İslamcılığın Kendini Güncellemesine Bütün Dünyanın İhtiyacı Var
Nasıl ki Batılı güçler kendileri için düzgün işleyen sistemlerin temellerinin nasıl atılacağını keşfetmişler, sosyal olgularla ilgili ilerlemeler sağlamışlar, bunları on yıllara sâri kan ve gözyaşı içeren süreçler de dahil olmak üzere döne döne tartışarak sistemli hale getirmişlerse, bu tecrübenin kendini İslam cephesinde gören her birey ve topluluğun da sorumluluğu olduğu unutulmamalı.
Öncelikle şunu ifade etmekte fayda var ki kavramlar çoğu zaman onlara yüklenen anlamların sınırlı-dar dünyasına mahkûm olurlar. Ama bu nakısa, kavramları önemsiz ya da değersiz kılmaz. İslamcılık da ona giydirilmeye çalışılan tüm gömleklere rağmen İslam’ın bir varoluş meselesi olarak görüldüğü her ortamda var olmaya devam edecektir.
Kavramlar ya da onlara sahip çıkan akımlardan özeleştiri talebinin niyeti ise kabaca üçe ayrılabilir: İyi niyetli arayışların uzantısı olan, hak ettiği sıçramayı yapması beklentileri; kötü niyetli psikolojik harekât unsurları; ikincinin etkisinde olan yetersizlik ve cehaletle malul çapsızlıklar.
Geniş gruplar/kitleler konjonktürden çabuk etkilenir. Eğri olumluya döndüğünde konjonktürel perspektif de değişebilir. Bunun olabilmesi, birincilerin nitelikli çabalarına bağlıdır. İkincilerin birincilerle mücadelesi ise sürgit devam edecektir. O halde bam teli olan misyon birincilerin omuzlarındadır. Bugünün ve yarının İslamcılığı da onların ellerinde şekillenecek ve yeniden, sadece yerel koşulların değil, küresel sorunların da çözümünü üreteceklerdir. İslam, yeryüzündeki varlığını sürdürdüğü müddetçe, onun ontolojik-epistemolojik-aksiyolojik yapısı, akla, kadim tecrübeye ve değişen koşullara ilişkin arayışları bitimsizce sürecektir.
İslamcılığın zengin literatürü ve tarihi tecrübeleri maalesef iki yüzyıldır karşısına konuşlandığı sömürgeci güçlerin sadece askeri ve ekonomik değil, kültürel sömürü silahlarını da olabildiğince pervasız şekilde kullanabildiği bir döneme rast gelmesiyle sınandı. Bu sınav iki yüzyıldan fazla bir zamandır da devam etmekte.
Bu tür yazıların bugünlerde yazılmasının ve içinin doldurulmasının zorluğu, AK Parti gibi bir deneyimin iyi bir başlangıç yaptığı halde bunu sürdürememesinde; Arap Baharı denen tecrübenin geriye çekilmesinde; geniş kitlelere yayılmış İhvan gibi tecrübeler dahil, dünyayı yönetip yönlendiren elitlere cevap verebilecek güçlerin hem entelektüel hem de sistemik ve fiziki güçsüzlüğünde yatmaktadır.
Bu tablo, İslamcılığa karşı radikal eleştirel tutum takınanların ellerini güçlendirdiği gibi, kendi ideolojik konumlanmalarına da hadsiz hudutsuz bir kibir alanı sağlamaktadır. İslamcılık özeleştiri yapmalıdır ama onu -sözde- özeleştiriye davet edenler ideolojilerine toz kondurmaya yanaşmamaktadır. Elbette ki bu hal tam da “konjonktürel” dediğimiz hale tekabül etmektedir. “İslamcıların tek adamcılığı”, “İslamcıların otoriterliği”, “İslamcıların anti-demokratlığı” gibi terkiplere yaslananların önemli bölümünün bunların tümünü içinde barındıran seküler ideolojilere İslam’ın eleştirel baktığı ve nakzettiği “din ve itikat” sağlamlığında bağlı oldukları bir hakikattir. Kemalizm ya da Leninizm hatta Trumpizm gibi örnekler bunun günümüzdeki somut karşılıklarıdır. Faşizm, yeniden alevlenmeye teşne potansiyel kültürel ırkçılık, bünyesinde İslamofobya taşıyan Doğulu ya da Batılı sosyo-politik kültür atmosferleri ve iktidar yapıları, “medeniyet” adı altındaki tüm cilalı söylemlerine rağmen bu haldedir. Bir yıla yakın zamandır devam edegelen Gazze vahşeti ve soykırımı bu gerçekliğin ne derece küresel boyutta olduğunu da tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur.
Sanki Tek Bir İslamcılık Varmış Gibi…
Öncelikle bilinmesi gereken bir başka husus da, İslamcılığın -seküler ideolojilerin tümünde olduğu gibi- farklı pek çok damarının olduğudur. Dolayısıyla damarlardan bir kısmının yenilgisi, potansiyel olarak içinde -belki de dünyanın geleceğini taşıyan- damarların henüz güçsüz ya da hazır olmaması gerçeği, özellikle geçiştirilen hakikatler arasındadır. Oysa İslamcılık baştan aşağı -doğal olarak- yorumsallık içeren, tüm alt başlıklarında bu yorumsallığın kültürel, coğrafi, jeopolitik yansımaları görülen çeşitlilikler içermektedir. Tıpkı Ortadoğu’da “Türk tipi” Kemalizm’in uzantısı Baasçılık ve türevlerinin olması gibi. Tıpkı, Başkanlık, Yarı-Başkanlık ya da çeşitli Parlamenter Demokrasi türlerinin kendi kültürlerini etkilemesi ya da kültürel yapının talepleri doğrultusunda şekillenmesi gibi.
Daha makro düzeyde meseleye bakacak olursak, eski sömürgecilik düzenini kendi kendini yiyip bitiren bir düzeneğe dönüştüren, bu sayede de yaklaşık 70 milyonluk Avrupalı nüfusu kendi elleriyle yok eden bir kâbusun ardından “Nerede yanlış yaptık ve nasıl düzeltiriz?” sorularının sorulmaya başlanması; bunun neticesinde de kendi içinde çözüm odaklı tecrübelerin neşvünema bulması gibi. Çözümün kültür odaklı oluştuğunun altını özellikle çizmek gerek. O kültürel habitat olmasa, varoluş problemlerinin jeopolitik açmazları daha da körüklemesi kaçınılmazdı. İşte İslamcılık tartışmaları da tam da bu varoluş zeminini hatırlatmalı. O var olduğu müddetçe, mevcut kültür atlası yaşamını devam ettirdiği müddetçe, yapılması gereken onun inkârı ya da yok oluşuna niyazda bulunmak değil, ihya ve ıslahına gayret etmektir. Tahammül edemeyenlerin İskandinav ülkelerine hicretten başka şansı yoktur. Çünkü bu gerçeklik her daim yüzlerine vurulacaktır. İslam ve ondan sudûr eden yorumlar ve akımlar bu coğrafyanın en temel değişmezidir. Hatta öyle ki, Batı etkisindeki milliyetçi eklektik akımlar da, Doğu felsefeleriyle harmanlanmış tasavvufi çizgiler de, tarihi tecrübelere dayalı siyassallıktan arınılması ve bireyselliğin öne çıkması gerektiğini ifade eden ‘modern’ yorumlar da öyle ya da böyle bu gerçekliğin nüfuz alanındadır. Yaslandığı zemin, habitat ortaktır. Kendilerini ifade etme biçimleri de o zeminden hayat bulmaktadır.
Bir diğer husus ise; İslam coğrafyalarının medeniyet havzalarına dönüşme sürecinde kendi kültür atlasında sonraki çağlara da örneklikler oluşturan bir muhalefet kültürünü yaratmış olmasıdır. Yani gücü, totaliterliği, baskıyı, zulmü dine dayandıran yapılar karşısında, cevabın yine İslam’ın içinden verildiği dönemler. Bu gerçeklik sadece tarihselliği olan değil, bugün de canlılığını koruyan bir haldedir. Üstelik dış ve iç etmenler yüzünden tüm güçsüzlüğüne rağmen.
Birilerini İslamcı çizgiye dahil etmek ya da “çıkartmak” nasıl ki hiç kimsenin inhisarında değilse, İslamcılığı da -ne kadar kriminalize edilirse edilsin- bu coğrafyanın bir gerçekliği olarak görmemek, imkânsızı istemektir. Onun iman ve ahirete mebni alametifarikalarını kabul edin ya da etmeyin; bir kültürel zenginlik umdesi olarak saygı göstermek -eğer iddia demokratlıksa- metazori bir durumdur zaten. Eğrisini doğrusunu hangi kriterlere göre değerlendireceğinin terazisini bilmek de aynı teraziyi kendi boyunun ölçüsü mucibince kullanmayı bilmekle alakalıdır.
Çuvaldızı Kendimize Batırmak
Kastettiklerimizin daha belirgin kılınması açısından iki İslamcılık tanımını hatırlayarak devam edelim.
Said Halim Paşa “İslamlaşmak” kavramıyla ilgili olarak;“İslam’ın itikadını, ahlakiyatını, içtimaiyatını, siyasiyatını daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsir ederek bunlara gerektiği gibi tevfik-i hareket etmekten ibarettir” demektedir.
Aliya İzzetbegoviç de “İslam, benim için yeryüzünde güzel ve asil olan ne varsa onun diğer adıdır…inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır” der.
Birinde, yaşamı, düşünceyi, fikri, inancı donduran ve hayat dışı kılan dogmalardan arınmışlığa, aklı kullanmaya, zamanın değişen şartlarına göre sürekli içtihadın önemine atıf varken; diğerinde insanoğlunun faydası ve maslahatı adına üretilmeye çalışılan her iyilik ve güzelliğin kapsama alanı olarak tarif edilen bir inanç biçimine atıf vardır.
Bu, şu anlama gelmektedir. Günümüz meselelerine bakışta tutarlılık, sahife fıkhının, yani tarihi olanın buyurduğu yorumsal “reçeteleri” bugünün ilacı olarak görmek değildir. “Dindarlık” denen olgunun bir tarafında geniş yığınların bu algısı olduğu açıktır ve buna zımni bir itiraz vardır. Bu “dindarlık” türü sadece İslam, Hristiyanlık, Yahudilik gibi kadim tutumlarda değil, aynı zamanda seküler ideolojilerde de mevcuttur. Zira insana, fazla düşünmeyi gerektirmeyen bir konfor alanı sağlar.
Diğer yandan İslami yorumların özellikle tevhid ve adalet ehli blokunda, rey ekolünde, ihya, ıslah ve tecdid hareketlerinde aklın önemine; taklidin ve kaderciliğin terkedilmesine; iradenin doğru kuşanılmasına; zamanın doğru okunması çabasına; şûraya; ehliyet ve liyakate; emri bil maruf nehyi anil münkere (iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya); maslahata mebni çabalara; insanoğlunun farklı güruhlarıyla tearüfta (tanışma) bulunmaya; özgürlüğün beşeri gelişmelerin yegâne ilacı olduğuna; sadece belli bir coğrafya için değil genel manada insanlık adına rasyonel, adil ve ahlaki çözümler üretmeye dönük geniş bir çerçeve hâkimdir.
Durum bu iken ve İslam’ın bireysel manada güvenilir, dürüst, ahlaklı ve adil insanı terbiye ve inşa etme hususunda diriliği ve muhkemliği ortada iken, sistemik bir ahlakilik üretmede nakısalar yaşayan bir Müslüman sosyolojinin hâkim olduğu bir dünyada yaşamakta olduğumuz da bir gerçektir.
Meseleyi konjonktürel olarak bir iktidarın inhisarına ram olmak olarak okuduğumuzda, bu sosyolojik hal ve tecrübenin İslam tarafından da onaylandığı ya da İslam’ın yorumları arasında bu inhirafa cevapların olmadığı, hatta bizatihi dinin bu tahribatı onayladığı gibi bir ithamla yaklaşmak en hafif tabirle cahilliktir. Lakin bir gerçek vardır ki, o da inhirafa çözüm sadedinde ortaya konan yaklaşımların bozulmaya cevap üretmekten çok bahaneler ürettiğidir.
Bu refleks aslında sürekli kimliksel bazda saldırıya uğrayan İslamcılığın ve Müslüman zihnin de kimliksel tepkiler vermesiyle alakalıdır. Muhalefette de olsa iktidarda da durum değişmemektedir. Tıpkı, modern milliyetçilikleri kışkırtan siyasi zulüm çarklarının işlemesinde olduğu gibi, kültürel olanı “öteki” olarak ilan edip kimliksel korku iklimleri oluşturduğunuzda tepkiler de o oranda gelişip kendi örgütlü ve tepkisel kimlikselliğini yegâne çözüm unsuru olarak görebilmektedir. Bilinci uyandıran husus inkâr, ötekileştirme, zulüm ve adaletsizliktir. Hele ki 80’lerde önce NATO konsepti olarak “düşman” kategorisine alıp, Irak, Afganistan derken Gazze gibi coğrafyalar üzerinden bunu küresel alana taşıdığınızda insanlığın turnusolü de bu çatışma alanı olmakta, vicdanlar bununla test edilmekte, çözüm odaklı perspektifler rafa kalkmakta, yeryüzü bir kıtal alanına dönüştürülmektedir.
Dolayısıyla aslında İslamcılığın ve Müslüman kitlelerin yaşadığı pek çok travma, korku, refleks türleri bizatihi küresel zulüm çarkını çevirenler tarafından belirlenir olmaktadır. Refleksin ahlakiliğini tartışmak da yangını çıkaran ve üzerine benzini sürekli boşaltan algı operatörlerinin maharetiyle sürdürülmektedir. Bu refleksler arasında IŞİD gibi olanları dünyanın gözüne soktuğunuzda da; hatta çeşitli ulusalcılık türleri ideolojik olarak mesela Hamas’ın IŞİD’den bir farkı olmadığına dair Siyonist ve Evanjelik tezleri coğrafyaya pazarlamaya kalktığında, meselelerimize çözüm üretmeye çalışan zihinlerin de önü tıkanmakta; konjonktürel yangınlar sönene dek sadece anlık refleksler sahne almaktadır.
Batılı Değerler mi Evrensel Değerler mi?
Pek çok Batı sokağındaki tepkileri bir kenara koyarsak, seçimle geleni alaşağı eden, diktatörlükleri kırmızı halılara sarıp sarmalayan bir siyasi elitler rejimi olduğu ortada. Gazze soykırımı karşısında tüm değerlerinin ayaklar altına alınmasında hiçbir beis görmeyen bir egemen sınıf ve hatta entelijansiyanın da varlığı vakıa. Lakin bütün bunlar bizi kendi gerçekliğimizi sorgulamaktan alıkoyamaz, koymamalı. Batı’nın evrenselleştirmekten çekindiği ve sadece kendi halklarına layık gördüğü değerler silsilesi ile evrensel hakikatleri onaylayan -hatta inzal eden- bir dinin müntesiplerinin akıl yürütmeleri arasında nakısa olmamalıdır. Tutarsızlık, gerçeklerin görülmesini engellememelidir.
“Adalet” kavramını düşünelim. “Düşman”, adaleti ayaklar altına alıyor diye adaletten sapmayı nasıl akıl ve vicdan dışı buluyorsak, Batılı egemenlerin vahşiliği ve tutarsızlığı karşısında, yüzyılların tecrübeleriyle oluşan postulatlara ve kurumlara karşıt pozisyon almak o derece yanlıştır.
Kendi iktidar gerçekliğimizden örnek vermek gerekirse; nasıl ki Batılı güçler kendileri için düzgün işleyen sistemlerin temellerinin nasıl atılacağını keşfetmişler, sosyal olgularla ilgili ilerlemeler sağlamışlar, bunları on yıllara sâri kan ve gözyaşı içeren süreçler de dahil olmak üzere döne döne tartışarak sistemli hale getirmişlerse, bu tecrübenin kendini İslam cephesinde gören her birey ve topluluğun da sorumluluğu olduğu unutulmamalı.
Kavramların suistimal ediliş biçimini ya da komplo içeren etimolojik hallerini değil, çözüm kapasitesini ve ardındaki niyeti düşünmek ve tartışmak gerekmekte. Çözümleri sahife fıkhında değil de bugünün içinde aramaya niyet edenler böyle yapmalı. Böylelikle niyet izharları konusunda da daha evrensel bir dil ve retorik geliştirmeleri, niyetlerini insanlığa daha sarih biçimde açıklamaları mümkün olur. Ve tabii hepsinden önemlisi, getto ahlakından çıkıp bir sistemik ahlak üretmek de ancak bu şekilde mümkün olur.
Mesela hukuk ve demokratikleşme çıtasını yükselttiğimiz için ayarlarımızla oynamak isteyen malum Batılı güçlere işte o zaman gerçek cevaplar verilmiş olur. Halkın rızasına dayanmayan ve denetlenemeyen baskı rejimlerinde yaşayan Müslüman kitleler de asıl cevabın yakınmak değil çözüm üretmek olduğunun bilincine asıl o zaman varmış olurlar.
“Batı ikiyüzlü” evet ama benim ikiyüzlü rejimlerle mücadelem önce kendi hinterlandımda olmalı ki bu tutarlılık beni elle tutulur çözümlere kavuşturabilsin. Kendini “İslam” ile ilintilendiren bütün baskıcı, özgürlükleri yok eden, işkenceci, hukuk ve adaletten uzak, yolsuzluk bataklığına saplanmış rejimlerin içinde debelenip Batı’nın değerlerini tartışmaya varan kakofoniden de çıkmak mümkün olsun.
Evet, “Batılı egemenler ikiyüzlü” ama Batılı sistemlerin insanlara sunduğu hayat hâlâ dünyanın pek çok yerinden daha adil ve huzurlu. Var olan toplumsal sorunlara rağmen sistemik tutarlılığa sadık kalmaya çalışan insanların sayısı da çok. Onlar hallerini demokratlık, insan haklarından yana olma, kültürel çoğulculuk gibi kavramlarla niteliyorlar. Bu durum her şeyi ideal kılmıyor ama sistemik yozlaşmaya rıza göstermek durumunda olan kitlelerin bu “ikiyüzlülere” karşı hamasetten öte söyleyecek sözleri de kalmıyor. İster uzak-yakın tarihi yardıma çağırın, isterseniz bireysel hikâyeler üzerinden ahlakilik nutukları atın; sonuçta ‘evliyayı bile bozan’ bir sistemik ahlaksızlık havuzunda “Bin yıldır oluyor bu işler, değişmez” itikadından öteye geçmeniz mümkün olmuyor.
Sistemik Ahlak Üzerine Sistemli Düşünmeyi İtikat Edinmek
Dürüstlük, bireysel bir eylem olarak erdemli bir haldir ve toplumsala da olumlu yansır. Ama milyonlara sorunlar yaratan alanlar için “Bana kendi dürüstlüğüm yeter, ben Allah’a yalnız başıma hesap vereceğim” diyemezsiniz. Bunun adı erdemlilik de olmaz. Bu, cehaletten kaynaklı bir ahlakilik zannıdır! Oysa ahlak, konu ettiği sorun alanındaki çözümleri bütün bir toplum adına faydalı kıldığında, yani araştırma, tecrübe ve bilgiye dayalı şekilde sistemleşmiş çözümler üretildiğinde kendini var etmiş olur. Bir “Şeriat sistemi” ya da “Adil bir sistem” niyazında bulunan insanların izhar ettiği niyet açıktır ama çözümlerin arandığı yerler sakat ve nakısalıdır. Zaten “emredilmiş olan” ve “kitaplarda yazılı bulunan” emir ve yasaklar hayata uygulandığında çözümlerin sâdır olacağını zannedenler bir kenara; bunların zaten hayatla olan ilintiyi adil şekilde kurabilmeleri mümkün değil. Çünkü tarihi bugüne taşıma gayretiyle sadece kendisine bir hayat alanı inşa etmekle meşgul. Bu karikatürize uğraş konumuz dışı. Lakin içtihada, şûraya, akla, reye, hayatın doğru okunmasına gayret sarf edenlerin de çağdaş literatür ile olan sorunları, çağdaş siyasi formlarla aralarına mesafeler koymuş olmaları, zina gibi bir fahşadan kaçınan bireysel ahlak sahibinin, “emanete hıyanet” noktasında, “bizim gücümüz bunları anlamaya yetmez” ya da “kazanımlar için kurtlu bulgura bir süreliğine katlanacağız” şeklindeki retoriklerinin zinadan kaçarken başka büyük fahşalara tutulmaktan bir farkı kalmamaktadır. Amacımızın kişilerin ahlaki tutumlarını tahfif etmek değil (ki bu kimsenin haddine değil); aksine bir derdi anlatmak olduğu herhalde anlaşılmıştır. Bireysel olarak tutarlı ahlak sahibi olmak ve o ahlakın sistemik olarak herkese faydalı bir düzen üretmesi gerektiğinin bilincinde olduğunda işe yarayacağını bilip, sistemik ahlakın bilgisinin milyonların faydasına olmak kaydıyla insanları bireysel manada da ahlaklı kılacağına dair inancı kuşanmaktır aslolan.
Bu durumu, ilmihallerin, namaz, oruç gibi bireysel tutumlarla ilgili sayfalar dolusu detaylarla dolu olduğu ama siyasetin hallinden hiç bahis açmadığı eleştirilerini yıllardır yapanların daha rahat kavrayacağı aşikârdır. Mesele, yıllarca bu konularda analizleri olanların, emri bil maruf nehyi anil münker hususunda gerek toplumu, gerekse “öteki”leri ıslah etme konularında azimli olanların “siyasal fahşa”nın her alanını da aynı azimle konu etmeleri zorunluluğu olduğunun altını çizmektir. Bunun bilgisinin -kadimde de olduğu gibi- bugün çağdaş dünyanın elinde olduğu gerçeğiyle yüzleşmek gerektiği izahtan varestedir.
Büyük ve küçük günahlardan kaçınmayı, ‘birr’e (iyiliğe) dayalı konuları çok isabetli şekilde hayatlarının merkezine koyanların insanlık tecrübesine dayalı konularda da aklen, zihnen ve manen zinde olmaları gerektiği de izahtan varestedir. Kavramlar ve kurumlarla kavga eden, insanlık tecrübesine dayalı kavram ve kurumları tahfif eden bir zihnin, hukukun önemini kimliksel düzlem dışında hatırlamaya niyeti olmayan bir vicdanın ne gerçek manada Batı’dan şikâyet etmenin ne de lojistiği tarihle dolu hamasetin kendisine fayda getireceğini kavraması gerekmektedir. Çözüm üreten ve kültürleşen kavram ve kurumlar doğru kavranamazsa, kendi çözümlerimizin köşe taşları da doğru dizilmemiş olur. Öykünmek ya da kör taklitten değil, ince eleyip sık dokumaktan, faydalı olan ile faydasızı birbirinden ayırt etme cehdinden söz etmekteyiz. Ezber kabul ya da ezbere retlerin kimliksel ve dogmatik refleksler ürettiğinden, kendi çözümlerimize ilişkin doğru düşünüp eylemeyi engellediğinden ve bunun da üretildiği zannedilen ahlakilik ortamını kökten zedelediğinden bahsetmekteyiz.
Düşünün ki hukuk istiyorsunuz ama hukukun evrensel normlarından habersizsiniz. Adalet istiyorsunuz ama adaletin postulatlarına ulaşmak için doğru reçeteler kullanmıyorsunuz. Fakirliği ortadan kaldırmak istiyorsunuz ama sebeplerine ilişkin araştırma cehdiniz hamasetin ötesine gidemiyor. Toplumsal yozlaşmayla, siyasi rant vb. konularla alakalı, duyarlı olduğunuzu izhar ediyorsunuz ama çözüm reçeteleriyle aranızda ciddi zihniyet problemi var. Mesela önceliğiniz, her ne şekilde olursa olsun faillerin bir süreliğine daha ülkeyi yönetmesi. Mesela kazanımlarınızı kaybetmemek istiyorsunuz ama yozlaşma ikliminin başta ilkeleriniz olmak üzere, ince ince aslında kazanım olarak gördüğünüz alanları lime lime ettiğini görmezden geliyorsunuz. Dinine, geleneklerine bağlı, ahlaklı bir insan olarak sözünüz etki etsin istiyorsunuz ama diliniz ve zihniniz tarihte dolaşıyor ve bir türlü bugünün gerçekleriyle yüzleşmeye yanaşmıyor. Tarihten adalet, feraset, hikmet dersleri veriyorsunuz ama o adaletin, hikmetin, ferasetin bugüne değen yönleri olabildiğince etkisiz! Sözler parıltılı, literatür zengin, bazı toplumsal yozlaşma alanlarına ilişkin etkili ama sorunları kökten çözmenin sorumluluğuna bir türlü yanaşma arzusu güdemiyorsunuz. Bilginin, tecrübenin adresinin hangi kimliklerde olduğuna takılıp kalıyorsunuz! Hayata kimlik merkezli bakmayı neredeyse tüm ilkelerin üzerine koyuyorsunuz. O kimliğin habitatını genişletme, hor görülen kavramların içini farklı doldurma cehdi hak getire. Eski kavgaları sürdürmek daha konforlu ama çözümsüz. Kavganın, çatışmanın kendisi her şeyden daha evla hale gelebiliyor. Kavgayı İslami kavramlarla yaptığınızda kutsallaşıyor, lakin esas kutsala, yani şiar üretmeye, çözüm odaklı sabra takatiniz kalmıyor.
En önemli nakısalarımızdan biri olan bu sistemli düşünme ve eyleme eksiği, maalesef “bilgi sahibi olmadığım alanda sorumluluğum da yoktur” gibi bir zihniyeti besliyor. “Öteki”nden de yardım ve akıl alma ötelenince eskileri tekrar, kavga konularına yaslanma ile yıllar heba ediliyor; birikim sağlanamıyor. Hep başkalarının hata, zaaf ve günahlarına odaklanmaktan aynaya bakmak zorlaşıyor.
Karikatürize ederek ve hikâyelendirerek ortaya koymaya çalıştığımız tablo, mahallenin de serencamını oluşturuyor. Aliya tarafından “güzel ve asil olan her şeyin adı” olarak tanımlanan İslam’ın geniş çeperi, ancak başkalarının yardımını kabul eden, o güzellikleri inşa etmeye cehdeden farklı kimlik sahiplerinin yoldaşlığını da kabullenen bir zihin dünyasıyla mümkün. Bilgi var, tecrübe sabit; yani un, şeker, yağ mevcut. Önemli olan “ed-din”in bunlara giden köşe taşlarını doğru dizmeyi salık veren cehdini kuşanabilmek.
Emri bil marufta bulunurken, hem ‘zina’yı hem rant ve yolsuzluğun baş tacı edildiği ‘emanete hıyanet’i aynı anda eleştirebilmek, ikisinin de toplumsal ifsad ve yozlaşmada rollerini görebilmek. Dahası, bir insanı/muktediri/düzeni emanete hıyanetten beri kılacak sistemik ahlakı inşa edebilmenin pek çok fahşanın da çözümüne giden yol olacağını görebilmek. Mesela iman ve itikat konuları arasına ‘şeffaflık’ ve ‘denetim’ konularını koyabilmek. Denetlenemeyen bir sistemin kimliğinin ne olduğunun çok önemli olmadığını kavrayabilmek. Neyi tercih ederiz? Batı’nın kendi iradesiyle ifsada koşan bireyinin, bu ifsadı kamu iradesine bulaştıramamasını, böylelikle milyonların haklarının korunmasını mı yoksa kamu iradesinin yozlaştığı bir habitatta ahlaklı bireyler yetiştirememenin suçunu o veya bu ideolojide aramayı mı?
Konuşulacak çok meselemiz var ama öncelikle özeleştiriye açık olmayı içimize sindirebilmek ve o konfordan çıkabilmeyi göze alabilmek gerek. “Batı’nın ikiyüzlülüğü”nden ancak kendi irademiz, ilkelerimiz ve insanlığın (salt Batı’nın değil) sınanmış ortak doğrularına sarılarak ve onları sistemleştirme cehdi göstererek kurtulabiliriz.