İslam Tasavvufunda Öteki, Ahlak ve Vicdan
Özde İslam tasavvufu, kadim ezoterik-bâtıni öğretinin İslami koludur. Buradan baktığınızda, tevhidi ve nebevi bakışla İslam tasavvufunun evrensel tüm kadim öğretilerle veya ötekiyle bir sorununun olmaması gerekmektedir.
İslam’da ahlak ve vicdan telakkisi üzerine Perspektif’te¹ Prof. Mustafa Çağrıcı ile yorumlarımı da ilave ettiğim kapsamlı bir söyleşiyi yapmıştım. Bu yazıda ahlak ve vicdan telakkisi, teolojik bir klasik doktrin üzerinden ele alınmıştı. Tartışmanın kapsamına tasavvufun dahil edilmemesi eleştirilmişti. Eleştiriler genelde haklıydı, ancak öncelikle teolojik doktrin açısından konuya giriş yapılması gerekiyordu.
Fıkıh ve Kelam Anlayışında Sorunlar
Söz konusu yazının özetini aşağıdaki iki paragrafta vermek mümkündür:
“Kelam ulemasının modern anlamda bir ahlak ve etik felsefesi geliştirememesinin temel nedeni, hayatın eylemlerini insan merkezli değil, Allah merkezli bir bakışla ele almalarıdır. Bu anlayışta insan, ahlaki bir özne değil, sadece kul olarak yer almaktadır. Mustafa Çağrıcı Hoca bu durumu, ‘Kelamda insan özerk ahlaki fail olarak ele alınmaz’ diyerek özetlemektedir. Bu yaklaşım, kaderci bir teolojik yorumla birleştiğinde, insanın eylemlerinin gerçekte olmadığı varsayımıyla cüzi irade ve ahlaki öznellik arasındaki ilişkiyi zedelemektedir.
Tüm bu tartışmalar bizi, Mutezile ve Eşarî düşünceleri de kapsayan Tanrı merkezli bir teolojiye yöneltmektedir. Peki, insan merkezli, itikada dayalı bir teolojik paradigma inşa edilebilir miydi? Zihinlerde bu sorular dolaşıyor. Çağrıcı Hoca, fıkhın kuralları içerisinde ahlakın olmadığını belirterek şöyle demektedir: ‘Fıkhın ibadetler bölümünde insan sadece kul olarak konu edilir; bu da doğaldır. Ancak fıkıhta ibadetlerin ahlaki içerikleri üzerinde durulmaz, sadece şekil şartları (rükünleri) işlenir. Fıkhın hukuk, ekonomi, siyasal yönetim gibi dünyevi konuları işleyen ‘muamelât’ bahislerinde ise insan sadece bir nesne olarak vardır.”
Aslında fıkhın bugün geldiği özü boşaltılmış hal, Yahudi teolojisindeki yozlaşmayı anımsatmıyor da değil. Özellikle bu eksikliğin sorumluluğunda, ulema ile siyaset arasındaki ilişkilerdeki sıkışmışlığa atıf yapılabilir. Kelam ve fıkhın arasında sıkışan ulema, bir ahlak felsefesi üretmeye ihtiyaç duymamıştır. Sonraları müfredatlarında hiçbir zaman ahlak dersleri olmayan medreseler de bu duruma katkı sağlamıştır. Tasavvuf, ahlak ve vicdan ilişkilerini değerlendirmeye çalışırken doğal olarak bu hususlar hep göz önünde bulundurulacaktır.
Tasavvufta Öteki, Ahlak ve Vicdan
Tasavvuf geleneğinde dün Şahı Nakşibendi’den² bugün M. Zahit Kotku’ya³ kadar ötekine ilişkin örneklerde evrensel vicdan ve ahlak söylemlerine sıkça rastlamak mümkündür. Özellikle sadece Müslümanlar, ilaveten ehli sünnet de değil tüm insanlar ve yaratılmışlar, söz konusu eser veya söylevlerde sıkça özne işlevini görmüşlerdir. Bu kapsamda başka bir ilginç örnek de 19’uncu yüzyıl başlarında Esat Erbilli’nin Danimarkalı okültist ve oryantalist Karl Vet’i ağırlaması, din değiştirmeksizin huzur dersleri, namazlara ve toplu zikirlere kabul etmesi, ardından da ona Avrupa temsilciliğini vermesi olarak zikredilebilir.
Aslına bakarsanız özde İslam tasavvufu, kadim ezoterik-bâtıni öğretinin İslami koludur. Hermetik⁴, Gnostik-irfan ve Perennialist, yani hikmetin sürekliliği kavramları bunun temel sütunlarıdır. Buradan baktığınızda, tevhidi ve nebevi bakışla İslam tasavvufunun evrensel tüm kadim öğretilerle veya ötekiyle bir sorununun olmaması gerekmektedir.
Bayezid Bestami’ye atfedilen “Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri adedincedir” sözü bu kapsamda İslam tasavvufunun özdeki evrenselliğine veya ötekine hoşgörüsüne ilişkin ipuçlarını vermektedir. Tarihten bugünümüze “Arabilik” ve “Melamilik” tasavvufi meşrepleri bu evrenselliğin aidiyetini çok iyi yansıtmaktadır. Buna Orta Asya Nakşibendiliği, Yeseviliği, Bektaşiliği ve Mevleviliği de dahil edebiliriz. Bu dönemlerdeki “Ayarımız-yabancımız yoktur bizim” yaygın bir tasavvufi özdeyiş idi.
Ülkede Tarikatlar
Seyit Abdulhakim Arvasi, 2 Eylül 1925’te tekkelerin kapatılması yasasına ilişkin yıllar önce “Tekkeler zaten kendilerini kapatmışlardı” ifadesini kullanmıştı. 1900’ların başlarında Esat Erbilli’nin Kelâmî dergâhına Osmanlı aydınları, saray bürokrasisi, prens ve prensesleri devam ediyorlardı. Adnan Adıvar, Fevzi Çakmak veya Said Nursi bazılarıydı. Ancak bazı tekkeler o dönemlerde askerden kaçma ve miskinlik mekânlarıydı.
Orta Asya Nakşibendiliğinin şeriat-fıkıh ve Hint mistisizmi ile senteze girmesi, Mevlâna Halid Bağdadi ile başlar. Nakşibendiliğin medrese ve fıkıh ile iç içe girmesi siyasete karşı yakınlığını artırmıştır. Medreselerdeki ahlak ve vicdan tanımlı eğitim eksikliği medreselerle iç içe geçen tarikatları etkilemiştir.
Cumhuriyetimizde bugüne kadar tarikatlar, tüm sorunları ve yasaklara karşı devletin kontrolü veya dolaylı uzlaşmasıyla hep devam ettiler. Zaten özde tarikatlar ibadet açısından da gizlilik esasına dayanıyordu. Nakşibendilik siyaseten genelde belirleyici olmuştur.
Esat Erbili silsilesi bugün Erenköy Cemaati olarak anılmakta. Kentli ve geleneğe bağlı bir karakter taşımakta. Zahit Kotku’nun cemaati ise üniversiteli öğrencilere yönelikti. 1980 darbe şoku sonrası sarsılan sağ ideolojik kuşak ise kendi geçmişinin travmalarını tedavi edebilmek amacıyla aradığı adresi Menzil dergâhında buldu.
Günlük Siyasette Tarikatlar
Toplumda gerici ve olumsuz tarikatlara ilişkin algılar her ne kadar “ticani” olarak adlandırılsa da sakallı-cübbeli ve çarşaflı ehli tarik insanlara ta ki Erbakan’ın başbakanlıkta verdiği yemeğe kadar bir sempati vardı. Sonra bilindiği gibi tarikatların ekserisinin siyaset-bekacılık-ticaret ana işi, manevi tasarruf-irşat ise ek işleri oldu algısı yerleşti. Yunus Emre’nin “Döğene elsiz gerek, Söğene dilsiz gerek, Derviş gönülsüz gerek” derviş tanımı tersine üst düzey sofilerden ciddi anlamda sosyal medya polemikleri yapan siyasetçi ve tarihçiler çıkmaya başladı. Ülkedeki gergin seçim atmosferi ve siyasal atmosferden dolayı zorlanan tarikat vakıflarının siyasal bildiriler yayınlanması ise toplumsal güveni tamamen sarstı. Hak edip etmemeleri tartışmalardan öte belirli bir toplumsal kesimin siyasal nefretlerinden de nasiplendiler.
Siyaset, kamu veya tartışmalı ticaret sarmalına girmiş tarikatlardan evrensel bir etik veya bireysel vicdan anlayışı üretilebilmesi pek mümkün gözükmüyor. Ancak burada tartışmaları güncelden alıp teorik bir zemine de taşımak gerekiyor.
Tarikatlarda Medrese Etkisi
Medreselerin-fıkhın tarikatlarla buluşması, bahsettiğimiz gibi ulemanın iktidarla sıkışması sonucu hayatın eylemlerini insan merkezli değil Allah’ın Kelamı merkezli bir evren tasavvuruna dayandırması, sadece fıkhı değil tarikatları ve mevcut tasavvuf anlayışını da etkiledi. 9-13’üncü yüzyıl filozofları dışında İslam dünyası ahlak ve vicdanı tartışamamıştır. Zaten bundan sonra da İslam dünyası filozof çıkartamamıştır. Halbuki Kelamda özerk bir ahlaki fail olarak ele alınmayan insan pekâlâ tasavvufta alınmıştı. Tasavvuf fıkıh gibi insanı bir nesne olarak tanımlamamakta, tam tersine evrenin merkezinde olarak tanımlamaktadır.⁵ İbadetleri de ahlaki bir içerikten bağımsız kılmamaktadır. Fıkhın ve kelamın asırlar boyunca araçları amaçlaştırması ve içtihat kapısını kapatması, ahlak ve vicdan tartışmalarına kapıyı kapatmıştır.
Kelam ve fıkhın merkezileştirdiği Allah fikrinin alemlere ve mevcudata hiçbir şekilde muhtaç olmayan Allah fikriyle örtüştüğü tartışmalıdır. Bu anlamda Hanefi mezhebi kurucusu Ebu Hanife’nin din anlayışında insan merkezliliği net bir şekilde savunması önem arz eder.⁶
Sonuç
İngiltere’de bir dinî ilkokulda çocuklara “İnsan öldükten sonra nasıl cennete gider” sorusunu sormuşlar ve çocuklar şöyle cevaplamış: “Bir tarafa tüy konulacak diğer tarafa ölen insanın kalbi. Eğer insan kalbi tüyden hafifse cennete gider.” İslam tasavvufunda da kalp ve gönül kelimeleri ahlak ve vicdan adına hep böyle derinlikli anlamları içermekte.
İslam dünyasında ibadetler veya fıkhın uygulama hükümlerinin araç olarak konumlanması gerekirken ne yazık ki amaç haline getirilmelerinin zihin karışıklığı yaşanmakta. Araçların amaçla değişmesi ve çürüme artık sadece ulemaya değil mutasavvıflara da sirayet etmiş durumdadır. Çözüm ise düğmelerin yanlış iliklendiği tarihsel dizilimi baştan düzeltmekten geçmektedir.
__
¹https://www.perspektif.online/islam-teolojisinde-ahlak-ve-vicdan/
²“Nefsini bir frenk kafirinden aşağı görmeyen bizim kapımıza yaklaşmasın.”
³Tasavvufi Ahlak – “Bütün insanlara karşı, bâhusus kendisine zulüm ve cefa edenler, dost veya düşman da olsalar, bunlara karşı af ile muamele etmekle beraber, bir de ihsanda bulunmak ne kadar büyüklüktür.” “Bütün mahlûklara ve bâhusus zuafâ, yetim ve miskinlere karşı insanların şefkat ve himaye kanatlarını açıp, dertlerine merhem olmağa çalışması merhamet, zıddı ise merhametsizliktir.”
⁴Hermetik-Hikmete dayalı düşünce sistemi Holistiktir ve Kozmos’un Bütünü’nün anlaşılmasını hedefler. Tüm Evren’in Bir olarak görüldüğü Monist bir felsefi sistemdir.
⁵Casiye Suresi, 13. Ayet.
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi. Şüphesiz bunda, düşünen bir topluluk için ibretler vardır.”
⁶https://isamveri.org/pdfdrg/D02533/2012_19/2012_19_TERZIOGLUH.pdf