İsrail ve BAE Arasındaki Normalleşme: Neden Şimdi?
İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ilişkilerini normalleştirme kararı alması Ortadoğu’da yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülebilir. Uzun süredir İsrail’le örtük ilişkilerini alenileştirmekten kaçınan çeşitli Arap ülkelerinin, BAE’nin bu adımıyla birlikte İsrail’e yaklaşımlarını değiştirebileceği öngörülüyor. Bu da İsrail’in kendi etrafında kurmaya çalıştığı bölgesel ittifakın ABD’nin de desteğiyle başarıya ulaşması demek.
İlişkilerin Arka Planı
İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki temaslar 1979 İran Devrimi’ne kadar gidiyor. Tarihsel olarak İsrail’le BAE’yi bir araya getiren unsur, her iki tarafın da İran’la çetin bir mücadele içerisinde olması. Bugün İsrail ve BAE’nin birbirlerini diplomatik olarak tanımasıyla sonuçlanan sürecin ilk adımları 2009’a dek götürülebilir. Barack Obama başkanlık koltuğuna oturduğunda Ortadoğu’yla ilgili önüne gelen ilk gündem maddelerinden birisi İsrail ve BAE büyükelçilerinin İran’ın nükleer projelerine karşı ABD’nin müdahil olması talebiydi.
Her ne kadar 2010 yılında Mossad ajanlarının Abu Dabi’de bir otel odasında Hamas komutanı Mahmud el-Mebhuh’a suikast düzenledikten sonra rahat bir şekilde çıkıp gitmeleri BAE-İsrail arasındaki örtük ilişkileri bir parça zorlamış olsa da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve BAE Dışişleri Bakanı Muhammed bin Zayid el-Nahyan New York’ta bir araya gelerek İran’a karşı daha sert bir pozisyon alınması konusunda anlaştılar. O dönem BAE İsrail’le ilişkilerini normalleştirmeyi henüz reddederken İsrail’den yüklü miktarda teknolojik ekipman da ithal etmekteydi. 2015 yılında İran anlaşması gündemdeyken İsrail’in anlaşmaya karşı işbirliği için görüştüğü isimlerden biri BAE’nin Washington Büyükelçisi Yusuf el-Uteybe’ydi. Aynı yıl BAE, İsrail’e Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı’na üyeliğini desteklerken bu çerçevede Abu Dabi’de bir ofis açmasına da müsaade etti.
Gizli ilişkiler bu dönemde devam ederken BAE Temmuz 2017’de Mossad ve Halife Hafter arasında aracılık ederek İsrail’in Hafter’e doğrudan destek verebilmesinin önünü açtı. 2018’de İsrail Kültür Bakanı Miri Regev Abu Dabi’yi ziyaret ederken ilişkilerin alenileşmesini de sağlıyordu. Buraya kadar ele alınan ve Miri Regev’in ziyaretiyle doruğa ulaşan görüşmelerin dönem dönem medyaya sızdırılmasının Arap ülkelerinin tansiyonunu ölçmek olduğu açıktır. Bu süreçte BAE ve İsrail arasında İran’a karşı atılabilecek adımlar görüşülmeye devam ediyordu.
Nihai olarak Aralık 2019’da Abdullah bin Zayed’in “İslam’ın Reformu: Ortadoğu’da Arap-İsrail İttifakı Şekilleniyor” başlıklı bir gazete yazısını Twitter’da paylaşmasıyla ikili ilişkiler daha da alenileşmiş oldu. Ocak 2020’de Donald Trump’ın açıkladığı “Yüzyılın Anlaşması”nın en büyük Arap destekçisi BAE oldu. 12 Haziran 2020’de bu defa BAE’nin Washington Büyükelçisi Yusuf el-Uteybe’nin Yediot Ahronot gazetesindeki İbranice yazısıyla BAE İsrail’le ilişkilerini normalleştirmek için İsrail’den ne istediğini söylüyordu: Batı Şeria’daki ilhak sürecine biraz ara vermesi. Daha doğrusu BAE, İsraille ilişkileri normalleştiğinde Arap ülkelerine karşı tutunacak bir dal arayışındaydı.
Neden Şimdi?
Anlaşmaya bugünlerde varılmasının iki taraf açısından da çeşitli sebepleri var. BAE’nin Suud’la girdiği ekonomik ve siyasi rekabet bunlardan biri. Muhammed bin Selman’ın son yıllarda ülkesine yatırım çekmek için yaptığı açılımlar sonrasında Suudi Arabistan’a kayan Batılı yatırımcılar Abu Dabi’nin gelişmekte olan start-up ve diğer sektörlerinde bir duraksamaya yol açarken Suudi Arabistan’ın kraliyet ailesindeki tutuklamalar sonrasında Suud’dan BAE’ye ciddi bir sermaye akışı söz konusu. Diğer yandan -ve belki daha önemlisi- Güney Yemen’deki Suud-BAE rekabeti Yemen’den ötürü ciddi ekonomik kayıplara uğrayan Suudi Arabistan için gerginliği artıran önemli bir etken. Mevcut durumda BAE ve Suudi Arabistan birbirlerine karşı mevzi kazanma ihtiyacı hissediyor ve BAE’nin İsrail’le ilişkilerini resmileştirmesinin sebeplerinden birisi de bu. Böylelikle Suudi Arabistan’la giriştiği rekabete binaen, Suudi Arabistan-İsrail arasında henüz çok gündeme gelmeyen ve detaylarına aşağıda değinilecek üstü örtülü bir uzaklaşma yaşandığı bir dönemde İsrail’le ilişkilerini geliştirerek bölgede ticari ve jeopolitik anlamda kendine daha geniş bir alan açmış oluyor.
İsrail daha doğrusu Başbakan Binyamin Netanyahu’nun siyasi geleceği açısından anlaşmanın kurtarıcı bir rolü var. Ocak’ta ABD Başkanı Trump’ın açıkladığı “Yüzyılın Anlaşması”nın, İsrail siyasetinin çalkantılı atmosferinde Netanyahu’yu kurtarmaktan çok köşeye sıkıştırdığı söylenebilir. Zira Batı Şeria’nın %30’luk bir kısmının İsrail tarafından apar topar ilhakı Amerika’daki Yahudi diasporasının tamamen onayladığı bir durum değil. Özellikle Trump’ın “barış planını” şekillendiren damadı ve danışmanı Jared Kushner’in İsrail’in içinden geçtiği çalkantılı atmosferde Batı Şeria’nın ilhakına sıcak bakmadığı bir süredir konuşuluyor.
Kimilerine göre anlaşmanın, ABD-İsrail ilişkilerinin şekillenmesinde büyük rolü olan Amerikan Yahudi diasporasındaki yeri de önemli. Donald Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner’in savunduğu İsrail’in Ortadoğu’da daha entegrasyonist bir çizgi izlemesi gerektiğiyle, ABD’nin İsrail Büyükelçisi David Friedman’ın savunduğu İsrail’in her ne pahasına olursa olsun genişlemesi gerektiği fikri bu noktada iki farklı pozisyonu temsil ediyor. İsrail’in normalleşerek Ortadoğu’ya entegre olması gerektiği fikrini savunan Amerikan Yahudi diasporasının üyeleri İsrail’in daha fazla Arap ülkesiyle barış yapmasını gerekli görüyor ve bu noktada İsrail hükümetine baskı yapıyor. Bu çizgiye göre İsrail’in sonsuza dek büyük güç desteğiyle ayakta kalması biraz zor ve üstelik bu destekle yoluna devam ettirdiği sürece de düşmanlarını artırıyor. İsrail’in şartlar uygunken Batı Şeria’yı ele geçirmesi gerektiğini savunan diğer pozisyona göre ise ülke bir an önce sınırlarını tahkim etmeli ve işgal ettiği topraklar üzerinde hakimiyet kurmalı, her ne pahasına olursa olsun. Bu durumun İsrail’in Arap ülkeleriyle potansiyel ilişkileri riske atması kaçınılmaz olsa da göz ardı edilebilir bir durum olarak görülüyor. Bu iki pozisyon arasında BAE’yle yapılan anlaşma Kushner’in savunduğu görece daha pasifist-normalleşmeci pozisyonun Büyükelçi Friedman’ın savunduğu aksiyoner-ofansif pozisyona üstün gelmesi olarak yorumlanıyor. Diğer yandan Binyamin Netanyahu’nun normalleşmeci çizgiyle halihazırda gergin olan ilişkilerini de bir nebze rahatlattığı öngörülebilir.
BAE’yle anlaşma karşılığında “ilhakın dondurulması” seçeneği Binyamin Netanyahu’nun da Donald Trump’ın da “Yüzyılın Anlaşması”ndan ötürü girdiği çıkmazı bir nebze aralıyor. Donald Trump Arap ülkelerinden anlaşmaya yönelik beklediği desteği alamazken Netanyahu’nun sarsıntı halindeki koalisyonunun en büyük ortağı Benny Gantz’ın da ilhaka mesafeli olduğu bilinmekteydi. Halihazırda Gantz ve Netanyahu arasındaki anlaşmazlıklar yolsuzluktan yargılanmakta olan Netanyahu’nun siyasi geleceğini riske etmekteyken Netanyahu’nun ilhak vaadinden geri adım atması anlaşılabilir bir durum. Bu unsurlara İsrail’deki Netanyahu karşıtı protestolar da eklendiğinde, koltuğu artçı sarsıntılar geçiren İsrail Başbakanı için bu anlaşma gerginliği bir nebze azaltmaya yarayabilir. İleride ele alınacağı üzere, anlaşmanın Amerika’daki Yahudi diasporasının güvercin kanadıyla Netanyahu arasındaki gerilimi hafifleten bir yanı da mevcut.
Arap Ayaklanmaları Sonrasında İsrail’in Yeni Eksen Arayışları
Arap ayaklanmaları sonrasında Arap ülkelerinin demokratikleşerek İsrail karşıtı grupları iktidara getirebilme potansiyeli ve bilhassa 2012’de Müslüman Kardeşlerin Mısır’da iktidara gelmiş olması İsrail’in Arap ülkeleriyle ilişkilere bakışında ciddi bir değişime yol açtı.. Bu sürecin devamında aktif rol oynamazsa, çevresindeki Arap ülkelerinin demokratikleşme süreçleriyle aktif düşmanlara dönüşebileceğini düşünen İsrail bölgede ortak çıkarlara sahip olduğu ve ABD’yle daha iyi ilişkiler vadedebileceği Arap ülkeleriyle ilişkilerini ilerleterek kendi etrafında Türkiye ve İran’a alternatif bir eksen oluşturma çabasına girişti.
Bu tarz bir eksen oluşturma çabası son yıllarda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Umman ve Sudan gibi ülkelerin İsrail’le geliştirdiği ilişkileri anlamak açısından önemlidir. Esasen tarihsel açıdan bakıldığında İsrail bugün kuruluşundan ’79’daki İran Devrimi’ne kadar sürdürdüğü Çevre Stratejisi’nin farklı bir versiyonunu uygulamaya koymuş durumda. O dönemde nüfus ve kaynaklar bakımından Arap ülkeleriyle sürekli askeri çatışmayı göze alamayacak olan İsrail bölgede Arap olmayan ülke, grup ve dini azınlıklarla Arap ülkelerine karşı ittifaklar kuruyordu. Bugün olan şey aynı stratejinin bölgedeki Arap devletlerine karşı olmaktan çıkarılıp yeni bir eksene oturtulmuş olması.
İsrail-BAE arasındaki teknoloji ticareti İsrail’i BAE’yle anlaşmaya yönelten motivasyonlardan bir diğeri. Sadece ağır savunma silahları değil aynı zamanda drone’lar, yüz tanıma sistemleri ve siber takip alanlarında da ciddi harcamalar yapan BAE’nin 23 milyar dolarlık savunma bütçesi İsrail savunma endüstrisinin bir süredir iştahını kabartmış durumda. Halihazırda BAE ve İsrail arasındaki teknoloji ve silah ticareti normalleşme sürecinden çok daha öncesine dayanıyor. Ancak normalleşmenin iki ülke arasında daha rahat ve geliştirilebilir ticari ilişkileri beraberinde getirmesi bekleniyor. Bu beklentide BAE’nin zengin ve otoriter bir rejim olmasının rolü -hem hızlı karar alma hem de kendi toplumu ve bölgedeki hareketler hakkında detaylı istihbarat toplaması anlamında- büyük. Halihazırda BAE’nin İran’ın tehditleri sebebiyle İsrail’den demir kubbe sistemlerini satın almak istediği bir süredir biliniyor.
İsrail’in bölgedeki bir ülke tarafından daha tanınıyor olması aslında Binyamin Netanyahu için bir zafer niteliğinde. Özellikle art arda yapılan üç seçim sürecinde de Netanyahu gerek ABD Başkanı Trump gerek de Rusya Cumhurbaşkanı Putin’le geliştirdiği ilişkileri İsrail’in etkinliğini artırdığı propagandasıyla birlikte kullandı. BAE’yle varılan anlaşma 1979’da Mısır’ın, 1994’te de Ürdün’ün İsrail’i tanımasından sonra üçüncü bir Arap ülkesinin İsrail’i tanıması ve bu sebeple de sembolik önemi oldukça büyük. Kurduğu sallantılı koalisyonda yaşadığı problemler ve kendisine karşı sokak hareketleriyle sıkıntıda olan Netanyahu için bu anlaşmanın bir nebze de olsa elini rahatlatmasını bekliyor. İsraillilerin sosyal medyadaki gündemlerine bakıldığında bölgede seyahat edebilecekleri yeni bir rotanın açılmış olmasının toplumun büyük kesiminin dikkatini çektiği görülebilir. İsraillilerin dünyanın en çok seyahat eden toplumlarından biri olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu durum daha anlaşılabilir bir hal alıyor. Diğer yandan, giriş kısmında da ele alındığı gibi Netanyahu hükümetinin içinde bulunduğu kırılgan durum anlaşmadan istifadeyle bir parça rahatlatılabilir.
BAE-Suud Rekabeti ve Yeni Alan Arayışları
BAE’nin Arap dünyası ve Filistinlilere yönelik yaptığı açıklama anlaşmanın Batı Şeria’nın ilhakının durdurulması için yapıldığıydı. Netanyahu’nun bu açıklama üzerine ilk söylediği şey ise ilhakın kalıcı olarak durdurulmadığı oldu. Bilhassa Filistinliler için Netanyahu’nun söyledikleri daha inandırıcı. Çünkü BAE için Filistin’deki işgal asla ciddi bir gündem olmamanın ötesinde, Doğu Kudüs’te ve özellikle Silvan Mahallesi’nde İsrailli yerleşimcilerin toprak satın alabilmesinin en etkin yolu emlak ticaretini BAE’li aracılar üzerinden yapmasıdır. BAE’li Arap alıcıların gayrimenkullerini İsraillilere satmak istemeyen Filistinli mülk sahiplerinden satın alıp sonradan İsraillilere satması Filistinlilerin gözünde BAE’li imajını belirleyen temel etken. Dolayısıyla BAE’nin Filistinliler nezdinde herhangi bir güvenilirliği söz konusu değil. Dahası anlaşma, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın iddia ettiği gibi, Filistin davasının bir Arap davası olduğu tezini çürütmüş durumda. Bu açılardan bakıldığında anlaşma bağımsız bir Filistin devleti ihtimalini, dışarıdan olduğu kadar içeriden de baltalamış oluyor ve Netanyahu’nun da İsrail içerisinde mevcut gerginlikler sürerken çekindiği toplu bir ayaklanma ihtimalini de uzaklaştırmış değil. Zira Filistinliler iyi biliyor ki ilhak, Netanyahu’nun da söylediği gibi, gündemden kalkmış değil. Sadece Netanyahu’nun zamanlama tercihlerine ve Amerikan Yahudi diasporasıyla ilişkilerine bağlı durumda.
BAE ve İsrail arasında iki yıldır devam eden normalleşme pazarlığının BAE’nin talebiyle başlamış olması önemli bir detay. Bunun temelinde yatan sebeplerden birisi, BAE’nin son dönemde Suudi Arabistan’la girdiği rekabet ve ABD’yle her açıdan daha iyi ilişkiler kurarak bölgede İran ve Türkiye’ye karşı pozisyonunu güçlendirme çabası. BAE’nin ABD’yle ilişkilerini geliştirmek için bu anlaşmaya varmasına bakılırsa, İsrail’in özellikle Trump döneminde bölge ülkeleriyle ABD arasındaki ilişkiler üzerinde kendini bir köprüye dönüştürme çabaları başarıya ulaşmış görünüyor. Yani İsrail’le ilişkilerini belli bir düzeyde tutmayan bir Arap ülkesinin ABD’yle ilişkilerini geliştirmesi bir yana, sürdürülebilir bir iletişim kurması dahi zorlaşmış durumda. Son dönemde Suudi Arabistan’dan Sudan’a, Mısır’dan Bahreyn’e pek çok Arap ülkesinin İsrail’le ilişkilerini normalleştirme trendine girmesinin sebeplerinden birisi de bu.
Suudi Arabistan-İsrail İttifakına Ne Oldu?
Suudi Arabistan’ın mevcut durumda İsrail’le ilişkilerini normalleştirebilmesi pek olası görünmüyor. Bu durum Suudi toplumunun İsrail’le normalleşmeye bakışı kadar yönetici elit için daha çekinilir durumda olması. Zira BAE’nin sıkı gözetim altında yaşayan iki milyonluk vatandaş nüfusu oldukça kontrol edilebilir durumdayken Suudi Arabistan Devleti’nin 35 milyonluk vatandaş nüfusunu kontrol kapasitesi daha düşük. İsrail’le açıktan bir anlaşma durumunda Suudi Arabistan içinde işlerin kontrolden çıkabileceğine dair göstergelerden biri de BAE-İsrail anlaşmasının açıklandığı akşam “[İsrail’le] normalleşme ihanettir” sloganının Suudi Arabistan’ın Twitter gündeminde olmasıydı. Bu gündem başlığının Suudi troller tarafından BAE’ye karşı açılmış olmakla birlikte Suudi Arabistan’ın toplumuna verdiği bir mesaj olarak da okunabilir.
BAE-Suud geriliminin ardındaki sebeplerden birisi BAE’den Suudi Arabistan’a kayan Batılı sermaye kadar, Muhammed Bin Selman’ın kraliyet ailesinde yaptırdığı tutuklamalar sonrasında Suudi Arabistan’dan Abu Dabi’ye götürülen malvarlıkları. Son birkaç yıl içerisinde Suudi Arabistan’dan dolar milyoneri olan yaklaşık 1000 kişinin büyük kısmının BAE’ye gittiği konuşuluyor. Bu sayı iki ülke arasındaki güçlü ekonomik rekabet kadar Suudi Arabistan’ın girdiği ekonomik çıkmazı da özetliyor.
Suudi Arabistan’la ilgili diğer bir mesele de kısa süre önceye dek kendisini göklere çıkaran İsrailli düşünce kuruluşlarının son dönemde Suudi Arabistan’ı Çin’in desteğiyle giriştiği nükleer faaliyetler sebebiyle hedefe koymuş olmaları. Son dönemde İsrailli kuruluşların raporlarına göre nükleer silah arayışlarını hızlandırmış olması, İsrail’in Suud’dan bir İran çıkarıp çıkaramayacağını gözlemlemeye imkan tanıyabilir. Zira İsrail’in bu konudaki söylemi netleşmiş olmasa da Suudi Arabistan’ı sıkı bir markaja almaktan başka bir yola başvurmayabilir. İsrail ve Suudi Arabistan arasında böyle bir açılmanın olduğu bu dönem de BAE için ideal bir normalleşme dönemine tahvil edilebildi ve böylelikle BAE kendi açısından ABD’yle ilişkiler hususunda Suudi Arabistan’ın önüne geçmiş oldu.
Kazananlar ve Kaybedenler
BAE’nin de facto lideri Muhammed bin Zayid el-Nahyan’ın ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun anlaşmanın en büyük kazanç sağladığı isimler olduğu ortada. Anlaşmanın üçüncü büyük ismi Donald Trump, bir Arap ülkesiyle İsrail arasında barışa aracılık eden üçüncü Amerikan başkanı olarak ismini tarihe yazdırmış oldu
Anlaşmanın kaybedenlerinden birisi yukarıda da değinildiği şekliyle Suudi Arabistan. Mısır bile anlaşmayı tebrik ederken Suudi Arabistan’ın, ABD nezdindeki prestij kaybını teyit edercesine sessiz kalması dikkatlerden kaçmadı. İran’ın kaybedenler tarafına yazılması doğrudan anlamlı olmayabilir. İran açısından iki ülkenin anlaşmaya varması elbette bir kazanım değil. Diğer yandan BAE ve İsrail gibi Ortadoğu halkları nezdinde hiç de muteber olmayan iki aktörün İran düşmanlığı üzerinden anlaşmaya varması İran’ın bölgesel müdahalelerine söylemsel bir destek sağlayabilir.
Anlaşmaya İran ve Libya gibi birkaç ülkenin yanında Türkiye de tepki gösterdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin Abu Dabi Büyükelçisinin çekilebileceğini belirtti. Türkiye’nin tepkisinin sebebi BAE’nin Suriye, Libya, Akdeniz ve diğer bölgelerde defalarca Türkiye’nin karşısına çıkan BAE’nin İsrail’le birlikte bölgesel bir ittifaka zemin hazırlaması ve bu ikilinin Türkiye’nin Akdeniz’deki kazanımlarını baltalama potansiyeli. Yakın zamanda BAE Dışişleri Bakanı el-Nahyan’ın İran Dışişleri Bakanı Zarif’le “samimi ve dostça” bir video görüşmesi yapmasının ardından Türkiye’nin dışarıda kalan yegane aktör olarak bir tehdit algısı geliştirdiğinden de söz edilebilir. Diğer yandan dışarıda kalma durumu belli ölçülerde, Türkiye’nin ikili ilişkiler ve uluslararası mecralarda etkin diplomasiye ağırlık vermemesiyle açıklanabilir.
Anlaşmanın ne büyük kaybedeninin ise Filistin olduğu ortada. Zira anlaşma sonrasında birkaçı hariç hiçbir Arap devletinin ses çıkarmaması, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın Filistin Davası’nın Araplara münhasır bir mesele olduğu tezini çürütüyor. Oysa Filistin davası ne Emir Faysal 1919’da Hayim Weizmann’la anlaşmaya varırken ne de 2020’de Filistin Davası hiçbir zaman bir Arap meselesi olmamıştı. Emir Faysal 1919’da Hayim Weizmann’la anlaşırken de böyleydi.
Diğer yandan mevcut durumda İsrail’in de BAE’nin de anlaşmadan büyük kazançlar sağladığını söylemek için henüz erken. Nitekim BAE anlaşmanın hemen ardından F-35 satın alma talebini masaya getirdi ve bu da gerek İsrail gerek de ABD kanadında soğuk bir hava esmesine neden oldu. Hatta son görüşmelerden birisi, ABD’nin bu satışa karşı çıkmasıyla BAE tarafından iptal edildi. Dolayısıyla anlaşmanın güçlü bir işbirliği getireceğini varsaymak doğru olmaz.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.