IŞİD Bayrağındaki Aldatmaca
İslam’ın saf halini model aldığını iddia eden IŞİD, uzun zaman önce foyası ortaya çıkmış bir 19. yüzyıl aldatmacasına bağlanıyor.
- AHMED EL SHAMSY
- 6 Kasım 2021

François Alphonse Belin isimli Fransız bir diplomat 1854’te bomba gibi bir açıklama yaptı: Hz. Muhammed’in yedinci yüzyılda Mısır valisine yolladığı orijinal bir mektup bulunmuştu ve mektup Hz. Muhammed’in şahsi mührünü taşıyordu. Peygamberin biyografileri, bize onun bu tür mektuplar yazmış olduğunu söylüyordu, ancak bu açıklamaya değin o mektuplardan birinin o güne kadar gelebildiği düşünülmüyordu. Belin’in bu keşfe ilişkin açıklamaları uydurma da olsa heyecan verici. Mektubun gerçek öyküsü de — ve Hz. Muhammed tarafından yazıldığı söylenen, bundan kısa bir zaman sonra ortaya çıkan diğer mektupların öyküleri de — bir o kadar etkileyici. Sahte mektuplar; uyanık işadamları, hevesli âlimler ve kolaylıkla kandırılabilen padişahlar arasında elden ele dolaştı. En nihayetinde de hiç umulmadık yerlerde sergilendi: IŞİD örgütünün resmi bayrağında.
Belin’e göre, Hz. Muhammed’in mektubu Etienne Barthélémy adında bir Fransız tarafından, güney Mısır’ın Ahmim kasabası yakınlarında bulunan Kıpti manastırlarındaki kütüphanelerde araştırma yaparken gün yüzüne çıkarılmıştı. Belin’in Barthélémy’nin buluşuna ilişkin anlattıkları heyecan uyandıran gösterişli sözlerle doludur: Barthélémy’i, kadim kitapları unutulmaya yüz tutmaktan kurtarmak ve onları bilimin ışığına çıkarmak için, tükenmişlik ve başarısızlığa karşı kahramanca mücadele ederken tasvir eder. Onun bu azmi, Arapça bir el yazmasına rastladığında karşılık bulmuştur. El yazmalarının yıpranmış cildini incelerken, cildin içinde parşömen bir sayfa gözüne ilişir, çok eskiden yazılmış “Muhammed” kelimesini tanıyarak cildi sökmeye başlar. El yazmasını iyice inceleyebilmek için telaş ve heyecanla bu cildi satın alır. Belin, Barthélémy’nin bundan kısa bir zaman sonra ailesine yolladığı bir mektuptan alıntı yapar, Barthélémy’nin mektubu çözmek için gösterdiği özeni anlatır ve sonuca varır: “Mühür ve ilk satırın başlangıcını göz önünde bulundurarak, bu parşömenin Muhammed tarafından Kıpti ulusuna gönderildiğine ve bu mührün Müslümanların peygamberinin mührü olduğuna inanmaya meyilliyim.”
Belin, zamanının önde gelen oryantalistleri tarafından yetiştirilmiş olmakla birlikte, Fransız dış işlerinde kariyerine devam etmiş; önce tercümanlık yapmış, sonra da Kahire ve İstanbul’da konsolos olarak çalışmıştı. İlmî kimliği ve önemli bir konumda bulunması nedeniyle, Belin’in kararı önemli bir etkiye sahipti. Bu sözde mektup hakkında yayınladığı ayrıntılı çalışmada bir transkript ile Mısır’ın Hristiyan nüfusunu İslam dinine geçmeye çağıran ve tek tanrıcılığın paylaşılması temelinde diyalog teklif eden Fransızca çevirisi yer almaktaydı. Belin’in bu belgeye ilişkin betimlemeleri, dokuzuncu yüzyılda İbn Abdülhakem’in “Mısır’ın Fethi” gibi erken dönem Müslümanlık tarihi çalışmalarında yer verilen betimlemelerle eksiksiz bir biçimde uyuyordu. Buna ilaveten Belin, mektuptaki el yazısının Fransız oryantalistlerin Napolyon’un Mısır’ı işgali sırasında (zor kullanarak) ele geçirmiş oldukları ilk dönem Kur’an el yazmalarında kullanılan kadim el yazılarına benzediğini öne sürüyordu. Şüphesiz Belin’in desteği sayesinde, Osmanlı padişahı Abdülmecit 1858’de bu mektubu 500,000 kuruş gibi büyük bir paraya (yaklaşık 35 kg altına karşılık geliyor) satın aldı.
Oryantalist âlimler de heyecanlanmıştı. Alman Oryantalist topluluğu dergisi 1856’da, söz konusu mektubun sahihliğinin henüz kesinlik kazanmadığını kabul ettiyse de, Belin’in eksiksiz incelemesinin bu mektubun sahihliğini çok muhtemel kıldığını açıkladı. Bundan dört yıl sonra Theodor Nöldeke, Kur’an üzerine çığır açan çalışmasının ilk basımında, bu mektubun sahihliğinden şüphe edilemeyeceğini iddia etti. Bu karşı konulmaz söz birliği dikkate alındı ve mektuptaki el yazısı diğer metinlerin gerçekliğini kanıtlamak için kullanılır oldu. Söz gelimi, 1857’de yeni keşfedilen bir bakır sikke zulası, mektubun el yazısı ile sikkelerin üzerindeki yazıların benzerliğine dayanarak sahih ilan edildi.
Bu mutabakatta ilk çatlaklar, Hz. Muhammed tarafından yazıldığı iddia edilen başka bir mektubun açığa çıkarıldığı 1863’te görüldü. Bu mektup da Osmanlı padişahı tarafından satın alındı. Almanya’da zamanın Oryantalist çalışmaları duayeni Heinrich Leberecht Fleischer ikinci mektubu açık bir şekilde alaya alıyordu: “Bunu düzenleyen ya da kapı kapı dolaşarak satan İtalyan, okumuş müslümanları gerçekten kandırabiliyorsa doğuştan şanslı olmalı.” Mektupta alıcının isminin yanlış yazılması gibi pek çok özensiz hataya işaret eden Fleischer, “Adam, Muhammed’in [diğer] mektubunun satıcısına böyle güzel altın yumurtalar veren tavuğun hâlâ hayatta olup olmadığını görmek istemiş.” diye belirtmişti.
Hz. Muhammed tarafından yazıldığı iddia edilen bir mektubun kopyası
Daha kapsamlı ve eksiksiz bir eleştiri Avusturyalı Oryantalist Joseph Karabacek’ten geldi. Karabacek, Viyana’da bulunan ve dünyanın her yerinden Müslümanların yazdığı kadim belgeleri içeren Arapça papirüs koleksiyonu üzerinde çalışıyordu. Karabacek’e göre, bu kadim papirüslerin ve Kıptilere yazılan mektuptaki el yazısının formuna ağırlık veren karşılaştırmalı bir paleografik analiz, mektubun sahte olduğunu açıkça gösteriyordu. Alman âlimler topluluğu Karabacek’in açıkladığı sonuçları hemen kabul ettiler. Theodor Nöldeke Kur’an hakkındaki kitabının ikinci baskısını yayımladığında, daha önceki duruşunu açıkça değiştirerek, bu mektupların “katiyen sahih olmadığını” açıkladı. (El yazısı çalışmalarında anakaradaki meslektaşlarının oldukça gerisinde kalan Britanyalı Oryantalistler ise mektupların sahih olduğu konusunda daha uzun süre direttiler.)
Hz. Muhammed’in yazdığı iddia edilen mektupların sahihliği Müslüman dünyada, muhtemelen bu mektuplar ilkin halktan gizlenmiş olduğu için, uzunca bir süre tartışılmadı. Bu tür mektuplardan toplam dördünü çabucak toplayan Osmanlı padişahları, bunları Kutsal Emanetler (Hz. Muhammed’in dişi, hırkası ve sakalı gibi öğeleri de içeren) koleksiyonlarında sakladı ve yılda bir gerçekleştirdikleri dinî törenlerle saygı ziyaretlerinde bulundular. 1904’de Mısır’da el Hilal dergisinde yer alan bir makalede, mektuplardaki el yazısının erken dönem İslami yazılı eserleri taklit etmeye teşebbüs ederek davaya ihanet ettiği açıklanana kadar bu konuda bir sorun ortaya çıkmadı. Bu mektuplar, 1935-1985 yılları arasında yayınladığı bir seri eserde, sadece Padişah’ın koleksiyonunda bulunan dört mektubun değil, kişilerin arşivlerinde bulunan diğer iki mektubun da sahihliğini savunan Haydarabadlı âlim Muhammed Hamidullah tarafından güçlü bir biçimde desteklendi.
Hamidullah’ın temel argümanı, ne Müslümanların ne de oryantalist âlimlerin on dokuzuncu yüzyılda kadim el yazısına ilişkin böylesine gelişmiş sahte belgeler üretecek kadar bilgi sahibi olmadığıydı. Dolayısıyla mektupların da orijinal olması gerekiyordu. Ama bu doğru değil: Belin’in makalesinden yarım yüzyıl önce dahi, oryantalist âlimler — ki bunların başında Belin’in hocası Sylvestre de Sacy geliyordu— erken dönem Kur’an-ı Kerim parçalarının ‘kûfi’ olarak adlandırdıkları el yazısını incelemiş ve vasıflandırmıştı. Radyokarbon tarihlendirme o zamandan beri bu Kur’an parçalarının İslam’ın ilk yüzyılına tarihlendiğini saptarken, bunları mektuplarla karşılaştırınca mektupların sahte olduğunu ortaya koydu: Bunları yazan kâtipler son derece uyumsuz bir el yazısını taklit etmeye çabalıyorlardı. Sözcüklerin ana hatları birbiriyle uyumlu değildi, kelimeler arasında boşluk yoktu ve harfler yazılmaktan daha çok düzensizce karalanmış gibiydi. Bugün internet sayesinde düzinelerce Kur’an yazım örneğini, İslam’ın ilk yıllarından diğer belgeleri ve kaya yazıtlarını tarayabiliyoruz. Bu orijinal örnekleri sözde mektuplarla, Disneyland kalelerini orta çağdaki modelleriyle yan yana koyup karşılaştırmak gibi. Ancak çok az kişinin Kûfi metinlerin aslına erişebildiği bir zamanda, sahte belgelerin hakikilik kıyaslamasından başarıyla geçme şansı vardı.
Mektupların sonundaki mühür de sorulara neden oluyordu. Erken dönem tasvirlerine göre, Hz. Muhammed’in şahsi mührü şu ifadeye yer verir “Muhammed, Allah [ın] elçisi” ve kelimelerin her biri ayrı bir satırdadır, en üstte “Muhammed” ile başlar. Bu ifadenin bu formda olduğu, erken dönem İslami sikkelerin hepsinde resmen onaylanmıştır. Ancak 14. yüzyıldan itibaren Müslüman âlimlerden bazıları sözcük sırasının aslında tam tersi olabileceği yönünde spekülasyonlar yapmaya başladılar: “Allah” ilk satırda, “elçi” ikinci ve “Muhammed” üçüncü satırda. Bu âlimler, bu düzenlemede Muhammed’den ziyade Allah’ın en üste yerleştirilmiş olmasının daha uygun olacağını düşünmüştü. Hz. Muhammed’in her türden hurafeye yer veren, hayal ürünü ancak sürekli popüler kalmayı başarabilen biyografisinin yazarı El Halabi (ö. 1635) bu fikri benimsedi. Hz. Muhammed’e ilişkin malumat konusunda bir otorite sayılan İbn Hacer el-Askalânî’nin de (ö. 1449) işaret ettiği gibi, mühürdeki metnin “Allah”la başladığı iddiasını destekleyen tarihsel bir kanıt yok. Bu bir orta çağ icadı.
Yani mektuplar sahte. Peki bu mektupları kim ne amaçla düzenledi? Karabacek, Hristiyan ve Yahudi toplulukların orta çağda sıklıkla, Hz. Muhammed’in kendilerine mektup göndererek vergiden muaf tuttuğunu göstermek üzere sahte mektuplar düzenlediğine işaret ederek, Mısır Kıptilerinden şüphelenmişti. Ancak bu ortaçağ mektupları açık bir pratik amaç için yazılmıştır, içerikleri tarihsel anlatımlarda doğrulanmamıştır ve genellikle orjinal olmaktan uzak önemsiz kopyalar oldukları iddia edilmiştir. Buna karşın, Barthélémy tarafından öne çıkarılan mektubun hakiki olduğu iddia edilmiş, Peygamber’in elinden çıkma mektup olarak pazarlanmıştır. Bilindik bir metin kopyalanmış, erken dönem Kûfi el yazısı taklit edilmiş ve kâğıt yerine parşömene yazılmıştır (Arap dünyasında kâğıdın kullanımı ancak Hz. Muhammed zamanının sonrasına tarihlendiği için, parşömen kullanılmış olması önemli bir detay).
İlk şüpheli Barthélémy’nin kendisi olmalı. Oryantal diller hakkında bilgili ve akıllı bir girişimci. Bulduğu şeyin reklamını bilfiil diplomatların ve akademisyenlerin arasında yapmış ve Belin’in onayını almayı başarmıştı. Bu da mektubun Osmanlı sarayına muazzam kâr getirecek bir biçimde satılmasını kolaylaştırmıştı. Bu konuda şüpheli diğer figürler arasında bu satışa aracılık eden iki Avrupalı, Ribandi ve Wilkinson ve ikinci mektubu tebdili kıyafetle Suriye’yi bir uçtan diğerine dolaşıp (19. yüzyılın oryantal macera fantazilerinin bir klişesi) mektubu hile ile satın aldığını iddia ederek dalavereler uyduran bir İtalyan da yer alır. Bu gibi Avrupalı “kâşif” hikâyeleri renkli klişelerle doludur, detaylar konusundaysa son derece zayıftır. Barthélémy ilk mektubun yer aldığı Arapça el yazmasını hangi manastırda bulmuştur? İsimsiz bu İtalyan, ikinci mektubu kimden satın almıştır?
Bu hikâyelerin formülcülüğü ve kullanışlı ihmallerinin yanında mektupların şüphe uyandıran hatlarının kendisi, bu mektupların 19. yüzyılda, bu işi inandırıcılığı olan belgeler üretebilecek kadar bilen ve aynı zamanda da bunları paraya çevirebilmek için gerekli bağlantı ve iş bilincine sahip olan Avrupalılar tarafından düzenlenmiş olduğunu göstermektedir. Bu adamlar erken dönem tarihinde Hz. Muhammed’in haricî hükümdarlara mektuplar göndermiş olduğuna dair bilgileri alarak, onları Osmanlı padişahlarının ilgisini çekebilecek ürünlere dönüştürmüşlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından mektuplar ve padişah koleksiyonunda bulunan peygambere özgü diğer kutsal emanetler Topkapı Sarayı müzesine yerleştirilmiş ve turistik amaçla sergilenmiştir. Aynı zamanda, 1920’lerden Osmanlı sonrası bir risalenin mektupların görüntüsüne ve Kıptilere yazılan mektubun Türkçe çevirisine yer vermesinin de gösterdiği gibi, mütedeyyinler için kutsal olmayı da sürdürmüştür.
Mektuplar 2007 yılında, daha sonra kendini Irak İslam Devleti olarak adlandıran militan bir grubun düzmece mektuplardan kopyaladığı Hz. Muhammed’e ait olduğu iddia edilen, sözde mührün replikasından bir parçaya yer veren bir bayrağı sahiplenmesiyle tam anlamıyla ikinci bir yaşam şansına sahip oldu. Bu grup, internette dolaşan anonim bir belgede, mührün kaynağının Topkapı mektupları olduğunu açık bir biçimde onayladı. Söylediklerine bakılırsa, mühürdeki sözcük sıralamasının erken dönem tanımlarıyla eşleşmediğinin farkındaydılar ancak hâlihazırdaki mektupların keşfinin doğru sıralama tartışmasına ilişkin şüpheleri artırdığını öne sürdüler. Mektupların sahte olabileceğinden ya da mektuplardaki el yazısının kuşku uyandırdığından bahsetmediler.
Grup 2014’te kendini İslam Devleti olarak adlandırarak kısa süren halifeliğini kurduğunda, Hz. Muhammed’in sahte mührü bu saldırganların yönetiminin sembolü oldu. Sadece siyah bayraklarında kullanılmadı, aynı zamanda örgütün propaganda faaliyetlerinde de işlendi ve belgelerinin üzerine basıldı. Avrupalı bir oryantalistin sahtekârlığı Peygamber’in hırkasının meşru varisleri oldukları iddiasında bulunan bir grup tarafından dünyaya neşredilmiş oldu.
IŞİD, Hz. Muhammed’in mührü olduğunu düşündüğü şeyi, Osmanlı padişahının Hz. Muhammed’in sözde mektupları için fahiş fiyatlar ödemeye istekli olmasına sebep olan nedenle kucakladı: Meşruiyet iddia etmek. Padişahın mektupları satın alması, hanedanının yüzyıllar süren kutsal objeleri toplama uğraşının devamıyken, IŞİD’in nesnelerin kendisine pek ilgisi yoktu; sadece, kolayca çoğaltılabilen ve yayılabilen bu mührün sembolik öneminden istifade etmeye çalıştı. Ne Osmanlıların ne de IŞİD’in sembollerinin tarihsel gerçekliğini çok yakından incelemekle ilgilenmemeleri belki anlaşılabilir bir durumdur.
Hz. Muhammed’e atfedilen mektuplar, yedinci yüzyılda Hz. Muhammed’in kâtiplerinin kaleminden çıkmamıştı. Avrupa koloniyalizmi çağının, müzelerin, kütüphanelerin ve özel koleksiyoncuların tarihi ürünlere duyduğu açlığı gelir elde etme fırsatı olarak gören girişimci adamlar sınıfının ürünleriydi. Orta Doğu’nun yerel halkı da bu tür düzenbazlıklardan kazanç elde etti ancak büyüyen bu sektörde en yüksek profile sahip, kazançlı pozisyonları işgal edenler Avrupalılardı. Gerçek eserleri tespit etmelerini ve bunları elde etmelerini – ve inandırıcı ama sahte başka eserler üretmelerini- sağlayacak kaynaklara, prestije ve ilmî araçlara sahiptiler. Hz. Muhammed’in mektupları vakası, karşılarında duran şeye baktıklarında o şeyin gerçek olduğuna inanmaya istekli bir izleyici kitlesini tatmin etmek için, bu şeylerin kökenlerindeki kötülüğün, sansasyonel keşif hikâyeleri ve ilmî bezemelerle nasıl gizlenebileceğini gösteriyor. IŞİD’in sözde halifeliği bu anlamda tek değil: Sayısız postkoloniyal devlet Oryantalist âlimlerin ürettiği ve geliştirdiği koloniyal mitolojiler üzerine inşa edildi. Oysa, IŞİD gibi kendi gerçekliğine ve dışardan etkilenmemeye takıntılı bir grubun 150 yıllık bir Avrupa kandırmacasına düşmüş olması ironik bir durumdur.
Bu yazı The New Lines Magazine sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

