Son yıllardaki AB politikaları, göçmenlere yardım elini uzatmak ve onları korumak yerine, göçmenleri dışlayıcı, içe dönük ve güvenlik odaklı bir politika izlemekte, bu minvalde evrensel insani değerleri ikinci plana atmaktadır.
II. Dünya Savaşı sürecinde yaşanan ölümler, işkenceler ve insan hakları ihlalleri, bilhassa Nazi Almanyası döneminde toplama kamplarında farklı din, dil, ırk ve etnik kökene mensup, toplumun farklı katmanlarından bireylerin uğramış olduğu baskı, tahakküm ve şiddet politikaları, “insan” kavramının yeniden sorgulanmasına neden oldu. Savaş sonrası kurulan Birleşmiş Millletler örgütü, insan haklarının ve özgürlüklerin korunması, daha adil bir uluslararası zeminin oluşması, kişilerin insanlık onuruna zarar getirilmemesi adına öncülük yaptı. Bu çerçevede hazırlanan 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi kapsamında; “Herkesin ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal kanaat vs ayrım gözetilmeksizin, eşit hak ve özgürlüklere sahip olduğu” (Madde 2) ve “Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza uygulanamayacağı” ( Madde 5) vurgulandı.
Zamanla “insan” kavramının çok genel bir tabir olduğu anlaşıldı ve bu kavram daraltılarak daha özele indirgendi. Böylece yaşamış oldukları iç savaş, baskı, zulüm, işkence gibi sebeplerle vatanlarını terk etmek zorunda bırakılan ve başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalan kişiler de uluslararası hukuki sürece dahil edildi. Böylelikle 1951 Cenevre Sözleşmesi kapsamında “mültecilik” olgusuna vurgu yapılarak, bu kişiler “1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda, ırkı, dini, tabiiyeti, siyasi düşünceleri ya da belli bir toplumsal gruba mensubiyeti sebebiyle zulme uğrama korkusundan kendi vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan, bu korku nedeniyle ülkesine geri dönmek istemeyen kişiler” (Madde 1) olarak tanımlandı. Bir başka ifade ile farklılıklarından ötürü ayrımcılığa maruz kalan ve zulme uğrama korkusu olan kişilere bazı yasal haklar tanınarak koruma tedbirleri getirildi.
Yine Cenevre Sözleşmesi gereği, sözleşmeye taraf olan her devletin mültecilere, genel olarak kendi sınırları içinde barındırdığı yabancılara uyguladığı muameleyi uygulaması gerektiği, dolayısıyla mültecilerin ayrı bir vatandaş olarak görülmemesi gerektiği vurgulandı. Bu çerçevede mültecilere din özgürlüğü, menkul ve gayrimenkul edinme hakkı, dernek kurma hakkı, mahkemelerde taraf olma hakkı, çalışma hakkı ve eğitim hakkı gibi haklar verildi, onların da insani koşullar altında yaşama hakkı kanun korumasına alındı.
Avrupa’da Yükselen Göçmen Korkusu
Soğuk Savaş döneminde her ne kadar Avrupa, kâğıt üzerinde insan hakları temelli, demokrasi anlayışını ön planda tutan ve evrensel ahlaki değerler etrafında kümelenen bir imaj çizse de pratikte bu durumun yeterince teori ile bağdaşmadığı görülüyor. 2000’li yılların başlarından itibaren özellikle üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan çatışma, iç savaş ve istikrarsızlıkların yanı sıra bu ülkeler içerisinde görülen ekonomik huzursuzluklar, Avrupa’yı düzensiz göçmenler için hedef tahtası konumuna getirdi. Bu sebeple AB, göç konusunda katı bir yaklaşım izleyerek, mülteci meselesini kendisi için adeta bir güvenlik zafiyeti olarak gördü ve sınırlarını korumak adına bazı adımlar attı.
Gerek 11 Eylül saldırıları, gerekse Madrid, Londra ve Paris gibi metropollerde gerçekleşen terör eylemleri hâlihazırda AB’nin mültecilere bakış açısını değiştirdi. Özellikle Müslüman ülkelere karşı yükselen milliyetçilik dalgaları, artan İslamofobi ve köktendincilikle mücadele için verilen demeçler; AB’yi daha korumacı politikalara itti. Ayrıca Almanya Başbakanı Merkel olmak üzere birçok Avrupalı siyasetçinin milliyetçi Avrupa tabanının oylarını kaybetme korkusu da devlet politikalarına yansıyarak göçmenlere karşı mesafeli tutumu beraberinde getirdi. Böylelikle AB, kendi sınırlarının güvenliğini sağlamayı ve asgari düzeyde mültecinin Avrupa’ya ulaşmasını planlayarak mülteci yığılmasını önlemeyi amaçlayarak, mültecilerden arındırılmış izole ve yüksek duvarlarla çevrili bir Avrupa yaratmak anlamına gelen “Kale Avrupası” (Fortress Europe) fikrini uygulamaya geçirdi.
Arap Baharı sonrasında Suriye ve diğer ülkelerde görülen iç savaş ve göç meselesi de Avrupa Birliği sınırlarını epey etkiledi. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanmış en büyük mülteci krizlerinden birisi olarak görülen bu durum, Avrupa’ya geçmeye çalışırken Ege ve Akdeniz sularında can veren on binlerce mültecinin dramına tanıklık etti. Bilhassa 2015’ten sonra deniz yoluyla Avrupa’ya göç edenlerin Avrupa içindeki demografik yapıyı değiştirmesi ve toplum içinde memnuniyetsizlik yaratması, zamanla Avrupa’yı farklı açılardan da etkiledi, böylece gerek Avrupa içindeki ulus devletleri gerekse Birlik’i ivme kazanan göç akımlarına karşı harekete geçirdi.
Durumu rakamlara dökecek olursak, 2015 senesinde Avrupa’ya giriş yapan sığınmacı sayısı 1 milyon eşiğini aştı, bunların 500 binden fazlası Almanya’ya, 110 bini İsviçre, 50 bini Avusturya’ya giriş yaptı. [1] Mülteci krizi Alman siyasetinde de yılın gündem konusu olmuştur. Hatta bu durum halkın tepkisine yol açmış, Başbakan Merkel’in anketlerdeki oy oranı %9 düştü. [2]
Birleşmiş Milletler, yalnızca 2015 yılında Avrupa’ya kaçak yollarla giren göçmen ve mülteci sayısının 224 bine ulaştığını açıkladı. [3] Özellikle Türkiye veya Libya üzerinden insan tacirlerinin aracığıyla yasadışı yollardan Yunanistan ve İtalya’ya botlarla geçmeye çalışan göçmenlerin varlığı AB’yi bir hayli rahatsız etmişti, bu rahatsızlık göçmenlere karşı bazı düzenlemeleri beraberinde getirdi.
Rasyonalitiye Kurban Edilen Değerler
İlk olarak Avrupa Birliği’nin 2015 senesinde kabul ettiği yerleştirme planı çerçevesinde Akdeniz’in Ortadoğu’dan giriş noktası olan İtalya ve Yunanistan’a yığılan 120 bin sığınmacının 2 sene içerisinde diğer üye ülkeler arasında, belirli bir “kota” esasına göre paylaştırılması öngörüldü. Fakat özellikle Doğu Avrupa ülkelerinden Çekya ve Slovakya gibi üye ülkelerin bu kota sistemini ve adil mülteci paylaşım fikrini reddetmeleri, Macaristan’ın sınırlarındaa 155 km uzunluğunda tel örgü bariyer inşa etme girişimi, tüm bunların yanında sınırdan geçmeye çalışan mültecilere karşı yerel güvenlik güçleri tarafından uygulanan insanlık dışı muameleler aslında AB içinde sığınmacılar konusunda kolektif bir politika olmadığını, üyelerin kendi çıkarları doğrultusunda bireysel hareket ettiğini göstermiştir.
AB’nin mültecileri sınırları dışında tutmak için uyguladığı politikalardan bir diğeri de “geri kabul anlaşmaları”dır. Bu çerçevede Avrupa’ya transit geçiş noktası olması itibariyle Türkiye, AB için önemli bir stratejik aktördür. 2013 yılında Türkiye ve AB arasında imzalan “Geri Kabul Anlaşması” gereğince, Türkiye üzerinden AB ülkelerine bilhassa deniz yolu ile yasadışı biçimde geçen düzensiz göçmenlerin önce Türkiye’ye ardından da geldikleri ülkelere geri gönderilmesi hedeflenmiştir.
2016 tarihinden itibaren uygulamaya konulması planlanan fakat halen iki taraf arasındaki sorunlu ilişkiler ayağını oluşturan Anlaşma, aslında AB’nin göç sorununu dışsallaştırarak sorumluluğu başka ülkelere yükleme, bir başka ifade ile “Kale Avrupası” yaratma fikrinin bir parçasıdır. Mart 2016’da Liderler düzeyindeki Türkiye-AB Zirvesi’nde bu konu daha detaylı olarak görüşülerek Türkiye’den Yunan adalarına 20 Mart 2016’dan sonra geçen tüm yeni düzensiz göçmenlerin Türkiye’ye iade edilmesi kararı alındı. Bunun karşılığında Türkiye’nin halihazırda 3.5 milyondan fazlasına ev sahipliği yaptığı Suriyelilere bakabilmesi için AB tarafından 6 milyarlık fon ayrılması planlandı.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
AB’nin yapmış olduğu bu hamlenin anlamı şudur: AB kendi üzerinden mülteci sorumluluğunu ve yükünü atmak istemiş, “para” ile bu sorunu çözebileceğini düşünmüş, Türkiye gibi ülkeleri de uluslararası zemine çekebilmek adına onlara sempati ile yaklaşmıştır. AB’nin mültecilere karşı bu tutumu insani değerlerin ikinci plana atılıp, maddi unsurların daha başat olduğunu kanıtlar niteliktedir. Böylelikle insani ve ahlaki değerleri görmezden gelerek yalnızca nicelik olarak göçmen sayısını düşürmeye odaklanılan bir politika, AB’nin mülteci krizine yönelik kalıcı çözümler bulma yolundaki gayretlerini sonuçsuz bırakmaktadır.
2020 senesinde Avrupa Komisyonu tarafından açıklanan “Avrupa Birliği Göç ve İltica Paktı” da AB’nin rasyonel çıkar refleksiyle hareket ettiğini ve insani değerleri ikinci plana attığını kanıtlar niteliktedir. Büyük bir göç dalgası karşısında üye devletlerin sınır güvenliği adına duyduğu endişeleri, geri dönüş sistemleri, FRONTEX ve yerel sınır güvenlikleri arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesi, sınır prosedürlerinin artırılması gibi konulara yapılan vurgular, [4] AB’nin rasyonel dinamiklere verdiği önemi gözler önüne sermiş ve bazı kesimlerce insani hakları ihalelerine vurgu yapmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.
“Geri gönderme” kavramının sıkça dillendirildiği Pakt, sınırda artan bürokrasi ve güvenlik önlemleri, mültecilik statüsü kazanmış kişilere uygulanması gereken politikaların içeriğinin zayıflığı, daha önceki yıllarda AB ülkeleri arasındaki paylaşımın adilce yapılması için getirilen “kota zorunluluğu”nun eksikliği gibi sebeplerle de aslında mülteci temelli değil, “Kale Avrupası” temelli bir düzenlemedir.
Son olarak İdlib’de yaşanan çatışmalar üzerine Türkiye’nin sınır kapılarını açması ve mültecilerin Avrupa’ya doğru kara ve deniz yoluyla geçmesine izin verilmesi, Avrupa’ya geçmek üzere Türkiye’nin farklı kentlerinden sınıra birçok göçmen yığılmasına yol açtı. Türkiye’nin bu hamlesi karşısında Yunanistan sınıra akın eden göçmenlere gaz bombası atması, hatta gerçek mermili silahlarla ateş etmesi, “Avrupa medeniyeti bu mu?” dedirten soruları akıllara getiriyor.
Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in sığınmacıların kanun dışı şekilde ülkeye girişlerine izin verilmeyeceğini ve biber gazı ile müdahale edileceğini açıklamasının üzerine Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in de Türkiye’yi suçlayan açıklamaları, AB’nin mülteciler konusundaki tavrını daha net bir şekilde ortaya çıkarıyor. Bu noktada belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin Avrupa’ya karşı elinde tuttuğu mülteci kartına Avrupa tarafından rest çekilmesi, her ne kadar Türkiye açısından istenilen şekilde sonuçlanmayan bir durum gibi görünse de Avrupa’nın da imajına ciddi anlamda zarar veriyor.
Özetle, son yıllardaki AB politikaları, göçmenlere yardım elini uzatmak ve onları korumak yerine, göçmenleri dışlayıcı, içe dönük ve güvenlik odaklı bir politika izlemekte, bu minvalde evrensel insani değerleri ikinci plana atmaktadır. Durumun bu noktaya gelmesinde, Türkiye gibi ülkeler 3,5 milyondan fazla Suriyeliye kapılarını açarken Almanya gibi ekonomisi güçlü ülkelerin 1 milyona yakın mülteci alması, mülteci yükünün Merkel gibi Avrupalı siyasetçilerin siyasi kariyerlerine maliyet üretmesi, Avrupa’daki milliyetçi seslerin giderek yükselmesi, Türkiye’nin elinde tuttuğu mülteci kozunun Avrupa’ya karşı kullanılmasının geri tepmesi, Avrupa ve Türkiye arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması çerçevesinde geri gönderilen mültecilerin Avrupa dışına ötelenmesi gibi faktörler söz konusudur.
Bu durumla ilgili belki de AB’nin tüm bu politikalarını özetlemek adına şu söylem yeterli olacaktır: “İnsanı yeryüzüne sığdıramayıp denizlerin derinliklerine uğurlamanın adıdır mültecilik”. İşte AB de kendi topraklarına mültecileri sığdıramadığı ve sınırlarını kapattığı için maalesef yurtlarını terk eden korumasız insanların umut tacirlerinin elinde derin sulara gömüldüğüne şahit oluyoruz.
____
[1] Sputnik Türkçe, “Suriyeliler en çok nerelere göçtü” , Erişim: 27.02.2021
[2] The Economist, “Merkel at her limit”, Erişim: 27.02.2021.
[3] BBC, “BM: 224 bin göçmen kaçak yollarla Avrupa’ya geldi”, Erişim: 22.02.2021
[4] European Commission, “New Pact on Migration and Asylum”, Erişim: 22.02.2021