İnsanlığın Namusunu Kurtaranlar
Güney Afrika’nın İsrail aleyhine Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava görülmeye başlandı. Mandela’nın varisleri, bu dava ile sadece Filistinlileri değil; temel hukuk normlarını, onurlu bir yaşam idealini, uluslararası barışçıl hukuk düzenini ve bir bütün olarak insanlığı savundu. İnsanlığı düştüğü yerden kaldıracak olan, Afrika’nın uzattığı bu eldir.
Güney Afrika’da apartheid döneminde, tarihin gördüğü en büyük ayrımcılıklarından birini kurumsallaştıran ve hayatın her alanına zulmü hâkim kılan dört temel yasa vardı. Nüfus Kayıt Yasası, nüfusu hiyerarşik olarak dört ana gruba ayırıyor (beyazlar, renkliler, Hintler ve siyahlar) ve her bir Güney Afrikalıyı ait olduğu ırk kutusuna göre değişen dozlarda ayrımcılığa maruz bırakıyordu.
Ahlaksızlık Yasası’na göre ırkı farklı olanların evlenmeleri mümkün değildi, dahası farklı ırklara mensup kişilerin cinsel teması da cezalandırılmalarını gerekli kılıyordu. Grup Bölgeleri Yasası, siyahlar ile beyazların kentin aynı kısımlarında yaşamasının önüne sert bir kanuni bariyer kuruyor ve beyaz kentler ile siyah kasabalar arasında belli bir mesafe olmasını mecburi kılıyordu.
Ayrı Tesisler Yasası, siyahların güzel kumsallara ve parklara girmesini yasaklıyordu. Siyah dadılar, beyazların bebeklerine bakıyor ama beyazlara ayrılmış tren kompartımanlarına giremiyordu. Siyahlar beyazlara hizmet edebilir ama onlarla aynı mekânda oturmaları, aynı havayı solumaları düşünülemezdi.
“Ahlaki bir soykırım”
Apartheid, bireyleri en temel insan haklarından mahrum bırakan, onları her vesileyle aşağılayan, bu hak mahrumiyetini ve aşağılamayı da sapkın yasalarla tahkim eden karanlık bir rejimdi. Sosyal hayatı kabileci bir bakışla örgütlüyor ve nüfusun beşte dördünden fazlasını oluşturan siyahları insanlıktan çıkarıyordu. Tabiatıyla bu da, baskıyı, çatışmayı ve güvensizliği sürekli bir hale getiriyordu.
“George Orwell’ın tanımıyla kabilecilik ‘insanların böcekler gibi sınıflandırılabileceğini, milyonlarca hatta on milyonlarca insanın gönül rahatlığıyla ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye yaftalanabileceğini varsayma alışkanlığıydı. İnsanı insanlıktan çıkaran bu alışkanlık Nazizm’in çöküşünden beri dünyanın hiçbir yerinde Güney Afrika’daki kadar kurumsallaşmamıştı.” (s. 12)*
Birleşmiş Milletler, bu kabileci apartheid rejimini “insanlık suçu” olarak kabul ediyordu. Dünya üzerindeki birçok ülke de -aralarındaki ideolojik, dini ve kültürel farklılıklara rağmen- apartheid’ın insanlık dışı olduğu noktasında hemfikirdi. Güney Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela ise apartheid’ı “ahlaki bir soykırım” olarak tanımlıyordu. Çünkü bu rejimde, belki Nazilerdeki gibi ölüm kampları yoktu ama insanların kendilerine duyduğu saygı yok ediliyordu.
Hülasa Güney Afrika, soykırımı ve soykırımcıları tanıyacak bir tarihsel arka plana sahipti. Nitekim Güney Afrika Cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa, 7 Ekim’den sonra İsrail’in Gazze’de yaptıklarını, kendi ülkesinin geçmişindeki apartheid rejimine benzetti ve Filistinlileri savundu.
İsrail buna çok sert bir tepki gösterdi. Evvela iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler kesildi. Akabinde Güney Afrika, Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne (Soykırım Sözleşmesi)’ne dayanarak, İsrail aleyhine Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırım suçlamasıyla dava açtı.
Dava, 11 ve 12 Ocak’ta Lahey’de görülmeye başlandı. Başlangıçta bunun sembolik bir adım olacağı düşünülüyordu ama dava dünya çapında beklenenden çok daha büyük bir yankı uyandırdı. Güney Afrika ve İsrail, karşılıklı olarak iddialarını mahkeme heyetine ve uluslararası kamuoyuna sundular. Artık sıra Mahkeme’nin vereceği kararda; dava dilekçesi geçici tedbir taleplerini içerdiğinden, Mahkeme’nin kısa bir süre içinde -yaklaşık bir ayda- bir karara varması bekleniyor.
“Hepsini yok edin; çocukları, bebekleri esirgemeyin”
Güney Afrika, özü itibarıyla İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini; eylem ve ihmalleriyle Filistinlilere karşı bir soykırım suçu işlediğini iddia ediyor. 84 sayfalık iddianamesinde Güney Afrika, İsrail’in soykırım kastıyla hareket ettiğini kanıtlama babında, İsrailli yönetimin bu süre zarfında kullandığı birçok ifadeye de yer veriyor.
İddianamede bu meyanda; İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın “Biz insansı hayvanlarla savaşıyoruz” ve Miras Bakanı Amichai Eliyahu’nun “Gazze’ye nükleer saldırı da seçenekler arasında” yönündeki sözlerinin, İsrailli bakanlar Bazelel Smotrich ve Itamar Ben Gvir’in Gazze’yi Filistinlilerden arındırmaya yönelik bir “göç projesi” çağrısında bulunmalarının altı çiziliyor. İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog başta olmak üzere diğer yetkililerin, Gazze’de masum ve olaylara katılmamış sivillerin bulunmadığına ilişkin çeşitli beyanları vurgulanıyor.
Duruşmadaki en çarpıcı anlardan biri, Güney Afrika heyetinin, Başbakan Benjamin Netenyahu’nun Gazze’ye işgale giden askerlere yazdığı mektupta, Eski Ahit’te Tanrı’nın İsraillilere “Hepsini yok edin. Çocukları, bebekleri esirgemeyin” emrini verdiği kadim düşman Ameleklilerden bahsetmesini hatırlatmaları ve ardından İsrailli askerlerin “Amalek’in soyunu kurutun” ve “Olaylara karışmamış sivil yoktur” diye şarkı söyledikleri videoyu izletmeleriydi. Avukatlara göre bütün bunlar, İsrail’in soykırım kastının varlığına delalet ediyordu.
“Bazı ihlaller olabilir ama bu soykırım değil”
İsrail ise, bu iddialara karşı savunmasını üç hat üzerinden kurdu: İlki, meşru müdafaaydı. İsrail heyetine göre İsrail, varlığına kasteden bir terör saldırısına uğramıştı ve yaptığı da kendini savunma hakkından ibaretti. İsrail, “insanlığa karşı suç işleyen cani teröristlere karşı” kendi vatandaşlarını korumak için meşru müdafaada bulunuyordu.
İkincisi, İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin “soykırım suçu” olarak tanımlanamayacağıydı. Gazze’deki çatışmalara Hamas’ın sebebiyet verdiğini belirten İsrail heyeti, Hamas’ın terör saldırısına karşılık vermek üzere başlayan şehir savaşının, doğası gereği, birçok hakkın ihlaline neden olabileceğini ama bu ihlallerin “soykırım” başlığı altında değerlendirilemeyeceğini ileri sürdü. İsrail’in soykırım iddiasını boşa çıkarmak için yaslandığı bir diğer argüman da, Gazze’ye kalıcı olarak yerleşmek gibi bir planın olmadığını kayda geçirmesiydi.
Üçüncüsü ise, davayı açan Güney Afrika’nın hedef tahtasına oturtulmasıydı. İsrail yönetimi, Güney Afrika’yı “İsrail Devleti’nin yıkılması çağrısında bulunan bir terör örgütüyle işbirliği yapmakla” ve “ikiyüzlü” olmakla suçladı. Netenyahu, Güney Afrika’nın “Suriye ve Yemen’de Hamas’ın ortakları tarafından öldürülen ya da yerlerinden edilen milyonlarca insanı görmezden geldiğini” söyledi. Yine bu kapsamda, Sudan eski diktatörü Ömer El Beşir konusunda aynı hassasiyeti göstermemesi Güney Afrika’nın ikiyüzlülüğünün bir nişanesi olarak sunuldu.
İnsanlık Meselesi
Doğrusu bunun kuvvetli bir savunma olduğu söylenemez; bilhassa birinci ve üçüncü hatlar çok zayıf. Zira meşru müdafaa hakkı sınırsız bir hak değil; meşru müdafaanın varlığı yapılan her türlü eyleme hukukilik kazandırmaz. Ayrıca Güney Afrika’nın başka hadiselerde hukuken üstüne düşeni yapmaması, bu davadaki iddialarının hukukiliğine halel getirmez. Dolayısıyla bu davada çıkacak kararı, büyük ölçüde, ikinci hattaki savunmanın ne kadar güçlü örüldüğü ve bunun mahkeme heyetini ne kadar ikna ettiği belirleyecek.
Neticeyi bekleyip göreceğiz. Lakin neticeden azade, bizatihi böyle bir davanın açılmış olması, insanlık adına üç büyük kazanıma işaret eder. Birincisi, İsrail’in varlığını meşrulaştıran, soykırım mağduru olmasıydı. Kurulduğu günden bugün İsrail, bu mağduriyetini salt varlığını meşrulaştırmak için değil, aynı zamanda bütün gayri-hukuki fiillerini sorgulatmamak için de kullandı. İsrail’in hukuksuzluklarına yönelik her türü teşebbüs, soykırım mağduru zırhına çarptı ve etkisiz kılındı.
Fakat bugün İsrail, Dünya Mahkemesi’nin önünde bir soykırım faili olarak duruyor. İsrail için bu, itibarını yerle yeksan eden ve kabullenilmesi zor bir durum. Netenyahu’nun “Dünya tersine döndü, soykırıma uğramış bir halkı soykırımla suçluyorlar” minvalindeki feveranı bu ruh halini ele veriyor. Eğer Mahkeme’den bir de bir mahkûmiyet kararı çıkarsa, İsrail için işlerin daha da kötüleşmesi kaçınılmaz olur.
İkincisi, Güney Afrika Adalet Bakanı Ronald Lamola, bu davayı “insanlığın bir parçası olduğu bilinciyle Filistin halkına ellerini uzattıkları” için açtıklarını söyledi. Müslüman dünyada, bu davanın neden kendi devletleri tarafından açılmadığına dair bir rahatsızlık, bir serzeniş var. Haklı bir rahatsızlık, haklı bir serzeniş!
Mamafih, davanın Güney Afrika tarafından açılmasının da çok hayırlı bir sonucu oldu. Güney Afrika’nın öncülüğü, meselenin bir din, bir kültür veya bir medeniyet meselesi değil, bir insanlık meselesi olduğunu ortaya koydu. Mühim olanın aynı dinden, aynı kültürden ya da aynı medeniyetten gelmek değil, aynı insanlık değerlerine sahip olmak olduğunu gösterdi.
“Tarihte canlı yayınlanan ilk soykırım”
Ve üçüncüsü, ne yazık ki evrensel insan hakları ve hukuk normları, bir süredir revaçta değil. Bireylerin hakları ve hukukları acımasızca çiğneniyor. Birçok yerde insanlığın namusu kirletiliyor. Gazze’de bu zirveye çıktı. Duruşmada bir avukat, Gazze’de olanları “Kurbanlarının, dünyanın bir şeyler yapabileceği umuduyla canlı yayınladıkları tarihteki ilk soykırım” olarak betimledi.
Güney Afrika, işte bu canlı soykırımın faili İsrail’e bayrak açtı. Mandela’nın varisleri, sadece Filistinlileri değil; temel hukuk normlarını, onurlu bir yaşam idealini, uluslararası barışçıl hukuk düzenini ve bir bütün olarak insanlığı savundu. İnsanlığı düştüğü yerden kaldıracak olan, Afrika’nın uzattığı bu eldir.
Hepimiz o eli sıkıca tutmalı ve insanlığın namusunu kurtarmaya çalışan Güney Afrikalılara teşekkür etmeliyiz.
* John Carlin, Düşmanla Oynamak, Çeviri: Elif Ersavcı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2008.