İşkoliklik Çağı

Bugün sükûnetini/dinginliğini yitiren ve ölümü mücrim addeden geç-modern bireyi artık uyku da teskin edemez. Sermayenin hayatımızın her ânını egemenliği altına aldığı ve işkolikliğin hâkim olduğu günümüz performans toplumunda “insan varoluşunun içine sızılarak ele geçirilmemiş zaman çok azdır artık.”

İşkoliklik Çağı

Eski Ahid’de (Old Testament) Tanrı’nın kâinatı altı günde yarattığı ve yedinci gün sükûna geçtiği beyan edilir. Yedinci gün bu sebepten -Tanrı’nın emrettiği üzere- tüm Yahudiler tarafından Şabat (Sabbath)[1] ismiyle sükûnetin hâkim olduğu gün olarak idrak edilir.[2] Byung-Chul Han, Ritüellerin Yitimi kitabındaki “Bayramlar ve Din” bölümüne Yahudilerin Şabat gününe getirdiği şu ilginç yorumla başlar: “Şabattaki sükûn, yaratılışın [bir] müteakibi [sadedinde] değildir, aksine onu tekemmül eden bir hâldir. Onsuz, yaratılışın eksik/nâkıs kalacağı bir hâl. Tanrı yedinci günde o âna kadarki yaratışından ötürü [yorgunluk sebebiyle] sükûna geçmemiştir.[3] Aksine sükûn, Tanrı’nın aslî karakteridir ve bu, yaratılışı tekmil eder. Sükûn, yaratılışın özüdür.”[4]

 

Kur’ân’da aynı yaratılış süreci anlatılırken A’râf sûresinin 54.ayetinde “Gerçekten Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır.” buyurulur. Burada dikkat çeken ilk şey, Eski Ahid’deki “sükûn”a (rest) karşılık Kur’ân’da yer alan “istiva” kelimesidir ve istiva Kur’ân’da yalnızca burada zikredilmez. Bunun yanında Yûnus sûresi 3.ayette “Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren Allah’tır..” denirken, Ra’d sûresi 2.ayette “Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti ve güneş ile aya boyun eğdirdi..” denmekte, Tâ-Hâ sûresi 5.ayette “[Kur’ân], yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından bir indirmedir.” buyrulduktan sonra “Rahman [olan Allah] arşa istiva etmiştir.” denilmekte, Furkan sûresi 59.ayette “O, gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan ve sonra arşa istiva edendir. Rahman’dır..” buyurulurken, Secde sûresi 4.ayette “Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti..” denmekte ve son olarak da Hadid sûresi 4.ayette “Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur..” buyrulmaktadır. Bunların yanında Bakara sûresi 29.ayetteki imayı da dâhil edersek “istiva” kavramı Kur’ân’da tam 8 farklı yerde aynı bağlamda (yaratılışın akabinde) zikredilmektedir.

 

Tefsirlere müracaat ettiğimizde mezkûr ayetlerin yorumlarında Allah’ın istiva edişinin ne anlama geldiği hususunda bir ihtilaf olduğunu görürüz. Bu ihtilafta istiva, selef âlimleri (mütekaddimin) ile sonraki (müteahhirin) kelam âlimleri arasındaki istivanın keyfiyetine dair tartışmada kendine iki farklı yorum bulur. Selefin tercihi, “Allah istiva etmiştir.” ayetine iman etmek, lakin istivanın keyfiyetini/nasıllığını sorgulamamaktır, zira istivanın keyfiyeti sorgulandığı takdirde yapılacak olan tevillerin, anlamı tahrif edebileceği endişesi zuhur ettiğinden ayette bildirilene iman etme ve herhangi bir tevile gitmeme tavrı benimsenir.

 

Bu minvalde İmam Malik’in, istivanın keyfiyetini soran birini meclisten kovduğu ve akabinde de “İstiva malûmdur, keyfiyeti meçhuldür.” dediği rivayet edilir ki bu durum, selefin görüşünü somut bir şekilde izhar eder. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, bu görüşü şöyle açıklar: “[Bu görüşlerden] birincisi selef mezhebidir (görüşüdür) ki Allah Teala’nın mekân ve cihetten müteali (izzet, şeref ve hükümranlıkta en yüce) olduğunu katiyyen tasdik ile beraber Arş üzerine istivası sıfatına da muradullah veçhile (Allah’ın muradı üzere) iman etmek ve alettafsil (uzun uzadıya) teviline dalmayıp ‘vema yalemu tevilehu ilallah’ (O’nun tevilini Allah’tan başkası bilmez) medlûlü (ayetinde gösterildiği) üzere hakikatini ilm-i ilahiye tevfiz eylemektir ki ehl-i sünnetçe asıl muhtar ve mutemet olan da budur.”[5] Bunun karşısında kelamcıların da yer aldığı grup ise istivayı tevil etmeyi tercih ederler. Onlara göre istiva etmek, “istila etmek, arşı hükümranlığı altına almak, arşı kuşatmak, arşa hükmünü geçirmek” gibi anlamlara gelebilir. Elmalılı bu grubun görüşünü de şöyle özetler: “İkincisi.. müteahhirinin (sonrakilerin) ihtiyar ettiği (tercih ettiği) tevil-i sahih mesleğidir ki (sahih tevil yoludur ki) edille-i akliyye ve nakliyeye (akli ve nakli delillere) nazaran Hak Teala’ya nispeti caiz olmayan ihtimalât-ı batılayı (batıl ihtimalleri) atarak cevazında şüphe edilemeyecek bir meal-i sahih taharrisine (sahih bir meal/anlam arayışına) girişmektir.”[6] Bu iki görüşte de eksik bırakılan husus, Allah’ın Kur’ân’da “istiva”yı tam sekiz farklı sûrede sekiz kez niçin zikretmeye değer gördüğünün, diğer bir tabirle istivayı sekiz kez zikretmekten muradının ne olduğunun cevabıdır. Cenab-ı Hakk’ın Kur’ân’da her şeyi ayrıntılarıyla bize aktarmadığı dikkate alındığı takdirde bize sekiz farklı yerde aktarılan bu “detay”ın önem arz ettiği aşikâr olsa gerektir.

 

İstivanın başlıca sözlük anlamları Elmalılı’nın aktardığına göre “bir düze olmak, istikrar etmek yani karar kılmak veya kararını bulmak, ulüvv-ü istila yani yükselmek veya yüksek olmak tabiri âharle üstün olmak, bir düze kurulmak, müsavi veya mümasil veya denk olmak, dosdoğru varmak veya kasdetmek, istilâ eylemek mânâlarına gelmektedir.”[7] İstivanın, ayetlerin bağlamından anlaşıldığı kadarıyla “mutedil olmak, karar kılmak, oturup yerleşmek, birbirine eşit/düz olmak/müsavi olmak” anlamlarında kullanıldığı kanaati ağır basmaktadır. Kur’ân’daki istiva esasında Eski Ahid’deki sükûndur: Sabitliğin hâkim olduğu düzlük, dinginlik ve kararında olma hâlidir.[8] Dolayısıyla Kur’ân’da tam sekiz kez zikredilen, göklerin ve yerin yaratılışının hemen akabinde vuku bulan istiva, varlığın asli hâlini ortaya koyar: sükûnet. Bu, varlığa asli karakterini bahşederek onun varoluşunu tekmil eden bir hâldir. Han’ın ifade ettiği üzere yaratılışın müteakibi değil, onu nihayete erdiren, onu tekemmül eden bir mühürdür.[9]

 

Varlığın özünü teşkil eden sükûnet, tembelliğe tekabül eden bir eylemsizlik hâli değildir kuşkusuz. Tıpkı sükûtun sessizliğe tekabül etmediği gibi. Alain Corbin, Sessizliğin Tarihi kitabının başında epigraf olarak Delacomptée’nin “Sessizlikte her daim beklenmedik bir şeyler vardır; sizi şaşırtan bir güzellik, gurme hassasiyetiyle tadına varılan bir ahenk, müthiş bir huzur.. Sessizlik çökelir.., ipeksi ve yumuşak bir edayla kendini gösterir.” sözüne yer verdikten sonra sessizliğin sesin yokluğu (the absence of noise) anlamına gelmediğini hassaten vurgular.[10] Sükûnet de bu minvalde devinimin, işin ve aktifliğin kendisinde son bulduğu bir dinginlik hâlidir.

 

Allah nasıl gökleri ve yeri yarattıktan sonra ona aslî karakterini kazandırmak için istivaya tevessül ettiyse insan da aktif hayatının/hareketliliğinin sonunda devamlı olarak sükûnete başvurmayı haslet hâline getirerek hayatında dinginliğin kalıcı bir yere sahip olmasını garanti edebilir. Üstelik dinginlik, aynı zamanda kendisinden önce yapılan her şeyi kemâle erdiren bir bitimdir.[11] Bu anlamda günlük hayatımızdaki zaruri mevcudiyetiyle uyku, tam da sükûneti hâkim kılarak gündelik meşguliyetlerle yıpranan benliğimizi dinginleştirme/teskin etme işlevi görür. Tam da bu sayede “İnsan bütün bildiklerine rağmen, bütün bildiklerine karşı her gün yeniden başlar.”[12] Kitab-ı Mukaddes’e göre Âdem’in cennette ilk kez uyuduğu yer, Tanrı’nın Âdem’in kaburgasından bir parça alarak ondan eşi Havva’yı yarattığı sahnedir. Âdem uykudan uyandığında kendisinde sükûn bulacağı bir eş buluverir karşısında.[13] Uyku, bu anlatıda tam da insana sükûnet bahşeden gerçek anlamına kavuşur.

 

Byung-Chul Han, “Kötü sonsuzluğa karşı bir sürem, anlamlı, vaadini yerine getirmiş bir zaman üretecek tek şey, zamansal bitim formlarıdır. İyi uyku da nihayetinde bir bitim formudur.” der Zamanın Kokusu’nda ve şöyle devam eder: “Uyuyan kişi zamanla oynayan, onda gezinen, ona hükmeden biridir daha çok.. Uykusuzlukta, içi boş süremde musallat olan tipik sesler, dışarıdan gelen ilgisiz, adsız gürültüler ya da duvar saatinin yüksek tiktakları yerine, ahenkli bir ses çalınır kulağa. Gecenin karanlığı da bir kaleydoskop gibi renkli ve canlı görünür göze.”[14] Kur’ân’da zikredilen Ashâb-ı Kehf hadisesinde de uyku, Han’ın mütalaalarına muvafık bir şekilde vaadini yerine getirmiş bir zaman üreten bir tür inşa aracı olarak karşımıza çıkar. Bu minvalde uyku, uyuyan kişiyi zamana hükmettiren, ama aynı zamanda da uyuyanı imar edici bir işlev gören saiktir.

 

Geç-modern dünyada artık geçerli olmasa da ölüm de uyku gibi bir zamansal bitim formudur. Bu sebepten Kur’ân’da ölüm için de uyku için de “mevt” kelimesinin kullanılması oldukça manidardır, çünkü en nihayetinde “Ölüm, uykunun kardeşidir, öyle değil mi?”[15] Uyku nasıl kendisi olmadan günün tekemmül edemeyeceği bir bitim formu ise ölüm de esasında kendisi olmadan hayatın tekemmül edemeyeceği bir zamansal bitim formudur. Velakin ölüm, geç-modern dünyada her daim beklenmedik bir şekilde, uygunsuz bir vakitte erken/vakitsizce/apansızın geliverir. Hâlbuki bize ait olmayan zaman üzerinde söz konusu edilen hak iddiasına dayanan bu “erken” son bulma hâli, bize ait olmayan bir şeyin kaybedilişi gibi bir garipliğe tekabül eder.

 

Montaigne bu hususa Denemeler’inde şöyle değinir: “Hiç kimse vaktinden önce ölmüş sayılmaz; çünkü sizden arda kalan zaman da, sizden önceki zaman gibi sizin değildir: ondan da bir şey kaybetmiş olmuyorsunuz.” Yazarımız ölümün bir tekemmül oluşunu da pas geçmez: “Hayatınız nerede biterse, orada tamam olmuştur.. Öldüğünüz zaman yaşınızı doldurmamış da olsanız, hayatınızı doldurmuş oluyorsunuz. İnsanın küçüğü de büyüğü gibi tam bir insandır.”[16] Bu minvalde ölüm de uyku da insanı sükûna sevk eden birer zamansal bitim formudur.

 

 

Bugün sükûnetini/dinginliğini yitiren ve ölümü mücrim addeden geç-modern bireyi artık uyku da teskin edemez. Sermayenin hayatımızın her ânını egemenliği altına aldığı ve işkolikliğin hâkim olduğu günümüz performans toplumunda “insan varoluşunun içine sızılarak ele geçirilmemiş zaman çok azdır artık.”[17] Jonathan Crary, elimizden düşürmediğimiz teknolojik aletler vasıtasıyla yaşamımızın sermaye tarafından ele geçirildiğini ifade eder. Yazarımıza göre mesela telefonlarımızda yer alan “uyku modu” özelliği, insanı uyutmaya değil, uyutmamaya yönelik bir uygulamadır, çünkü “Mesajlarını ya da kendisine gelen diğer verileri kontrol etmek için gece kendi isteğiyle bir ya da birden fazla kere uyanan insan sayısı katlanarak artmaktadır.”[18] İnsan yaşamının sermaye tarafından işgalini ifade eden bu süreçte teşhisi de harikulade bir şekilde “uyku erozyonu” (erosion of sleep) diyerek koyar Crary.

 

Theodor Adorno ise Minima Moralia’da modern hayatta duçar olunan uyuyamama hâlini şöyle betimler: “Uzun ve şifalı bir dinlenme umuduyla lambayı söndürürüz. Ama zihnimizde düşünceler karmakarışık uçuşurken gecenin sağaltım haznesi harcanıp gider ve yorgun göz kapaklarımızın altından son görüntüyü de kovduğumuzda biliriz ki çok geçtir artık, az sonra sabahın hoyrat sarsıntısını hissedeceğizdir.” Adorno’ya göre “Saatlerin bu büzüşmesinin açığa çıkardığı şey, vaadini yerine getirmiş zamanın tersidir.”[19] Vaadini yerine getirmiş zamanın tersi, niteliksiz zamandır. Uykusuzluk bugün için hem uyunması gereken vakitteki zamanı, hem de uyku haricindeki zamanı niteliksizleştirir.

 

2013 yılında Kazakistan’ın kuzeydoğusunda bulunan Kalachi isimli küçük bir kasabanın sakinleri, gizemi bir türlü çözülemeyen tuhaf bir hastalığa dûçar olmuşlardı: Uyku hastalığı! Hastalığa yakalanan kişiler sosyal hayatın içindeyken bir anda birdenbire uykuya dalıp altı güne kadar deliksiz uyuyabiliyorlardı. İlaç (serum) verilerek uyandırılan hastaların uyku sırasında yoğun bir şekilde halüsinasyon görüp hafıza kaybı yaşadıkları saptanmıştı. Hâlihazırdaki uygarlığın hastalığı ise uykusuzluk hastalığı olarak tebarüz eder. Üstelik uykusuz kalanlar da bugün daha fazla performans sergileyemedikleri anlarda sanrılara gark olurlar. Ve uyuyanların uyanması için ilaç verildiği gibi uyuyamayanlar için de aynı yöntem icra edilir. Bu paragrafı Herakleitos’un bir fragmanının tam da buraya uygun düşen son cümlesiyle bitireyim: “Uykudayken ne yaptığını unutan diğer insanlar gibi bunlar da uyanıkken ne yaptıklarının farkında değiller.”[20]

 

Günümüzdeki tekno-ekonomik uygarlık dâhilinde insanı bir türlü uyutmayan saik, adem-i sükûnettir. Hayatın bütünüyle iş merkezli bir yaklaşımla temellendirildiği akışkan/rafadan hayatta eylemin/aksiyonun dışına çıkılmak istenmediği gibi eylemsizliğin hâkim olması gereken iş harici vakit dahi eylemliliğin gölgesi altında geçirilmek istenir. İnsanın içinde bulunduğu zaman dilimini “Vakit, nakittir.” ilkesiyle ikame edilen algı dâhilinde hep daha fazla yaşantıyla doldurma çabası, zamanda dinginliğin husule gelmesini engeller durur.

 

Öte yandan sükûnet/dinginlik hâli, kendi iç dünyasıyla olan rabıtasını yitiren günümüz bireyini can sıkıntısına gark eden hususiyetiyle bugün için katlanılamaz bir deneyime tekabül eder. Geç-modern birey, sükûnetin olduğu yerde can sıkıntısından adeta patlar. Can sıkıntısı, sükûnetin itibarsızlaştırıldığı bir zeminde ortaya çıkar. Dinginlik üreten nitelikli zaman tecrübe edilemeyecek bir hâl aldığında can sıkılmaya başlar. Can sıkıntısının temel nedeni, zamanın ihtiva ettiği dinginlikle baş edememeden kaynaklı bir zaman boşalmasıdır. Gündelik, hesabî düşünmeyi bir türlü aşamayan işkolik geç-modern bireyin sükûnetle karşı karşıya kaldığında onun mahiyetini tefekkür ve temaşa edebilecek vaziyette olmaması canı/nefsi boşluğa düşürür. Bu boşluğa düşme hâli sıkıntıyı, boşluğun genişlemesi ise patlamayı intaç eder.

 

Kendisiyle baş başa kalabilmeyi göze alamayan çağdaş beşerin sükûnete/dinginliğe olan hazımsızlığı, onu daha da aktif olmaya sevk ederek sükûnete dönülebilme ihtimalini de gün geçtikçe azaltır. Ve sükûneti çalışmaya kurban ettiren bu zeminde yaratılışın özünü de es geçen bir kişilik yeşer(til)ir. Byung-Chul Han, ilk paragrafta yer verdiğim mütalaalarını şu cümleyle bitiriyordu: “Sükûnu işe/çalışmaya tâbi kıldığımızda [aslında] ilahi olanı göz ardı etmiş oluruz.”[21] İnsanı profanlaştırdığı yatay düzleme hapseden çağdaş uygarlık, onun dikey boyutunu ihmal ederek insanı ilahi olanı (sükûneti) göz ardı eden bir çalışma paranoyasına teslim eder. André Gide, Kalpazanlar’da (The Counterfeiters) Tanrı’nın sesini ve kelimelerini (Tanrı’nın kelimeleri yazara göre bütün mahlûkattır) işitebilecek durumda olmayışımızı, şeytanın sesinin, Tanrı’nın sesini boğması durumu ile açıklar.[22] Bugünkü performans/çalışma paranoyası tam da şeytani bir münasebetsizliğe denk düşer. Mezkûr paranoya içerisinde vuku bulan şey beşerleşmedir ve beşerleşmenin berkitildiği bu ortamda gayrı insanîlik serpilir..

__

[1] Arapçada da –Kur’ân’da da zikredildiği üzere– Cumartesi günü “sakin olma, dinlenme, ara verme” anlamlarına gelen Sebt kelimesiyle karşılanır. Rağıb el-Isfahânî, sebtin “çalışmayı bırakmak” anlamına geldiğini söyleyerek Cumartesi gününe sebt denmesinin sebebini de şöyle ifade eder: “Cumartesi denmesinin nedeni şu olduğu söylenmiştir: Yüce Allah, göklerle yeri yaratmaya Pazar günü başlamış ve Kur’ân’da zikrettiği gibi onları altı günde yaratmış, Sebt/Cumartesi gününde de yaratma işine son vermiştir. İşte bundan dolayı söz konusu güne bu isim verilmiştir.” Rağıb el-Isfahânî. Müfredat – Kur’ân Kavramları Sözlüğü. Çıra, 2010, sh. 474

[2] Tevrat’ta şöyle denir: “Şabat gününü kutsal sayarak anımsa. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabbe Şabat günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, hayvanların, aranızdaki yabancılar dahil hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü ben Rab yeri, göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım, yedinci gün sükûna geçtim (rested). Bu yüzden Şabat Günü’nü kutsadım ve kutsal bir gün olarak belirledim.” Çıkış, 20/8-11. İsrailoğullarına yönelik ikame edilen bu uygulama Kur’ân’da da Cumartesi yasakları olarak zikredilerek teyit edilir. Öte yandan müttefekun aleyh bir hadise göre (bkz. Buhârî, Cuma, 1; Müslim, Cuma, 21) aslında İsrailoğullarına da kutsal gün olarak, Hz. Âdem’in yaratıldığı gün olan Cuma gününün belirlendiği ifade edilmekte; lakin başka rivayetlerden anlaşıldığı üzere İsrailoğullarının Allah’ın yaratışı bitirerek sükûna geçtiği günü (Cumartesi) idrak etmek istemeleri üzerine Allah’ın da onlara bugünü istekleri dâhilinde kutsal kıldığı, fakat onları aynı zamanda bugüne özel birtakım yasaklarla imtihan ettiği beyan edilmektedir. İsrailoğullarının Hz. Âdem’in yaratıldığı Cuma günü yerine Tanrı’nın sükûna geçtiği Cumartesi’yi idrak etme talepleri, onların Tanrı ile didişen, yarışan ve -hatta Yakup’un Tanrı ile güreştiğini ifade eden muharref metinleri de (Tekvin, 32/22-32) dikkate alarak- çatışan tavırlarına paralel bir istek olarak yorumlanabilir. Allahu alem. Daha fazla bilgi için bkz. Gürkan, S.L. İslâm Ansiklopedisi [Sebt Maddesi]. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2009, 36.Cilt, 256-258.

[3] Nitekim Kur’ân bu hususu müphem bırakmaz: “Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisiz arasında bulunanları altı günde yarattık; bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.” Kaf, 38.

[4] Byung-Chul Han. The Disappearance of Rituals. Polity Press, 2020, sh. 36.

[5] Yazır, M.H. Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Eser Kitabevi, 1971, 3.Cilt, sh. 2180.

[6] Yazır, M.H. Hak Dini Kur’an Dili, 3.Cilt, sh. 2181.

[7] Yazır, M.H. Hak Dini Kur’an Dili, 3.Cilt, sh. 2176.

[8] Kuşkusuz en doğrusunu Allah bilir..

[9] Ayrıca Kur’ân’da istivanın geçtiği iki yerde “Rahman’ın istiva edişi”nden bahsedilmesinin, yaratışın özünü merhamet ve sükûn olarak konumlandıran müthiş bir detaya tekabül ettiği kanaatindeyim. Zira, Mümin sûresi 16.ayette ise hesaba çekilmenin öncesinde mahlukatın/yaratılmışların tamamının son bulacağı/öleceği günden bahsederken Allah bu defa “Kahhar” ismini kullanmaktadır: “Bugün mülk kimindir? Kahhar ve tek olan Allah’ındır.” Yaratışın başlangıcında Rahman, her şeyin son bulduğu ve sükûnun yok olduğu son durumda ise Kahhar isimlerinin kullanılması ziyadesiyle manidar olsa gerektir.

[10] Corbin, A. A History of Silence – From the Renaissance to the Present Day. Polity Press, 2018, sh. 1.

[11] Dört başı mamur bir sükûnet anlayışından ise sekinet hasıl olur: “İmandaki yakinlerini iyice artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekineti indiren O’dur.” Fetih, 4.

[12] Cioran, E.M. Çürümenin Kitabı. Metis, 2017, sh. 53.

[13] “Rab Tanrı Âdem’e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken Rab Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp etle kapladı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem’e getirdi.” Yaratılış, 2/21-22.

[14] Byung-Chul Han. Zamanın Kokusu. Metis, 2018, sh. 18-19 (vurgu yazara ait).

[15] Wilde, O. Kırık Kalpler Bahçesi. Ketebe, 2021, sh. 110.

[16] Montaigne. Denemeler. Millî Eğitim Bakanlığı, 1992, sh. 69-75.

[17] Crary, J. 7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu. Metis, 2015, sh. 24-25.

[18] Crary, J. 7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu, sh. 23.

[19] Adorno, T.W. Minima Moralia. Metis, 1998, sh. 170.

[20] Herakleitos. Fragmanlar. Kabalcı, 2005, sh. 29.

[21] Byung-Chul Han. The Disappearance of Rituals, sh. 36. [..when we subordinate rest to work, we ignore the divine.]

[22] Gide, A. The Counterfeiters. Vintage Books. 1973, sh. 395-396. [We have not the ears to hear the voice of God. The word of God!.. I have often thought that the word of God was the whole creation. But the devil seized hold of it. His noise drowns the voice of God..]

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.