmalı; şiddet kullanmayan siyasi suçluların kapsam dışı bırakılmalarının Anayasaya aykırı olduğu görülmelidir.
– Eşitlik ilkesi çiğnenip istisnalar oluşturarak özgürlük-güvenlik dengesini bozucu uygulamalardan kaçınılmalıdır.
– OHAL dönemi KHK’ları yoluyla yapılan düzenlemelerin terör algısında yarattığı geniş çeperin tashihi ve tamiri yoluna gidilmelidir.
– Uluslararası hukuki meşruiyet açısından; siyasi karar organlarının “terör suçu” veya “örgüt üyesi tanımı” yerine, yüksek yargı mercilerinin içtihad ve kararlarına yansıdığı üzere “aidiyet” veya “terör suçu” hakkında belirledikleri ölçütler gözetilmelidir.
– Yaşam Hakkı ve Adil Yargılanma Hakkı’na riayet edilmelidir.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.