İslam ve Kişi Kültü

Taklit/Dogmatizm, “Hakikat” adına terör saçan bir psikoloji yaratır. Oysaki din ve siyaset alanları, herkesin bireysel sorumluluk üstlenmesi gereken alanlardır. Bu alanlarda dinsel “karizma”nın oluşması, sürekli istismar ve şiddet doğurur. Bunun istisnası yoktur. Dinler tarihi, bunun şahididir.  

islam ve kişi kültü

Kültürel-Tarihsel Arka Plan

 

Mezopotamya, Ön-Asya, Doğu Akdeniz ve Mısır’da siyasal ve dini düşünceye “Çoban-Sürü” kodu egemendir. Bu durum, doğal olarak toplumsal hayatta “örnek” yerine “ölçü”; kurum kurma, kural koyma yerine “Kişi-Kahraman”; toplumsal-ahlaki hakikatin tekilliği/biricikliği ve bunu görmek için göz, kulak, fuad/kalp, düşünme yerine dondurulmuş, dogmatik (dinamik olmayan) kutsal Kitap/Yasa/Şeriat; teori yerine Teokrasi; içtihat yerine İcma; Nesh yerine Nass; tetikte-teyakkuzda (Takva) olma yerine taklit; şura yerine sultan… üretir. Çoban-Sürü ilişkisinin dezavantajı, bir Macar atasözünde ifade edildiği gibi: “Çoban yolunu kaybettiğinde; sürü, bunu bilemez” olmasıdır. Bu kodu benimseyenler ise, çobanın kişisel sorumluluk bilinci üzerine güzelleme yaparlar; insanları hep “sürü” olarak görürler. Oysa “Cahilin sofusu/sürüsü, şeytanın maskarasıdır.” Cenap Şahabettin’in dediği gibi: “Zavallı koyun sürüsü; çobanı, çoban köpeklerini, kurtları ve sahibini besler.”

 

Arapların politik hayatında Şeyh, Halife, Sultan, Zaim, Emir, Kaid…; Perslerin politik hayatında Şah, Padişah, Şahinşah, Kisra…; Türklerinkinde ise Hakan, Kağan, Han, Bey, Başbuğ, Hünkâr, Hükümdar… mutlak politik-askeri otoritedir. Kişi kültü oluşturmak, evrensel bir insan doğası değil; antropolojik/kültürel, sosyal-psikolojik bir mizaç meselesidir.

 

İslam’ın tarihsel politik hegemonyasını üstlenen Araplar, Türkler ve İranlılar, genellikle Kabileler, Sülaleler, Boylar, Klanlar ve Beylikler halinde yaşamışlardır. Dinsel hayatları ise, genellikle mezhepler, tarikatlar ve cemaatler halinde olmuştur. Şiîlikte “İmam”lar, “Molla”lar “Ahunt”lar, “Ayetullah”lar, “Seyyit”ler, “Şerif”ler; Türklerde-Tarikatlarda Şeyhler, Veliler, Gavslar, Kutuplar… ortaya çıkmıştır. Sünnilikte ise Âlimler, Allameler, Müçtehitler oluşmuştur. İlmi otorite, dinsel otorite gibi katı/kapalı/kutsal değildir.

 

İnsanlarda salt güç istenci ve şiddet eğilimi, Efendi-Köle ilişkisinde olduğu gibi, korkuya dayanan gayri meşru bir otorite oluşturur. Uzmanlık/beceri, bilgi, adalet, cesaret ve fedakârlık (kahramanlık) ise meşru bir itibar, saygınlık ve otorite yaratır. “Karizma”, Tanrı tarafından aleni olarak desteklenen insanlarda (peygamber) oluşan otoritedir. İslam’da “Âlim”ler, peygamberlerin karizmatik olmayan varisleridir (el-Ulema, veresetu’i-Enbiya- Hadis). Herhangi bir kutsiyetleri yoktur. Otoritelerini, -eleştiriye açık olarak- ilmi derinlikleri ve ahlaki kemallerinden alırlar. Hz. Muhammed’in Karizmatik otoritesi, Sünni siyasette Kabile/Kureyş üzerinden “Halife” olarak devam ederken; Şiilikte Hz. Ali üzerinde (sıhriyet) “İmamet” olarak devam etmiştir. Her iki yapı da, özgür/gönüllü “Biat”, “Ahit/Misak” ve “Şura”ya dayanması gereken siyasi alanın kutsallaştırılarak/karartılarak/kapatılarak istismara boğulmasıdır. Tasavvufta ise, “Sırları Kutsanmış (Kuddise Sırruhu)” -Rahiplere/Papazlara benzer- “Temsil” makamında olan bir “Ulular/Veliler” sınıfı oluşturularak (Şeyh-Gavs-Kutup…) din istismarına kapı açılmıştır.

 

Taklit/Dogmatizm, “Hakikat” adına terör saçan bir psikoloji yaratır. Oysaki din ve siyaset alanları, herkesin bireysel sorumluluk üstlenmesi gereken alanlardır. Bu alanlarda dinsel “karizma”nın oluşması, sürekli istismar ve şiddet doğurur. Bunun istisnası yoktur. Dinler tarihi, bunun şahididir.

 

“Kâhin, Papa, Sultan ve Emir…: Bir av için, yüz avcı.”

 

“Taç giyenler ve mabetteki rahipler, onun harap tarlasından vergi alıyorlar.” (M. İkbal)

 

Kur’an’ın Önerisi/Öğretisi

 

Kur’an, peygamberleri ve onlara inanan mü’minleri “Örnek” kişiler olarak sunmuş (60/4, 6; 33/21) ve sonradan gelenlerin de onlar gibi, sorumluluklarını bireysel olarak üstlenmiş mü’minler olmalarını istemiştir. Peygamberlere devredilen “otorite”, hiçbirinde mutlak-sorgulanmaz/kapalı/kutsal olmamıştır. İçimizden birileri olarak hata yaptıklarında Allah tarafından uyarılmış, eleştirilmiş, hatta kınanmıştır (9/43, 28/10 80/1-10). “İsmet” sıfatları, onların samimi-dürüst kişiler olduklarını; din davasına ihanet etmediklerini ifade eder. Yoksa yanılmadıklarını veya günah işlemediklerini değil. Onlardan ve bağlılarından mutedil, aşırılıklardan uzak “vasat” ve “örnek” bir “toplum” olmalarını istemiştir (2/143, 3/104). Bir grup “Âlim”in (Rasih-Fakih) düşüncede derinleşmesini ve onların da, halkı tebliğ ve irşat ile kendilerine “çekerek” aynı seviyede eşit sorumluluk üstlenen kişiler olmalarını istemiştir (9/122, 3/7). Tanrı’nın tavsiyesi/önerisi sokak insanının Lokman, Davut, Süleyman, Havariler, Mağara Arkadaşları, Akhenaton, Ali, Ömer, Ebubekir, Osman, Hasan-i Basri, Sokrates… gibi, “Rüşd”üne ermiş, “Hikmet” sahibi olmalarını istemiştir. Allah, insanların özgürleşmesini istemiştir; biri ile özdeşleşmesini (kişi kültü yaratma) değil. Böyle bir sokak insanı düşünür genci (Feta)/İbrahim’i (21/60) Allah peygamber yapmış ve onunla birlikte olanları, insanlara örnek göstermiştir: “İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için bir ‘örneklik’ vardır. Onlar, toplumlarına: ‘Biz, sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir’ demişlerdi.” (60/4). Aynı şekilde, Hz. Muhammed’e inananların, inanmayan akrabalarına ve kabilelerine olan bağlılıklarını koparmalarını istemiştir (60/1-3). Allah’ın insanı yaratırken ona verdiği iyiliği kötülükten ayırma kabiliyetini (91/7-8) aktif hale getirerek, insanı aklı başında, yaptıklarından sorumlu, rüştüne ermiş bir hale getirmek, Kur’an’ın ana çabası olmuştur.

 

Kur’an, Arapların cahiliye dönemindeki katı-muhafazakâr dinsel tutumlarını defaatle ve şiddetle eleştirmiş; onları yüzlerce, binlerce kez düşünmeye (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur…), söylenenleri işitmeye, duymaya, dinlemeye, kulak kesilmeye ve ahlaki-dinsel hakikatleri görmeye (nazar, rüyet, basiret) çağırmıştır. Dinsel kanaat önderlerine-büyüklerine taklit ile körü körüne itaat etmelerini meşru görmemiştir (33/67). Haklarında bilgi/fikir/idrâk/düşünce sahibi olmadıkları hususların peşinden körü körüne gitmelerini, “mukallit” olmalarını kınamıştır. Ahirette bilgi aktlarının, bundan sorumlu olacağını hatırlatmıştır. (17/36). Kur’an, özgür-sorumlu bireylerden oluşan özgür ve sorumlu bir toplum/millet (Biz) oluşmasını tavsiye eder. Çil yavrusu gibi dağılmış, kum tanesi gibi başıboş “birey” olmak, marifet olmadığı gibi; sünepe ve sürü olmak da, marifet değildir. Her biri bir enstrüman çalan bir “orkestra” oluşturmak, İslam’ın birey-toplum hedefidir. Koro şefi de, semboliktir; temsilci değil.  “Temsilcilik” düşüncesi, “Kişi kültü”nü doğurur. “Kurum” sallaşma (kural-hukuk), bunu önler. İslam toplumları, bunu başaramamıştır.

 

Bu konuda merhum Hasan Hanefi şöyle diyor: “Tabii bir din olarak İslam, ferdiyetçidir. Tabii bir din, bireyin otonomisini ve dini sistemle direkt kendi başına ilişki kurmasını kabul eder. İnsan, kendi kişisel sorumluluğuna sahiptir. Onun adına kimse günah işleyemez ve onu kimse kurtaramaz. Tabii bir din, “Aslî Günah”ın, Biri aracılığı ile kurtuluşun (şefaat) ve kendi yerine birini feda etmenin (Kefaret) olmadığı bir dindir. İnsan, niçin Hz. Adem’in işlediği günah ile Hz. İsa’nın, onu bu günahtan kurtarmasının arasında öylece pasif olarak kalıyor? Adem’in sorumluluğu sadece kendine aittir. O, günah işledi ve pişman oldu ve tövbe etti; Tanrı da, bağışladı. Herkes, günahsız olarak doğar; sadece, akil-baliğ olduktan sonra yaptığından sorumludur. Hz. İsa, yaptığı iyilikler ile sadece kendini kurtarabilir; başka bir kimseyi değil. İlkel dinlerde ise insan bir kurtarıcıya muhtaçtır: Bir Mesih’e, bir rehin kurtarıcıya. Tabii bir din olarak İslam, insanı Allah ile doğrudan ilişkiye sokar. İslam, rahiplere, papazlara ve Kiliseye sahip değildir. Bir kurumun ve onun tarih içindeki sapmasının doğurduğu tehlike yoktur. (Tarikat ve Hilafet hariç. İ.G). Tabii bir din reformasyona ihtiyaç duymaz; çünkü o, başlangıçtan itibaren reformist, rahipsiz ve papazsız bir dindir. İnsanın otonomisi, açıkça beyan edilmiştir. İtaat, yalnızca Allah’adır. İnsan aracılığı ile günah çıkarılmaz. Dua ve istiğfar, yalnız ona yapılır. İlkel dinler, gelecekten haber verirler. Kişi ile Tanrı arasında tavassutu zorunlu görürler; akla dayanan ince bir tavassutu başaramazlar. Aracılar canlı veya tabii nesnelerdir. Tabii bir din olarak İslam’da Tanrı ile insan ve insan ile yeryüzü arasında sağlam bir bağ kurulmuştur…” (Hasan Hanefi. Dini Değişme ve Kültürel Tahakküm. Çev. İlhami Güler. İslami Araştırmalar. Cilt:6, sayı: 3, 1992. S. 158-159.)

 

Türkiye’de Durum

 

Osmanlı İmparatorluğu (“Derviş Devlet”) hem siyasal bağlamda hem de dini bağlamda kişi kültünün egemen olduğu bir yapıydı. Siyasette “Sultan”, dinde “Şeyh” hayata egemendi. Hatta bazı Sultanlar, şeyhlerin kontrolünde idi. Birisi dünyanın sultanı; diğeri ruhların sultanı. Ahali, sultanın kulları; müritler, şeyhin kullarıdır.

 

Türkiye Cumhuriyeti’ne gelince, devrimler Hilafet, Şeriat ve Tarikatı lağvetti. M. Kemal Atatürk, bir Osmanlı paşası, Kurtuluş Savaşı’nın mümtaz önderi (kahraman) ve devrimlerin banisi olarak “Tek-Adam” şeklinde kristalleşti. Giderek “yüce”, “ulu” sıfatları kazandı. “Anıt Kabir”de anıtsallaştı. Kalplerde minnettarlık/saygı mercii olma yerine; ritüeller ile tapınım nesnesine dönüştürüldü.

 

Dindar muhalefet, “Said Nursi”nin dinsel karizması ile “Nurculuk” olarak bir “Cemaat” şeklinde kristalleşti. 1950’lerden sonra da Adnan Menderes, muhalefetin politik önderi olarak değer kazandı. Askeri bürokrasi tarafından idam edilmesi, onu muhafazakâr halk hafızasında “Karizmatik” kıldı. Bir de “Sultanu’ş-Şuara”mız vardı (N. Fazıl). 1960-2000 arasında Demirel, Erbakan, Özal, Türkeş (Başbuğ), politik “lider”ler olarak belirginleşti. 2000’lerin başından itibaren Şeyh figürünün yeni tipi karizmatik Fetullah Gülen; halife ve sultan tipinin yeni karizmatik figürü olarak da Recep Tayyip Erdoğan parladı. Birincisi “Cemaat” kurmuştu; ikincisi “Parti”. Önce ortak oldular, sonunda düşman. Kozlarını paylaştılar. İkinci, birinciyi püskürttü ve birincisi “FETÖ” oldu. İkincisi, adı konmamış halifemiz ve sultanımız olarak devam ediyor.

 

Sonuç

 

Allah, Kur’an’da sokak insanından Lokman gibi, Sokrates gibi insanlar yetiştirmeye çalışıyordu. Oysa Müslümanlar, Kitap Ehli gibi (23/53) dinlerini parçaladılar, mezheplere, tarikatlara, cemaatlere bölünerek, taklitçi sürülere dönüşerek din adamlarını veya kendilerini Allah’a nispet eden (Zıllullah, Kaim Biemrillah, Muiz Lidinillah…) siyasi-teokratik/karizmatik “Halifeler” oluşturarak kendi sorunlarını “Şura” ve özgür/gönüllü itaat/seçim (Biat) ile çözmekten vazgeçtiler. İşlerini bir kişiye havale etmeyi, zorla boyun eğdirmeyi marifet sandılar. Aslında sorumluluktan kaçarak tembellik ettiler. Tek kişinin, yanılabileceğini veya insanları kandırabileceğini, kolayca kandırılabileceğini hesaba katmadılar. Ortak akıl ile, içtihat ve icma ile, kurallar ile çalışan kurumlar kurmadılar. Kendi vicdanlarını ayık tutarak (takva), bilmediklerini bilenlere sorup “öğrenmek” yerine; sürü içgüdüsü ile taklitçi oldular. Allah da, “Sünnetullah”ı gereği: “Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.” (10/100).

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.