‘İnsan Hakları Merkezli’ Mülteci Sorunu Siyasetin Gündeminde mi?
Asıl sorunumuz hâlâ sığınmacı meselesine insan onuru merkezli, insan hakları merkezli bakamamaktaki problemli zihin yapısıdır. Bizce asıl milli güvenlik ve iç güvenlik sorunumuz budur! Eğer insan hakları ihlallerini engellemede ilerleme kaydedersek elbirliğiyle diğer konularda da sığınmacıları daha fazla mağdur etmeden; algılara maruz kalan vatandaşlarımızın da endişelerini giderici bir siyaset üretebilmemiz mümkündür!
Suriyeliler konusuna bir parça ara verip, bu defa Afgan göçmenlerin yaşadığı trajediyi mercek altına almaya çalışacağız. Onları savunmaya gayret eden hukukçuların ve baroların mülteciler konusunda hukuk ve yargı denetimi dışındaki bürokratik uygulamalarla ilgili isyanlarını da kamuoyunun ve siyasetin dikkatine bir kez daha getirmeye gayret sarf edeceğiz.
Türkiye kamuoyunun uzak olduğu bu coğrafyaya ilişkin verilecek bilgiler empati yapma konusunda ne kadar yardımcı olur bilemeyiz ama BM tarafından desteklenen ve dünyanın en büyük insani yardım bilgi platformu olan reliefWeb’e göre 5,2 milyon insan Afganistan dışına çıkarken, 3 milyon kadarı da ülke içi göçe maruz kalmış durumda. Sel, deprem, kuraklık gibi afetlerle boğuşmaları bir yana, 20 milyon insan da açlıkla karşı karşıya ve acil yardım ihtiyacı içinde. Yani “Afganistan” dediğimizde yıllar süren önce Rusya, ardından ABD işgallerinin ve bunlara karşı direnişin yarattığı savaş şartlarının uzantısı olan bir ülkeden bahsediyoruz.
Suriyeliler konusu önce muhalefet, bilahare iktidar eliyle yeter derecede kamuoyunda rahatsızlık, hatta öfke uyandıran bir konu haline getirildikçe; Afgan göçmenler meselesi daha da öksüz bir hal almakta. En insani yaklaşım maalesef “Suriyeliler savaştan kaçtı ama Afgan meselesi başka…” şeklinde gündem edilmekte.
Ekonomi-politik sebeplerin de etkisiyle toplumsal yapıda oluşturulan öfke hali, Afgan göçüne eşlik eden komplo teorileriyle birleştiğinde, geriye sadece Afgan sığınmacılar için acı mağduriyetlerin bakiyesi kalmakta.
Ne İktidarın Ne Muhalefetin Gündeminde
Göç ve sınır güvenliği her gündeme geldiğinde iki yaklaşım dışında bir tavır görebilmek maalesef mümkün değil.
İktidar kanadı sınır güvenliğine azami dikkat gösterildiğinin; üstün teknoloji ürünü kameraların, sensörlerin, tel örgülü duvarların haberlerini yaptırıp, hukuka aykırı herhangi bir geri göndermenin söz konusu olmadığının altını çizerken; maalesef konuyu yakından takip etmeyen ve mülteci karşıtlığını hâlâ çıkar yol sanan muhalefet kanadında da, genelde popülist tarzda “sınırlar kevgire döndü” ezberinden başka bir ses duyulmuyor. Oysa bu konu tam da insan haklarının, mülteci ve sığınmacı hukukunun ve evrensel vicdanın konusudur.
Ülkemiz maalesef son dönemde ciddi ölçüde ırkçı ve yabancı düşmanı propagandaların saldırısı altındadır. Bazı siyasiler ve gazeteciler elbirliğiyle bu psikolojik harekâta odun taşımaktadırlar. İşte toplumsal barışımızı dinamitlemeye matuf bu konu tam da bir iç güvenlik meselesidir. Sınır güvenliği elbette önemlidir. Ama bu güvenlik hukuksuzluklara sığınarak sağlanamaz!
İktidarın göç konusundaki yanlışları, entegrasyon siyasetindeki zaafları ya da muhalefet kanatlarının bir kısmının ırkçılık ve yabancı düşmanlığını körükleyen, bunu iktidara dönük siyasi bir malzeme haline getiren muhalefet eleştirileri şimdilik bir kenarda dursun. Asıl sorunumuz hâlâ sığınmacı meselesine insan onuru merkezli, insan hakları merkezli bakamamaktaki problemli zihin yapısıdır. Bizce asıl milli güvenlik ve iç güvenlik sorunumuz budur!
İnsan Kaçakçılarının Ağına Düşen Afgan Gençleri
Gazeteci Meral Danyıldız geçtiğimiz günlerde, “Kadersizler” başlıklı bir haberle hukuksuz deportları ve ‘Sınırda Hayat Mücadelesi’ konusunu haber yapmıştı. Konuyu SözcüTV’ye taşımış ve mağdurların yakınlarıyla da röportajlar gerçekleştirmişti.
Konu; 1998 doğumlu Afgan genci Hasan Kumandan idi ki yüzlerce örnekten sadece birini oluşturmaktaydı. SözcüTV’deki programda Afgan gencin ses kaydı da yayınlandı. Programın özü deport edilen şahısların insan kaçakçılarının eline düşmesi idi. Tabii, “kaçakçı” ifadesinin de işkence ettikleri insanlarla ilgili fidye isteyen terör çeteleri için hafif kaldığının, bunun çok büyük bir insanlık suçu olduğunun da altını kalınca çizmekte fayda var. Afgan genci Hasan Kumandan bu ses kaydında ailesine “Allah’ınızı peygamberinizi severseniz çabuk parayı yollayın beni öldürecekler” diyordu. Fidyeciler 3.000 dolara ulaşan bir bedel talep ediyorlardı.
Yani; birçok başka sorunun yanında göç idarelerinin gönülsüz zoraki toplu deportları maalesef bu trajedilere mal oluyordu. Bu insanlar neredeyse bölgede artık bir endüstri halini almış insan kaçakçılığının ağına düşüyorlar. “Kaçak” olarak mimlenen insanlar bir bir toplanıp çeşitli Geri Gönderme Merkezlerine gönderiliyorlar. Doğuda özellikle Malatya, Gaziantep, Van ve Şanlıurfa; Batı’da ise İzmit, Kırklareli, Aydın ve Ankara Geri Gönderme Merkezleri deporttan önceki son durakları oluyor. Kendilerine bu göç merkezlerinde “gönüllü geri dönüş belgesi” imzalatılıyor ve deport ediliyorlar.
“Push-Back/Geri İtme” Politikası Bu Ülkenin Utancıdır
Yakalanan Afganların direkt olarak İran sınırına bırakılmaları, onları insan tacirlerinin önüne atmak anlamına geliyor. Maalesef bu insanlar İran kolluk güçlerine değil, dağlık alana tek yönlü sürmek şeklinde sınır dışı ediliyorlar. Tıpkı, Ege Denizi’nde Yunanistan’ın yaptığı ve haklı olarak eleştirilen yasa dışı push-back/geri itme şeklinde. Yunanistan’ı eleştirirken var olan haklılığımızın burada hangi noktaya düştüğünü hep birlikte düşünmemiz gerekiyor.
Çoğundan da bilahare haber alınamıyor ve aileleri de perişan oluyor. Basit mağduriyetlerden değil, insan kaçakçılarının işkence edip uzuvlarını kestiği insanlardan söz ediyoruz.
Van Barosu Göç ve İltica Komisyonu Üyesi Avukat Bahtiyar Kandeğer, deport edilen kişilerin kötü niyetli şahıslar tarafından tutulduğunu doğruluyor. Kandeğer, kendi müvekkilinin başına gelenleri şöyle anlatıyor:
“Suriye uyruklu bir kişi, Türkiye’de basit bir trafik kazasına karışıyor ve sonrasında hakkında soruşturma başlıyor. İfadesi alınıp serbest bırakılıyor ancak Emniyet Müdürlüğü şahsı Şanlıurfa’ya gönderiyor. Burada tutulduktan sonra hakkında deport kararı veriliyor.
Henüz herhangi bir işlem yapılmadan davaları açtık ve bunları ilettik. Kurum bu bildirimimize rağmen müvekkilimizi haksız şekilde gönüllü geri dönüş olmaksızın sınır dışı etti. Ancak göç idaresine alındığı ilk gün evraklara parmak bastırıldığını ifade etti. Bunların içerisinde gönüllü geri dönüş formları da olabilir ama bu tip bir kabulü bulunmuyordu.”
Avukat Kandeğer, yaklaşık 200 kişinin aynı anda serbest bırakıldığını belirtiyor ve bu durumu fırsata çevirenlerin olduğunu ifade ediyor.
Tabii Kandeğer bu sözleri Suriye uyruklular için sarf ediyor ki onların sınır dışı ediliş tarzı, en azından TSK’nın fiili egemenliğindeki bölgelere gerçekleşiyor.
Zaten hemen devamında da Afgan uyruklular için şunları söylüyor:
“Kötü niyetli şahıslar yabancı uyruklu kişileri rehin tutabiliyorlar. Bu konuda şahısların akıbetinin ne olduğunu, iletişimimiz kesildiği için bilemiyoruz. Savcılığın işlemlerinin hangi aşamada olduğunu da bilmiyoruz.
Kaçıranların kim ya da kimler olduğuna dair herhangi bir bilgi yok. Ancak Afgan gençlerin aileleri, hâlâ çocuklarından bir haber bekliyor.”
Hukuksuz Deportlara “Güvenlik Politikası” Denebilir mi?
Yasalara, Anayasa’ya ve uluslararası hukuka aykırı şekilde sınır dışı edilenlerin Anayasa Mahkemesi’nin “sınır dışı edilmemesi” kararına rağmen deport edidiği örnekler artık vakayı adiye halini aldı. ‘Güvenlik politikası izlemek’ adı altında bir insanlık trajedisidir yaşamakta olduğumuz.
Tam 47 ilden çok ciddi hak ihlali ve hukuksuzluklarla ilgili şikâyetler ulaşmakta tarafımıza. Gerek Sığınmacılar Platformu gibi sivil toplum örgütleri gerekse barolar, günlerce kamuoyuna seslerini duyurmaya gayret ettiler. İçişleri Bakanlığı’na, Göç İdarelerine, Valiliklere, yetkililere seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri de İzmir Barosu idi. Birkaç gün önce bir basın bildirisi yayınladılar ve “Sınır dışı kararına karşı avukatları vasıtasıyla idari yargıda iptal davaları açmış olmalarına ve bu davaların idareye bildirilmiş olmasına rağmen 6458 sayılı YUKK madde 53/3-son cümlesine açık aykırılık oluşturacak şekilde ve iradeleri hilafına bu kişilerin sınır dışı edilmiş olduklarına ilişkin bilgi ve yakınmalar meslektaşlarımız tarafından baromuza iletilmektedir” diye çaresizliklerini kamuoyuna haykırdılar. Hukukçuların, baroların çaresizlik itirafında bulunduğu ülkemizde varın bir de hakları gasp edilen savunmasız, sahipsiz sığınmacıların halini düşünün.
Şöyle devam ediyor bildirisine İzmir Barosu;
“Elbette GGM’lerde 6458 sayılı YUKK’ye bağlı şekilde gerekli usul güvencelerine uyulmak ve yargısal denetim yollarının tüketilmesinden sonra sınır dışı işlemleri her zaman için söz konusu olabilir. Yine bu kapsamda GGM’lerde idari gözetim altında tutulan yabancıların bir kısmı gönüllü olarak ülkelerine dönmeyi tercih edebilirler. Ancak son haftalarda Baromuza iletilen bilgilere göre; çok sayıda kişi GGM’lerde psikolojik baskı ve/ya sonrasında fiziki baskı ile ‘gönüllü geri dönüş’ formlarını imzalamaya zorlanmakta, bazıları için -yabancıların kendilerinin de gözlemlediği şekilde- bir üçüncü kişiye tüm yabancılar için oluşturulan formlara toplu olarak imza attırıldığı veya parmak bastırıldığı, bazı kişiler için özellikle GGM girişinde kayıt aşamasında boş kâğıda alınan imzaların veya bir hizmetin sunulması gerekçesiyle alınan imzaların bu amaçla kullanıldığı düşünülmektedir.”
Baroların, Hukukçuların Çaresiz Kaldıklarını İtiraf Ettikleri İnsani Trajedi
Oysa İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, geçtiğimiz aylarda yaptığı bir açıklamada, gönderilen insanların sayılarını belirtip bunlarda çok az sorun olduğunu paylaşmıştı kamuoyuyla! Muhalefetten de hiçbir itiraz sesi yükselmedi bu açıklama karşısında. On binlerle ifade edilen rakamlara istatistik muamelesi yapan bir siyasi habitata mahkûm olduk hep birlikte. Oysa tek bir kişi dahi olsa sözünü ettiklerimiz “insan”. Haklarını, onurlarını, aileleriyle birlikte güvencelerini korumakla yükümlü olduğumuz insanlar. Bu ülkede “adalet” konusu sadece yargıdaki rüşvet ya da güçler ayrılığının ortadan kalkması değildir ki! Mesele hukuksa, işte size kanayan derin bir yara daha! Ama iktidarıyla, muhalefetiyle ve bağlı STK’larıyla kimin umurunda!
Üstelik Bakan’ın açıklamaları bürokratik hukuksuzlukların ve kanayan yaranın daha da katmerlenmesinden başka bir işe yaramıyordu. Sözde, algılara maruz kalmış kamuoyunun gazı alınıyor ama sorunun maliyeti büyüyerek ağırlaşıyor. Kendileri yerel seçimlere dönük hesaplarla kısa sürede yüz binleri sınır dışı etme kararı almış olabilirler ama bunun ne insanlık adına ne güvenliğimiz adına ne de aklıselim siyasetler adına savunulacak bir tarafı var. İçerideki nefret sarmalını akıl, adalet ve merhametle sönümlenebilir hale getirecek sorun çözücü politikalar üretmek gerek; yeni nefret alanları ve sosyal trajediler yaratmak değil.
Hakiki Kamu Düzeni İnsan Haklarıyla Sağlanır
Elbette bir devlet kendi kamu düzeni ve yurttaşlarının güvenliği için sınırlarına sahip çıkacaktır; ancak bunu yapmada devletlerin sınırsız ve kontrol edilemez bir gücü olamaz! Bu gücü sınırlayan ve denetleyen genel anlamda insan hakları hukuku, özel olarak da iltica hukukudur. İHEB madde 14/1982 Anayasası/2013 yılında TBMM Meclis Genel Kurulu’nda oybirliği ile kabul edilen 6458 sayılı YUKK/İdare mahkemeleri ve AYM-AİHM kararlarına uygun bir işleyiş olmak zorundadır. Özellikle son iki aylık dönemde yasalar ve hukuk tamamen bir kenara bırakılarak uygulamalar yürütülmesi asla kabul edilemez!
Yaşadığımız ülkeye de bölgeye ve coğrafyaya karşı da sorumluluklarımız var. İster kaçak ister yasal yollarla gelmiş olsun, ister geçici koruma altında ister başka statüde olsun, sınırlarımızın içindeki hiç kimseyi onun güvenliğini tehlikeye atacak biçimde göndermeye çalışmak makul ve hukuki değildir. Afganistan’daki durumdan dolayı ülkesinden binlerce kilometre ötede bir güvence aramak için buralara gelen ve ağır istismar koşullarında çalışan insanlar için yapılması gereken, onların durumunu ayrı ayrı incelemek ve uluslararası koruma ve gerekse de Türkiye’deki mesleki ihtiyaçlar ışığında kalması gerekenleri tespit etmek, deport edilmesine karar verilenlerin de güven içinde ülkelerine gönderilmelerini sağlamaktır.
Deportların Şekli Hayatın Olağan Akışına da Aykırı
İzmir Barosu’nun yaptığı açıklama vahametin bir başka boyutunu ortaya koymakta:
“Sınır dışı edilen kişilerin büyük bir çoğunluğunun başta eşleri ve çocukları olmak üzere anne-baba, kardeşleri ve diğer akrabaları ülkemizde yaşamaya devam ederken ve özellikle haklarında verilmiş sınır dışı kararına karşı yasanın tanıdığı idari yargı yoluna gitmişken bir anda ‘gönüllü’ olarak ülkelerine dönmeyi kabul etmeleri ve bunun aynı GGM’de, aynı gece, çok sayıda otobüs dolduracak kadar kişi için söz konusu olması hayatın olağan akışına aykırıdır. Nitekim, bu kapsamda sınır dışı edilen ve sınır dışı edildiği bölgede telefon açma imkânı bulabilen çok sayıda yabancı, kendi aile ve avukatlarına iradeleri hilafına ve zor kullanılarak sınır dışı edildiklerini anlatmışlardır. Yine bazı yabancılar GGM’nin fiziki ve hijyen şartlarının olağanüstü kötüleşmesi ile GGM’nin yaşam şartlarına artık dayanamadıkları, koşulların işkenceye dönüşmesi nedeniyle ‘gönüllü geri dönüş’ formlarını kendilerinin imzaladıklarını da belirtmişlerdir.”
Yargı Denetimi Dışında Bir Bürokratik Mekanizma Var
Meselemiz sadece binlerce mağdur üretmek de değil, onları savunan avukatlık mesleğini de, yargı erkini de devre dışı bırakan, yargısal denetim dışında bir siyasi ve bürokratik mekanizma devrede maalesef!
Bakın İzmir Barosu bu konuyla ilgili tespitlerinde neler söylüyor:
“… Sınır dışı etme eylemleri hukuk devleti, hatta kanun devleti ilkesine açık aykırılık oluşturacak şekilde çok kaygı verici bir gelişmedir. Bu uygulama Avukatlık mesleğinin ve bir bütün olarak Yargı erkinin devre dışı bırakılması, idarenin tamamen yargısal denetim alanı dışına çıkması anlamına gelmektedir. Bu durum ise hem Anayasamızın koruduğu kuvvetler ayrılığı ilkesine, alana dair denge ve kontrol mekanizmalarına, 6458 sayılı YUKK madde 53/3’e, TCK’ye ve AİHM’in AİHS madde 13 (etkili işleyen iç yargı yolunun yokluğu) ihlali kararı verdiği Jabari & Türkiye içtihadına aykırıdır.”
Hukuksuzluk, Kamu Düzenine Tehdit İçeren Maliyetler Üretecek
Bu hukuksuzluklarla birlikte doğumuna vesile olunan bir başka vahim duruma dikkat çekiyorlar:
“Bu şekilde sınır dışı edilen kişilerin yine en kısa sürede kaçakçılar marifetiyle ülkemize tekrar döneceklerini ama bu kez Göç İdaresine kaydolmadan kayıt dışı yaşayacaklarını, bu durumun ise kamu düzen ve güvenliğini gerçekten tehdit edeceğini öngörmek zor değildir.”
Benzer bir haykırış TBB Göç ve İltica Hukuku Komisyonu’ndan geldi:
“Meslektaşlarımız tarafından Birliğimize son haftalarda yabancı müvekkillerinin, sınır dışı edilme kararlarına karşı idari yargıda dava açma süresi dolmamış olmasına veya haklarında verilen sınır dışı kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açılmasına ve bu davaların idareye bildirilmiş olmasına rağmen, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 53/3-son maddesine aykırı şekilde, sınır dışı işlemlerinin gerçekleştirildiğine dair çok sayıda şikâyet iletilmiştir.
Söz konusu şikâyetlerin yaygınlığının tespiti amacı ile Birliğimiz tarafından gerçekleştirilen anketi yanıtlayan 47 baroya mensup meslektaşımızın bildirimlerinden, hukuksuz sınır dışı uygulamalarının spesifik vakalarla sınırlı olmadığı ve sistematik bir idari pratiğe dönüştüğü anlaşılmaktadır. Ankete bilgi paylaşan 376 meslektaşımız, müvekkilleri hakkında verilen sınır dışı etme kararına karşı 7 günlük yasal iptal davası açma süresi içinde ve henüz bu süre dolmamışken -dava açılmasına imkân verilmeden- sınır dışı işlemlerinin gerçekleştirildiğini ifade etmişlerdir. Haklarında verilen sınır dışı etme kararına karşı idari yargıda iptal davası açıp, dava açıldığı bilgisini ilgili Göç İdaresi İl Müdürlüğü’ne vermelerine rağmen müvekkillerinin sınır dışı edildiğini 314 meslektaşımız iletmiştir. Ayrıca ankete iletilen bilgiler arasında Anayasa Mahkemesi’nin tedbir kararına rağmen, sınır dışı işlemi yapıldığı hususu da gözden kaçırılmamalıdır.”
Ankara Barosu da yayınladığı bildiride bu bilgileri ve şikâyetleri destekler mahiyette şu vurgularda bulunuyor:
“… Tüm bunların Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’nin 33. Maddesi ile Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunun 4. Maddesine aykırılık teşkil ettiği aşikârdır… Sınır dışı etme oranlarını artırmak için adeta yarışmak ve insan yaşamlarını alelade bir istatistiki veri olarak sunmak hedef ya da transit ülkeler bakımından kalıcı bir çözüm getirmeyecektir.
Bu nedenlerle, Göç İdaresi Başkanlığı’nı hukuka aykırı tesis edilen idari işlem ve eylemlerden bir an önce vazgeçmeye davet ediyoruz.”
Bütün bu hukuksuzluklar, tıpkı KHK’lılar meselesinde olduğu gibi, evinin geçimini sağlamaya çalışan insanların ailelerinden uzaklaştırılması; çocuk ve kadınların geçim sorunları yaşamaları; parçalanmış aileler; psikolojik sorunlar yaşayan çocuklar ve ülkemizin geleceği açısından oluşturmayı beklediğimiz ortak kültürel, siyasi, ekonomik sinerjinin bertaraf edilmesi anlamına gelmekte; aşılmasını beklediğimiz sorunların arka kapılardan büyüyerek çoğalmasını getirmekte ve hiçbir alanda sadra şifa olmamaktadır.
Siyaset Bütün Olarak Popülizmin Pençesinde
İktidar yaklaşan seçimlerde popülist bir dalga yaratmak isterken, muhalefet zaten bu popülizmin üzerinde yıllardır sörf yapmaya gayret ederken, bir buzdağı yaratmakta olduğumuzu görmeliyiz.
Asıl maharet; dış politika savunuları ve eleştirileri hangi minval üzere işlerse işlesin, sığınmacılar meselesini ondan ayrı ele alabilmektedir! Mademki sorunun merkezinde “insan” vardır, o halde problemi bu siyasi mülahazalardan ari kılabilme cesaretini ortaya koyabilmek gerekir. Çünkü iç ve dış siyasetlerin hiçbirinin sorumlusu bu insanlar değildir. Meselemizin ‘insan’ olduğu, insan onurundan bahisle sahipsiz insanların haklarını, hukukunu sağlamanın her şeyin üzerinde görülmesi gerektiği izahtan varestedir.
Bu vahim tablo karşısında iktidara yakın siyasilerin, medyanın ve sivil toplumun gidişatla ilgili görmesi gereken mesele şudur: İktidar mahfilleri, gerek Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın gerekse Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ’ın söylem ve eylemlerini haklı olarak ırkçılık ve mülteci düşmanlığını körüklemek olarak kodlamışlardı! Peki bu tabloya baktığımızda uygulamanın onların ve yandaşlarının arzu ettiği minvalde şekillendiğini söylersek haksızlık etmiş olur muyuz?! Ayrımcılık ve dezenformasyonu körüklemeleri karşısında bunlara karşı hukukun işletilmemesi, ayrımcılık yasağının uygulanmaması da cabası! Dahası, söylem bazında onların tam da karşısında yer almakla, eylem bazında onların hayal bile edemedikleri icraatlara imza atmak akla ve vicdana uygun mudur?
Bir kez daha altını kalınca çizmekte fayda mülahaza ediyoruz ki; asıl milli güvenlik ve iç güvenlik sorunumuz budur! Bir yanında yargı ve hukuk problemi, diğer yanında yargıdan ari denetimsizlik ve nihayetinde de insan haklarının vahim boyutta ihlali ülkemiz açısından, toplumsal, siyasi, ekonomik sorunlar doğurmaya matuf bir meseledir. Eğer insan hakları ihlallerini engellemede ilerleme kaydedersek elbirliğiyle diğer konularda da sığınmacıları daha fazla mağdur etmeden; algılara maruz kalan vatandaşlarımızın da endişelerini giderici bir siyaset üretebilmemiz mümkündür! Yani her şeyin temeli önce hukuk, hukuk, hukuk! Başka bir çıkış yolumuz yok! Önce hukuku sağlama alalım ki, sorun olarak gördüğümüz ya da gösterilen diğer problemleri palyatif tarzda değil köklü biçimde ele alıp konuşabilelim!
Geçtiğimiz günlerde Meclis alt komisyonunda iktidar tarafından sınır güvenliği meselesi gündeme getirilmişti. Bakalım sığınmacılar konusu, insan hakları merkezli olmak kaydıyla, Meclis grubunun ana gündem maddeleri arasında yer almayı başarabilecek mi?