İslam Teolojisinde Ahlak ve Vicdan

Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı ile bugünkü İslam teolojisi anlayışında evrensel ahlak ve vicdanın yeri konusunda bir söyleşi yaptım. Çağrıcı Hoca Ehli Sünnet çizgisinden ayrılmayan, çok yönlü itibarı olan ve mahallelinin güvendiği bir ilahiyatçı. Aynı zamanda gelenekten kopmayarak mevcut krizin teolojik temelli kritiğini yaptığı yazılarıyla da tanınıyor.

mustafa çağrıcı

Bugün ülkemiz ve İslam dünyasında ciddi bir medeniyet krizi yaşanmakta ve mevcut durum düşünebilenlerce sorgulanmakta. Bunun özü de değerlerin içinin doldurulamaması veya boşaltılması. Halk veya ulema İslam’ında evrensel etik, ahlak, öteki ve vicdan gibi kavramların karşılığının müphem olması, krizin görünümünü teşkil etmekte. Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı ile İslam teolojisinde bunların yorumları üzerine konuştuk.

 

Din bize çocukluğumuzdan itibaren “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” olarak öğretildi. Bu anlayışın en güzel örneği, Hz. Peygamber’in kendisinde görülür. Hoca ile söyleşimden zihnimde kalan notları ve yorumlarımı şöyle ifade edebilirim:

 

İslam’ın, daha birinci yüzyılını doldurmadan üç kıtada çok etnisiteli ve çok kültürlü toplumlar arasında yayılması, onun evrensel bir ahlaka açık olduğunun tecrübi bir kanıtıydı. Ancak son 1.200 yılda ahlak ve vicdan tartışmaları geri plana itilmiş, bunun yerine fıkıh ve kelamın hem ulema arasında hem de halkın pratiğinde öne çıktığı gözlemlenmiştir.

 

Burada dikkat çekici olan, Hicret’in ikinci yüzyılından itibaren dinin ahlak ve vicdan boyutunun neden tam anlamıyla geliştirilemediği sorusunun hâlâ yanıtlanmamış olmasıdır. Bu eksikliğin sorumluluğu, ulema ile siyaset arasındaki ilişkilere atfedilebilir. Kelam ve fıkhın arasında sıkışan ulema, bir ahlak felsefesi üretmeye ihtiyaç duymamıştır. Sonraları medreseler de bu duruma katkı sağlamıştır. Ancak 9-13’üncü yüzyıllar arasında yetişen Müslüman filozofları bu eleştiriden muaf tutabiliriz.

 

Kelam ulemasının modern anlamda bir ahlak ve etik felsefesi geliştirememesinin temel nedeni, hayatın eylemlerini insan merkezli değil, Allah merkezli bir bakışla ele almalarıdır. Bu anlayışta insan, ahlaki bir özne değil, kul olarak yer almaktadır. Mustafa Çağrıcı Hoca bu durumu, “Kelamda insan özerk ahlaki fail olarak ele alınmaz” diyerek özetlemektedir. Bu yaklaşım, kaderci bir teolojik yorumla birleştiğinde, insanın eylemlerinin gerçekte olmadığı varsayımıyla cüzi irade ve ahlaki öznellik arasındaki ilişkiyi zedelemektedir.

 

Tüm bu tartışmalar bizi, Mutezile ve Eşarî düşünceleri de kapsayan Tanrı merkezli bir teolojiye yöneltmektedir. Peki, insan merkezli, itikada dayalı bir teolojik paradigma inşa edilebilir miydi? Zihinlerde bu sorular dolaşıyor. Çağrıcı Hoca, fıkhın kuralları içerisinde ahlakın olmadığını belirterek şöyle demektedir: “Fıkhın ibadetler bölümünde insan sadece kul olarak konu edilir; bu da doğaldır. Ancak fıkıhta ibadetlerin ahlaki içerikleri üzerinde durulmaz, sadece şekil şartları (rükünleri) işlenir. Fıkhın hukuk, ekonomi, siyasal yönetim gibi dünyevi konuları işleyen “muamelât” bahislerinde ise insan sadece bir nesne olarak vardır.” 

 

Klasik Ehli Sünnet yaklaşımının temelinde, kuralların belirlenmesinde insanın özne olarak yer almaması yatmaktadır. Bu konuda görüşünü aldığım Çekya Palacky Üniversitesi’nden Prof. Gökhan Bacık ise şu yorumu yapmaktadır: “Fıkıh, hukuk gibi düşünülürse, arkasında yaptırım gücü olduğu için ahlakla vakit kaybetmek anlamsız görülmüş olabilir. Örneğin, namaz kılmayanı sopa ile dövelim gibi bir yaklaşım. Halbuki ahlak, bir eğitim ve ikna süreci gerektirir. Humboldt ve Erasmus gibi isimler ahlak ve eğitim üzerine kafa yormuştur. Bizde ise bu konuda ciddi sorunlar vardır. Her şeyi kamu gücü ile yaparız denildiğinde, bireyin erdemli davranmasına gerek kalmaz. Ahlak ise bireyin kendi isteğiyle erdemli davranmasını gerektirir ve bu maliyetlidir. Fıkıh, kısa yol gibi görünmektedir. Özgür-cüzi irade olmayınca ilk kaybolan kader değil, ahlak olur.”

 

Bu görüşü destekleyerek Mustafa Çağrıcı Hoca, Diyanet İşleri eski Başkanı Ali Bardakoğlu’nun “Ahlâkın fıkıh kuralları arasında buharlaşması” başlıklı yazısına (Eskiyeni 35/Güz 2017, 51-94) atıfta bulunuyor. Bardakoğlu’na göre, fıkıh ilmi, vicdanî içeriğini kaybederek tamamen lafızcı, şekilci ve kuralcı bir yapıya bürünmüş, bu da hayatın her alanında pratik sorunlar doğurmuştur.

 

Sonuç olarak ne kelam ne de fıkıh, insanı özgür fail olarak tanıyan bir ahlak anlayışı sunmuştur. Aşağıda sözü, beş ayrı başlık altında düzenlediğimiz Mustafa Çağrıcı’nın İslam teolojisinde ahlak, vicdan ve öteki hakkında görüşlerine bırakıyoruz.

 

1. İslam inancı doktrininde fıkıh-ahlak ilişkisi nedir? Son 1.000 yıllık tarihsel süreçte bu nasıl seyretmiştir?

 

Benim kanaatimce Müslüman toplumların dinden beslenebilecekleri bir masanın kurulabilmesi için en az üç ayağa ihtiyaç vardır: Fıkıh, akaid (kelam) ve ahlak. İslam’ın ikinci yüzyılının ikinci yarısından itibaren bu masanın fıkıh, akaid/kelam ayakları oluşturulmaya başlandı; fakat ahlak ayağı hâlâ oluşturulabilmiş değildir. Aslında binlerce ayet ve hadiste ahlak üzerinde durulur, ahlak konuları işlenir. Ayrım yapılmaksızın her üç alana ait bazı görevlerin sıralandığı ayetlerden sadece bir örnek:

 

“…Onlar (inananlar) namazlarını devamlı kılarlar. İsteyene ve yoksun kalmışa mallarından belli bir hak tanırlar. Hesap gününün doğruluğuna inanırlar… İffetlerini korurlar… Emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler; Şahitliklerini dosdoğru yaparlar… (Meâric 70/19-35)

 

Kur’an sureleri ve ayetleri, şartlara ve ihtiyaçlara göre yaklaşık 23 seneye yayıldığı için doğal olarak -bu örnekte de görüldüğü gibi- Kur’an’ın, nüzûl sürecindeki ilgi alanlarını sistematik bilim yöntemiyle ele alması mümkün değildi. Aynı gerekçe Hz. Peygamber zamanında Hadisler için de geçerliydi; fakat -Kur’an’ın aksine- zamanla hadisleri konularına göre tasnif eden eserler yazılmıştır. 

 

Genel olarak tefsir ve hadis ilimleri diğer dinî ilimlere malzeme hazırlar. Dolayısıyla Müslüman geleneğinde insanın din hayatını (vakıada din ve dünya hayatını) düzenleyen iki ana ilim oluşmuştur: Akaid/Kelam ve Fıkıh. Önemli temsilcilerini 9-13’üncü yüzyıllarda yetiştiren felâsife (filozoflar) dışındaki Müslüman ulemanın ürettiği ilimler arasında Ahlak yoktur

 

Kelam ulemasının insanın fiilleri (ef’âlü’l-ibâd) konusundan bahsediyorlarmış gibi göründükleri yerlerde -Kur’an’dakinin tersine- merkezî konu insan değil, Allah’tır. İnsan, ahlaki özne olması itibarıyla değil, sadece kul olması itibariyle konuya dâhil edilir. Tabii ki insan Allah ile ilişkinde kuldur; ama Kelamda insan özerk ahlaki fâil olarak ele alınmaz. 

 

Mûtezile’nin özgürlük ve ahlak savunucusu olduğundan bahsedilir. Fakat Mûtezile’deki özgürlük ilkesi de esasında yine ulûhiyet merkezli işlenmiş olup, asıl maksat, ahlaka zemin oluşturmak düşüncesiyle insanın özgürlüğünü ispatlamak değil, bu mezhebin en temel iki ilkesinden biri olan (diğer ilke: tevhid) adalet ilkesi gereğince Allah’ı ‘zulüm’den tenzih etmektir. 

 

Fıkhın programında da ahlak yoktur. Fıkhın “ibadetler” bölümünde insan sadece kul olarak bahis konusudur; konu gereği öyle de olması gerekir. Fakat fıkıhta genellikle ibadetlerin de ahlaki içerikleri üzerinde durulmayıp sadece şekil şartları (rükünleri) işlenir. Ekonomi, hukuk, devlet, siyaset gibi dünyevi konuların işlendiği “muâmelât” bölümünde ise ilke olarak kurallar dışarıdan konulur, insan da itaat eder. Kural insan için değil, insan kural içindir sonucundan insanın sorumlu olduğu kuralların belirlenmesinin hiçbir yerinde özne olarak insan yoktur. 

 

Fıkıh profesörü olan Diyanet İşleri eski Başkanımız Ali Bardakoğlu’nun “Ahlâkın fıkıh kuralları arasında buharlaşması” başlıklı yazısında belirttiği üzere (Eskiyeni 35/Güz 2017, 51-94), fıkıh ilminin kuruluş zamanlarından itibaren fıkhın “vicdanî içeriği dejenere olmuş”, fıkıh ahlaki özünü kaybederek tamamen lafızcı, şekilci ve kuralcı bir yapıya bürünmüş, bu da hayatın her alanında pratik sorunlar üretmiştir. Bardakoğlu’nun anılan yazıdaki ifadesiyle “Bunda asıl hayret edilecek husus -hadislerdeki ahlakilik vurgusu çok yoğun olduğu halde- Ehl-i hadis denen ilk ulemanın öncülüğünde gelişen literal din yorumunda ahlak ve adabın tali bir konuma düşmüş olmasıdır.” Bütün İslam tarihinde bu gerçek kesintisiz devam etmiştir.

 

Sonuç olarak Kelamda da Fıkıhta da insanlık düşünce tarihindeki insanı özgür fail olarak tanıyan anlamıyla ahlak olmamıştır. İslam düşünce tarihinde sadece 9-12’nci asırlar arasında yaşayan Müslüman filozoflar ile onların etkisinde kalan, son örneği Kınalızâde (ö. 1572) olan birkaç âlimi istisna edebiliriz. Medrese programında da ahlak hiçbir zaman olmamıştır.

 

2. Vicdan kavramı Kur’an ve hadislerde nasıl kullanılmıştır? İtikadi ve ameli mezheplerde, metinlerde geçmekte midir?

 

Aslı Arapça olan Türkçedeki “vicdan” ile şimdiki Arapçada bu anlamda kullanılan ve kelime anlamı “insanın içi, derûnu” olan “damîr” (zamir) terimlerini motamo karşılayan bir kelime klasik İslam kaynaklarında¹ yoktur. Ancak Fransızcadaki -asıl anlamı “bilinç, farkındalık” olan- conscience gibi Kur’an’da, hadislerde ve diğer klasik İslam kaynaklarında “kalb” kelimesinin “akıl, bilgi” anlamının yanında “vicdan” için de kullanıldığını gösteren ayet ve hadisler vardır. 

 

Bu konuda görebildiklerim arasında en doyurucu bilgiyi ünlü Doğu-bilimci I. Goldziher Le dogme et la loi de l’Islam (Macarcadan çeviri) adlı önemli eserinde vermiştir. Bu nedenle sorunuza o eserden bir alıntıyla cevap vereceğim. 

 

Goldziher, klasik İslam literatüründe Batı dillerindeki conscience (vicdan) terimini karşılayan bir kelimenin bulunmadığını, bazılarının bunu kanıt göstererek, İslam’ın “dinî ve ahlaki değerlerden yoksun” olduğunu göstermeye kalktıklarını belirttikten sonra bu iddiayı şu bilgilerle çürütmüştür:

 

“Bir kavramın varlığına dair tek güvenilir tanığın bir kelime olduğunu kabul etmenin bir önyargı olduğu iyi bilinmektedir. Dildeki bir boşluk, kalpte (zihinde) de aynı boşluğun olduğu anlamına gelmez. Eğer durum öyle olsaydı, Veda şairlerinin minnettarlığın anlamından habersiz oldukları iddia edilebilirdi; çünkü ‘teşekkür’ kelimesi Veda diline yabancıdır.”²

 

9’uncu yüzyıl gibi erken bir tarihte, Arap bilgini Câhız, Yunanların dilinde ‘cömertlik’ (cûd) anlamına gelen bir terimin bulunmadığı iddiasından hareketle, onların cimri olduklarının kanıtlanabileceğini düşünen bir acemi arkadaşının sözlerini reddetmiştir.³  Aynı şekilde Câhız, İranlıların dilinde ‘samimiyet’ (nasîha) anlamına gelen bir kelimenin bulunmamasını, bu halkın doğuştan ikiyüzlü olduğunun kesin bir kanıtı olarak görenleri de eleştirmiştir.

 

Bir kelimeden, bir ‘teknik terim’den daha büyük bir kanıtlayıcı güç, (ayet ve hadislerde olduğu gibi) ahlaki cümlelere, İslam’da olduğu gibi ahlak anlayışını yansıtan ilkelere atfedilmelidir. Bunların (ahlaki cümlelerin ve ilkelerin) çoğu haklı olarak ‘conscience’a (vicdan kavramına) atıfta bulunur. Nevevî’nin, mükemmel bir Müslüman’ın niteliklerine ilişkin temel dinî kavramların bir özetini sunduğu kabul edilen “Kırk Hadis” (aslında kırk iki) arasında, 27 numara altında, hadis mecmualarının en sahihlerinden alınan şu özdeyişi buluyoruz: 

 

Peygamber’in sözüne göre Erdem, iyi nitelikler (toplamıdır); kötülük ise ruhu rahatsız eden ve başkalarının bilmesini istemediğin şeydir.” (Müslim, “Birr”, 14, 15; Tirmizî, “Zühd”, 53).

 

 Vâbisa bin Ma’bed anlatıyor: 

 

“Bir keresinde Peygamber’in huzuruna geldim. Kendisine erdem hakkında soru sormaya geldiğimi tahmin etti. Dedi ki: Kalbine sor (ifadenin tam anlamı: Fetvayı kalbinden iste); çünkü erdem, ruha huzur veren, kalbin huzur bulduğu şeydir; günah ise insanlar onun hakkında ne düşünmüş olursa olsun, ruhta sıkıntıya ve kalpte kargaşaya neden olan şeydir” (Dârimî, “Büyû‘”, 2; İbn Hanbel, el-Müsned, IV, 28)…

 

Adaletli olmak istiyorsak, İslam öğretilerinde iyiye yönelmiş etkili bir gücün (vicdanın) bulunduğunu ve bu öğretilere uygun bir hayatın ahlaki açıdan kusursuz olabileceğini kabul etmemiz gerekir. Aslında İslam, Allah’ın bütün yarattıklarına karşı merhameti, ilişkilerde iyi niyeti; sevgiyi ve sadakati, bencil içgüdülerin bastırılmasını ve İslam’ın hak peygamberler olarak bilip onların dinlerinden aldığı tüm bu erdemleri gerektirir. İyi bir Müslüman, sıkı ahlaki gerekleri yerine getiren bir hayat sürer.”⁴

 

3. Selefi, radikal Hanbelî, özellikle Eş’arî mezhebine atıf yapılarak Allah’ın iyilik yapmaya mecbur olmadığından hareketle Müslümanların sadece fıkhın gereğini yapmalarının yeterli olacağı savunulmakta. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? 

 

Soruyu yanlış anlamadıysam, şunu belirtmeliyim ki hiçbir mezhep Allah hakkında “mecbur” kelimesini kullanmıyor; çünkü bu söz, O’nun mutlak yetkinlik ve mükemmelliğiyle çelişir. Özgürlük taraftarları (Mûtezile ve Mâtürîdiyye), “Allah mutlak adalet sahibi olduğu, fiilleri de kusursuz hikmetli olduğu için, kullarına zorla kötülük yaptırmak (bu anlamda kader ve kaza) O’nun mahiyetine aykırıdır” diyorlar. 

 

Fakat Eş’ariyye ve genel olarak Cebriyye, yani ‘kader’i kul hakkında özgürlük karşıtı yorumlayanlar, “Bütün evren gibi insanlar da Allah’ın mülküdür; Allah’ın, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunması zulüm değildir” öncülünden hareketle, teorik olarak, Allah’ın hem kuluna zorla kötülük yaptırmasının hem de cezalandırmasının adaletsizlik sayılmayacağını savunuyorlar. 

 

Bu kader görüşü, Emevî yöneticilerinden başlayarak hem Müslüman yöneticilerde hem de toplumlarda “ahlakın buharlaşması”nın önemli sebeplerinden biri olmuştur ve bu olumsuz etki halen devam etmektedir.  

 

4. Bugün İslam dünyasının evrensel bir ahlak felsefesi üretememesinin teolojik ve doktriner kaynakları var mıdır?

 

Bu sorunuz uzun uzun tartışılması gereken bir problemi işaret etmektedir. Kısaca şunu söyleyebilirim: 

 

Benim kanaatimce bu sorunuzun cevabı hem ‘hayır’ hem de ‘evet’tir. ‘Hayır’dır; çünkü teorik olarak Kur’an’ın genelinde evrensel ahlakın kurulmasına mâni bir öğreti yoktur. Pratik açıdan baktığımızda da İslam’ın, daha birinci yüzyılını doldurmadan üç kıtada çok etnisiteli, çok kültürlü toplumlar arasında yayılması, onun evrensel bir ahlaka açık olduğunun tecrübi bir kanıtıdır.

 

Sorunun cevabı başka bir yönden ‘hayır’dır; çünkü çöl Arabı katı gelenek (sünnet’l-Arab) bağlısı olup, hicrî ikinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam ilimlerinin (özellikle de fıkıh ilminin) kuruluş döneminde daha çok ‘Ashâbu’l-hadîs’ tarafından İslam büyük ölçüde yazılı ‘Sünnet’te dondurulmuş, bilhassa fıkhın ‘muamelât’ kısmı katı dogmatik kurallara sabitlenmiş; her türlü yenilik teorik zeminde ‘bid’at’ sayılarak reddedilmiştir. Bu din tasavvuru medreselerle birlikte pratikte de sürekli bir ‘dışlayıcılık’ ve ‘ötekileştirme’ üretmiş (mesela dâru’-İslâm – dâru’l-harb), bu dogmatik-şekilci-kuralcı anlayış, tarih boyunca hâkim zihniyet halinde kesintisiz devam etmiştir; halen de bu zihniyet pek fazla değişmemiştir.

 

5. İslam kaynaklarında özellikle bugün için “öteki” ile eşit ilişki kurulabilmesine ilişkin yorumlar var mıdır?

 

İslam’ın klasik kaynaklarında ötekiyle “eşit ilişki” değil, “adil ilişki” buyrulmuştur. Bununla ilgili bir ayetin anlamı şöyledir: “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik etmenizi ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever.” (60/Mümtehine suresi sekizinci ayet)

 

Tefsircilerin üstadı olarak bilinen Taberî (ö. 310/923), bu ayetle ilgili yapılan bazı daraltıcı yorumları aktardıktan sonra şöyle der: “En doğru açıklama şöyle diyenlerin yorumudur: Allah, din konusunda sizinle savaşmayan çeşitli milletlerden ve dinlerden bütün insan sınıflarına iyilik etmenizi ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz.”

 

Şu var ki, kendi kaynaklarımızı “öteki ile eşit ilişki” bakımından değerlendirirken, “öteki ile eşit ilişki”nin bütün dünyada modern bir kavram olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Diğer yandan, “öteki” kavramını -bugün yaşandığı gibi- dünya ölçeğinde anlarsak, günümüzde küresel boyutuyla “öteki”nin eşitliğinden değil, ancak haksızlık ve zulümlerden söz edebiliriz. 

 

Yalnız yukarıda sunduğum ayet ve Taberî’nin “çeşitli milletlerden ve dinlerden insan sınıflarını” kapsayan yorumu bile, din ve ırk farkı gözetmeksizin, bize zarar vermeyen toplumlar ve devletlerle “iyilik” ve “adalet” ilkelerine dayalı ilişkiler kurmanın Müslüman toplumlar için ahlaki bir hedef olarak görülmesi ve gerçekleşme yolunda çaba harcanması gerektiğini göstermeye yeter.

 

Bu durum karşısında belki de günümüz Müslümanlarının en büyük kusuru, Kur’an ve Peygamber’in açık öğretilerine ve kültürel birikime rağmen zamanımızın iç ve dış/küresel sorunları karşısında sorumluluklarını yerine getirecek bilgi, bilinç ve iradeden yoksun kalmalarıdır. Müslüman toplumlar (öncelikle onları enforme eden ulema, aydınlar), kendi kaynaklarından ve kültürel birikimlerinden ilham alarak yeni çağın gerçeklerine uygun, barış ve esenlik vadeden bir insan, toplum ve uluslararası ilişkiler düzeni inşa edebilirler ve etmelidirler.

 

__

¹Mesela bkz. Râgıb el-Isfahânî, et-Tefsîr, Mekke 1424/2003, I, 92; III, 938; ayrıca bkz. eẑ-Ẑerîʿa ilâ Mekârimi’ş-Şerîʿa (nşr. Ebu’l-Yezîd Ebû Zeyd el-Acemî), Kahire 1428/2007, s. 176.

²Oldenberg, Die Religion des Veda (Berlin, 1894), 305, 9.

³Le Livre des Avares, éd. G. van Vloten (Leyde, 1900), 212.

⁴I. Goldziher, Le döğme et la loi de l’Islam. Çev. Félix Arin, Paris 1920, s. 14-16.

Câmi’u’l-Beyân (nşr. et-Türkî), Kahire 2001, XXII, 573.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.