İttifak Siyaseti: İmkân mı Açmaz mı?

31 Mart seçimlerinden itibaren siyaseti belirleyen esas dinamik, günün ihtiyaçları değil 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. İktidar ve muhalefetin 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik hedeflerine ne ölçüde yaklaştıklarını değerlendirmek üzere, kurdukları ittifakların yapısına ve 31 Mart seçimlerinden bu yana geliştirdikleri stratejilere bakmakta fayda var.

Yunanistan-Mısır Deniz Yetki Alanlarını Sınırlandırma Anlaşması’nın Kodları

Siyaset 16 Nisan 2017 referandumundan beri ittifak sisteminin dinamikleri doğrultusunda işliyor. Yeni sistemde iktidarın yüzde 50+1 oya endekslenmesi, siyasi partiler arasında ittifak kurulmasını zorunlu kıldı. AK Parti ve MHP Cumhur İttifakı bünyesinde birleşirken, muhalefet de -resmi veya fiili olarak- Millet İttifakı bünyesinde toplandı.

 

24 Haziran seçimleri, Cumhur İttifakı’nın öngörüleri doğrultusunda işledi. Erdoğan ilk turda Cumhurbaşkanlığına seçilirken, AK Parti ve MHP de yürütmeyi rahatlatacak milletvekili sayısına ulaştılar. Muhalefet ortak Cumhurbaşkanı adaylığında uzlaşamazken, Meclis’te de yürütmeyi denetleyebilecek bir milletvekili sayısına ulaşamadı.

 

31 Mart yerel seçimleri, önceki iki seçimde iktidar lehine işleyen ittifak denkleminin muhalefet lehine de işleyebileceğini göstererek, iktidar ve muhalefetin gelecek projeksiyonlarını ve siyasal stratejilerini doğrudan etkiledi. İktidar bloku ittifak sisteminin aleyhine işleyebildiğini deneyimleyerek önümüzdeki seçimlerde iktidarı kaybedebileceği endişesine kapıldı. Muhalefet de İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde başardığı iktidar değişikliğini Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de tekrarlayabileceğine yönelik güçlü bir umuda kapıldı.

 

Bu çerçevede, yerel seçimlerden itibaren siyasetin hamlelerini belirleyen temel dinamik, günün ihtiyaçları değil 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri oldu. İktidar da muhalefet de siyasi hamlelerini planlarken Cumhurbaşkanlığı seçimlerini hedefliyor. Bu yönüyle, 16 Nisan referandumuyla hayata geçen sistem değişikliğinin aslında bir nevi seçim sistemi değişikliği de getirerek bütün siyasi faaliyetleri seçim aritmetiğine tabi kıldığı söylenebilir.

 

Erdoğan iktidarını sürdürmek ve önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanabilmek için yüzde 50 oranında bir desteğe ihtiyaç duyuyor. Bunun için AK Parti’yi asgari yüzde 40 bandında tutma, üstüne de asgari yüzde 10’luk bir destek ekleme zorunluluğuyla karşı karşıya. Önceliğini yüzde 50 bandının altına düşmemeye verirken, muhalefetin birleşmesini de engellemek istiyor. Muhalefet ise -iktidara alternatif olabilmek için- bir yandan iktidar bloğunun yüzde 50 bandının altına düşmesini sağlama, öte yandan da iktidar bloğunun dışında kalan bütün oyları bir havuza toplama zorunluluğuyla karşı karşıya.

 

İktidar ve muhalefetin 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik bu hedeflerine ne ölçüde yaklaştıklarını değerlendirmeden önce bu hedefe yönelik kurdukları ittifakların yapısına ve 31 Mart seçimlerinden bu yana geliştirdikleri stratejilere bakmakta fayda var.

 

İttifak Yapısı

 

İktidar ile muhalefet arasındaki en önemli farklılık, kurdukları ittifakların yapısıyla ilişkilidir. İktidar bloğu veya Cumhur İttifakı taban kompozisyonu ve siyasal öncelikler konusunda güçlü bir uyuma sahip iken, muhalefetin kurmayı arzuladığı ve Millet İttifakı bünyesinde kısmen başarabildiği ittifak taban kompozisyonu ve siyasal öncelikler konusunda güçlü bir uyuma sahip görünmüyor.

 

Bu farklılık, Cumhur İttifakını seçim ittifakının ötesine taşıyarak siyasi ittifak anlayışına taşırken beka-güvenlik söylemi, aktif ve etkin dış politika, milli ve dini hassasiyetleri ön plana çıkarma gibi birçok hat üzerinden toplumsal psikolojiyi şekillendirmesine imkân sağlıyor. Muhalefet ise farklı taban kompozisyonlarına ve siyasal önceliklere sahip olması dolayısıyla, -siyasi ittifak kurmayı arzulasa da- seçim ittifakını başarmayı hedeflemenin ötesine geçemiyor. Ancak bu gerçeği kabullenerek seçim ittifakına razı olmak yerine siyasi ittifak içindeymiş gibi davranmaktan da geri durmuyor.

 

Bu çerçevede, muhalefetin önünde -basitçe- iki seçenek olduğu söylenebilir. İlk olarak, seçim ittifakıyla yetinmeyip siyasi ittifak kurmayı arzuluyorsa bunu sağlamaya yönelik sahici adımlar atabilir; örneğin, farklı siyasi partilerin asgari müştereklerde buluşmasını sağlamaya mesai harcayarak iktidar bloğunun siyasetine alternatif bir siyaset ortaya koyabilir. Hükümet sisteminden yargının yapısı ve işleyişine, güvenlik paradigmasından insan haklarına, ekonomiden dış politikaya, pandemi yönetimi başta olmak üzere idari aksaklıklardan yerel yönetim reformuna kadar pek çok alanda alternatif bir siyaset geliştirmeye yönelebilir. Bu aynı zamanda farklı tabana ve siyasi önceliklere sahip bileşenlerin asgari müşterekler üzerinde anlaşmasına, aradaki mesafenin azalmasına ve “yeni dönem” duygusunu benimsemesine de yardımcı olabilir. Ancak muhalefet bu çabadan uzak durarak, herhangi bir siyasi program üzerinde uzlaşma gereği duymadan, “Erdoğan iktidarına son verme” hedefinde buluşmayı ittifak içinde olmak için yeterli görüyor.

 

İkinci olarak, siyasi ittifak kurma çabasının seçim ittifakı hedefini de zedeleyebileceğini öngörüp kendisini seçim ittifakıyla sınırlandırabilir. 31 Mart seçimlerinin de gösterdiği gibi, mevcut siyasal denklem içerisinde, ittifak kurmak için seçime beş kala görüşmelere başlamak yetiyor. Üstelik seçimlere kadar, ittifak haritasının nasıl şekilleneceğini, iktidar ve muhalefet cephelerinde daha ne kadar farklı ittifak senaryosunun gündeme gelebileceğini de bugünden kestirmek zor. Dolayısıyla bugünden kontrol edilemeyecek çeşitli senaryoların önünü almak için harcanan mesainin günün siyasal gereklerine harcanması çok daha etkili bir strateji olabilir. Bu durumda her parti sağındaki ve solundaki parti ile uyumlu davranmak adına siyasetsizliğe razı olmaz, her parti yürüttüğü dinamik ve aktif siyasetle iktidarı baskı altına alabilir. Zaman zaman verilecek mesajlar, gerçekleştirilecek ziyaretler üzerinden seçim ittifakı hedefi canlı tutulabilir, uzlaşmaya elverişli siyasi başlıklarda bir araya gelinir ancak ülke seçim atmosferine girinceye kadar her bir parti kendi siyasetini yürütür.

 

Birinci seçeneği tercih ettiğinde, iktidar siyasetine alternatif güçlü bir siyaset kurgulamayı başarmanın yanısıra farklı eksenlerde yer alan partileri ortak bileşenler etrafında birleştirerek toplumsal barışa da katkıda bulunabilir. İkinci seçeneği tercih ettiğindeyse iktidarın siyasetini birçok farklı noktadan baskı altına almanın yanısıra seçim dönemine kadar ortak hareket etme zorunluluğunun yarattığı siyasi yükten kurtulabilir.

 

Muhalefet bu seçeneklerden birini tercih edip gereğini yapmaktan imtina ettikçe, her iki seçeneğin de sağlayabileceği muhtemel avantajlardan feragat etmek durumunda kalıyor. Bir yanda gerçekte siyasi ittifak olmadığı için iktidarın siyasetine alternatif güçlü bir siyaset kurgulayamıyor. Diğer yanda seçim ittifakı içinde olduğu gerçeğine göre hareket etmediği için tabanının taleplerini önceleyen aktif bir siyasetle iktidarı baskı altına alamıyor. Üstelik iktidarın ittifakı dağıtma-zayıflatma operasyonlarına da hedef oluyor.

 

Mevcut durum, gerçek anlamda birbiriyle etkileşmeyen, siyasal sentezler oluşturmaktan imtina eden, ülkenin temel sorunları üzerinde en azından asgari müşterekler-ortak paydalar arayışında bulunmaktan sakınan, birbirine değmeden yan yana durmaya çalışan bir ittifak anlayışıdır. Bu durum, iktidar ve muhalefet blokları arasında iktidar lehine asimetrik bir durumun oluşmasına yol açıyor.

 

Siyasi Performans

 

İktidar ile muhalefet ittifakları arasındaki yapı farklılığı, siyaset performanslarını da doğrudan etkiliyor. İktidar bloğu uyumlu bileşenlerden oluşmanın avantajıyla etkili bir siyasi performans gösterirken, muhalefet gevşek ve belirsiz bir ittifak yapısına yaslanmanın etkisiyle defansif bir siyaset izliyor.

 

Erdoğan (ve iktidar bloğu) tabanını korumak ve muhalefeti zayıflatmak üzere istikrarlı ve katmanlı bir siyasi performans üretiyor. İktidarın 31 Mart seçimlerinden beri yürüttüğü siyaseti üç başlık altında toplamak mümkün. Öncelikle, yaslandığı muhafazakâr-milliyetçi tabanı tutmak üzere etkili bir gündem mühendisliği yürütüyor. Başlarda, İYİ Parti’nin varlığını dengelemek üzere milliyetçi seçmen gözetilerek oluşturulan gündem mühendisliği, Gelecek ve Deva partilerinin kurulmasından sonra muhafazakâr-dindar seçmenin duyarlılıklarını içerecek şekilde genişledi. Bu gündem yoğunluğu hakkında bir kanaat geliştirmek için son birkaç ayın siyasi gündem başlıklarını hatırlamak yeterli.

 

Mayıs ve Haziran aylarında RAND’ın hazırladığı raporda geçen birkaç cümle üzerinden yeni bir darbe ihtimali ve “CHP’nin darbeciliği” tezi işlenirken, eş zamanlı olarak İzmir’deki ezan provokasyonu, Diyanet tartışması, seçim yasasında değişiklik ve erken seçim gibi başlıklar gündeme taşındı. Temmuz ayında siyaset gündeminde ön plana çıkan konu başlıkları Ayasofya’nın 86 yıllık müze statüsünden sonra camiye çevrilerek ibadete açılması, çoklu baroyu hayata geçiren Avukatlık yasasındaki değişiklik, sosyal medya düzenlemesine yönelik yasa teklifi ve İstanbul Sözleşmesinden çekilme tartışmaları oldu. Ağustos’taki iki önemli gelişme; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i Millet İttifakını bırakıp kendilerine katılmaya davet etmeleri ve Muharrem İnce’nin henüz çerçevesi tam olarak netleşmese de en somut hedefi Cumhurbaşkanı adaylığı gibi görünen bir hareket başlatacağını ilan etmesi oldu.

 

Bu yoğun siyasi gündem iktidara bazı avantajlar sağlıyor. Gündem oluşturma stratejisi siyasi ve toplumsal yapıyı iktidarın öncelikleri doğrultusunda şekillendiriyor, toplumun ve siyasetin -özellikle de muhalefetin- iktidar tarafından tayin edilen siyasi gündemle meşgul olmasını sağlıyor, yeni siyasi partilerin muhafazakar-dindar tabana ulaşmasını zorlaştırıyor, toplumda kimlik siyasetini diri tutarak seçmenin bloklar arasındaki muhtemel geçişkenliğini azaltıyor ve siyasi, ekonomik ve idari zaafların kamuoyunda yer bulmasını engelliyor.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

İktidarın siyasi performansının ikinci ayağını terör-güvenlik ve dış politika konuları oluşturuyor. Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve son olarak Azerbaycan politikalarında askeri operasyonları içeren dış politika adımları, iktidarın beka-güvenlik söylemine yardımcı olurken, ülkenin çıkarlarını savunan güçlü ve milli iktidar algısını pekiştiriyor. Ayrıca, ekonomik kriz başta olmak üzere kötü yönetim dolayısıyla yaşanan aksaklıkların yönetim zaafından öte dış müdahalelerden kaynaklandığına yönelik “dış mihrak” tezini de tahkim ediyor.

 

İktidar stratejisinin üçüncü ayağını, muhalefet blokunun insicamını bozarak bileşenler arasındaki muhtemel ayrışmaları kaşımak üzere çok yönlü söylem ve politikalar geliştirmek teşkil ediyor. CHP, HDP ve İYİ Parti merkezli tartışma ve hamleler bu amaca matuf olarak gündemde tutuluyor. CHP darbecilik ve muhafazakâr değerlere düşmanlık üzerinden baskı altına alınırken, soruşturmalar, gözaltılar ve kayyım atamaları ile de HDP kriminalize ediliyor. Bu operasyonlarla İYİ Parti’ye Millet İttifakında bulunmanın iyi bir seçenek olmadığı gösterilirken, eş zamanlı olarak da “yerli-milli” tanımlamasıyla CHP ve HDP’den ayrıştırılarak Cumhur İttifakına davet ediliyor. Bu tabloya, Muharrem İnce ve muhtemel Cumhurbaşkanı adayları üzerine yürütülen tartışmaları da eklemek mümkün. Bu hamlelerle, muhalefet ittifak sancılarıyla meşgul edilerek siyasi gündeme odaklanmaktan alıkonuyor.

 

Bütün bu adımlar, siyasi gündemin neredeyse tamamen iktidar tarafından belirlenmesine yol açarken, muhalefeti de iktidar tarafından belirlenen siyasi alan içerisinde hareket etmeye mecbur bırakmış görünüyor.

 

İktidar bloğunun bu aktif ve katmanlı siyasetine karşılık, muhalefetin defansif siyaseti iki yanlış kanaate/varsayıma dayanıyor. İlk olarak, muhalefet, iktidarın destek kaybının mukadder olduğunu, geliştirdiği onca söylem, hamle ve politikaya rağmen oy kaybını durduramayacağını varsayıyor. Bu nedenle de muhalefetin aktif bir siyaset geliştirmesine gerek olmadığını, iktidarın oyunlarına karşı uyanık olup hata yapmadan mevcut durumunu muhafaza etmesinin yeterli olacağını düşünüyor. İkinci olarak, muhalefet, iktidar bloğu dışında kalan oyları bir ittifak bünyesinde bir araya toplamanın iktidar değişimi için yeterli olduğunu dolayısıyla oy oranını arttırmaya yönelik aktif bir siyasete gerek olmadığını varsayıyor.

 

Bu okuma muhalefetin siyaset anlayışının iki kaygı tarafından belirlenmesine, hatta esir alınmasına yol açıyor. Bu iki kaygıyı, iktidarın siyasi gerilim tuzağına düşmeme ve ittifakın muhafaza edilmesi olarak özetlemek mümkün. İlk kaygı iktidarın destek kaybının kaçınılmaz olduğu varsayımıyla, ikinci kaygı da iktidara karşı oyları toplamanın yeterli olduğu varsayımıyla ilişkili.

 

Bu varsayım ve kaygılar üzerinden muhalefet, siyaset yapma ve oyun kurma inisiyatifini iktidara devredip kendisini iktidarın hamlelerine karşı koruma refleksiyle sınırlı defansif bir siyasete mahkûm ediyor.

 

İktidarın siyasi gerilim tuzağına düşmeme veya muhafazakâr-milliyetçi tabana yabancılaşmama kaygısı, Erdoğan’ın tabanındaki çözülmeyi engellemek üzere Türkiye’nin geleneksel siyasi-kültürel hassasiyetlere sahip konu başlıklarını gündeme taşıyarak gerilimi ve kutuplaşmayı derinleştirmeyi amaçladığı kanaatinden besleniyor. Muhalefet, milliyetçi-muhafazakâr tabanı yabancılaştırmamak amacıyla, Erdoğan’ı -gündeme taşıdığı başlıklarda- destekleme veya en azından muhatapsız bırakma taktiğine yöneliyor. Doğru ama eksik bir Erdoğan analizine yaslanan bu okuma, doğal olarak, doğru ama yetersiz bir cevap üreterek muhalefetin siyaset yapma iradesini esir alıyor.

 

Erdoğan’ın veya daha genel olarak iktidar koalisyonunun ürettiği söylem ve politikalar, toplumda bir duygu inşa ediyor. Bu duygu millet ve devlet tasavvurundan tarih ve coğrafya algısına, ekonomiden dış politikaya kolay anlaşılabilir ve tüketilebilir bir hikâye üretiyor. Parçalı gözüken, gündem mühendisliği olarak görülebilen veya demokratik siyasal sistemi tahrip eden pek çok hamle de bu hikâye ve duygu potasında eritilerek anlamlandırılabiliyor. Muhalefet iktidar siyasetinin bu “kurucu” yönünü ıskaladığı için iktidarın söylem ve politikalarına karşı alternatif bir söylem ve politika geliştirmek yerine kendisini “kurulan tuzağa düşmeme” refleksine hapsediyor. Bu tutum, iktidarın herhangi bir itirazla karşılaşmadan söylem ve politikalarını hayata geçirmesini ve dolayısıyla da tabanını muhafaza etmesini kolaylaştırmanın yanısıra muhalefeti savunmacı ve apolitik bir yere hapsederek alternatif bir söylem ve siyaset geliştirme ve arayışta olan seçmene adres olma imkanlarından mahrum bırakıyor.

 

İttifakın dağılmasını engelleme veya ittifakı muhafaza etme kaygısı da muhalefeti siyasetsizliğe sürüklüyor. Yukarıda da ifade edildiği gibi -ittifakı seçime erteleme veya (siyasi) ittifakın gereğini yapma arasında tercih yaparak, farklı bileşenleri bir arada tutmanın getirdiği kırılganlığı gidermek yerine bu kırılganlıkla yaşamayı sürdürüyor. Bunun da temel yansıması, bileşenler arasındaki farklılıkların ittifak olasılığını zedelememesi için -mümkün mertebe- siyasi pozisyon almamak oluyor.

 

İktidar ve muhalefetin siyaset performanslarındaki bu farklılık dolayısıyla 31 Mart’tan bu yana kamuoyunun gündemine taşınan bütün başlıklar iktidarın imzasını taşıyor. Muhalefetin defansif ve apolitik siyaset kurgusunu fırsata dönüştüren iktidar etkili bir gündem mühendisliğiyle toplumun ve siyasetin nabzını elinde tutuyor. Toplumu ve siyaseti öngördüğü parametreler çerçevesinde inşa ediyor, kurduğu rejimi herhangi bir etkili blokajla karşılaşmadan tahkim ediyor. AİHM kararlarının alenen uygulanmamasından yargıya siyasal hesaplar gördürülmesine, HDP üzerinden düpedüz demokratik temsil ilkesinin çiğnenmesinden siyasetin güvenlikleştirilmesine pek çok uygulama etkili bir siyasal dirençle karşılaşılmadan hayata geçiriliyor.

 

Aşağıda da vurgulanacağı üzere, 31 Mart seçimlerinden bu yana iktidar ve muhalefetin siyasi performanslarındaki farklılık, muhalefetin iktidara ve siyasete yönelik varsayımlarının yanlış olduğunu gün geçtikçe daha net bir şekilde ortaya koyuyor. İktidarın destek kaybının kaçınılmaz olduğu ve iktidar bloğu dışında kalan oyları yan yana getirmenin iktidar kompozisyonunu değiştirmek için yeterli olduğu varsayımlarına dayanan defansif siyaset, muhalefetin iktidar projeksiyonunu zora sokabilir. İktidar -muhalefetin de yardımıyla- yürüttüğü aktif siyaset sonucunda beklendiği gibi bir oy kaybı yaşamayabilir, muhalefet de -siyasetsizlik pahasına- bütün mesaisini harcadığı iktidar karşıtı oyları bir araya getirmeyi başarsa bile, toplanan oyların yüzde 50’yi bulmadığını görebilir.

 

Bu çerçevede, gerçekçi bir iktidar projeksiyonu için muhalefetin, yanlış varsayımlara dayalı defansif siyaset anlayışını revize ederek, bir yandan iktidarı oy kaybına zorlayacak, öte yandan da kendi oyunu arttıracak bir siyaset anlayışı geliştirmeye yönelmesi gerekir. Bu çerçevede, iktidarın yönetim zaaflarını kimlik siyasetiyle ikame etmesine benzer şekilde, muhalefet de kendisini dezavantajlı gördüğü kimlik siyasetinden uzaklaşıp yönetim zaaflarıyla ilgili etkili bir siyaset geliştirebilir. İktidarın ekonomik kriz ve pandemi yönetimindeki zaafları başta olmak üzere, hemen her alanda, siyaset yapma beceri ve arzusuna sahip bir muhalefete malzeme teşkil edebilecek onlarca gündem maddesi mevcut. Bu da ancak muhalefetin iktidarın oyun planına malzeme olmama kaygısıyla şekillendirdiği defansif siyaset anlayışından vazgeçerek, kamuoyunda gündem oluşturacak ve iktidarı kendi belirlediği gündeme cevap vermeye zorlayacak proaktif bir siyaset anlayışına yönelmesiyle mümkün olabilir.

 

İktidar Perspektifi

 

İktidar ve muhalefet arasındaki önemli farklılıklardan biri de siyasi motivasyonları veya iktidar anlayışlarıyla ilişkilidir. Kısaca söylemek gerekirse, Cumhur İttifakı Erdoğan’ı iktidarda tutmayı hedeflerken Millet İttifakı iktidara gelmek yerine Erdoğan iktidarına son vermeyi amaçlıyor. Erdoğan 2023 seçimlerini de kazanıp iktidarını sürdürmeyi hedeflediği için toplumsal ve siyasal desteğini sürdürecek söylem ve politikalara ağırlık verirken, muhalefet bütün stratejisini Erdoğan’a kaybettirmek üzerine kurduğu için ülkeyi hangi parametreler üzerinden yönetmeyi hedeflediğini ortaya koyacak proaktif bir siyaset geliştirmek yerine bütün mesaisini Erdoğan’ı iktidardan düşürmeye yeteceğine inandığı ittifak yapısını muhafazaya etmeye hasrediyor.

 

Buradaki sorun muhalefetin Erdoğan iktidarına son vermeyi hedeflemesi değil sadece bunu amaçlaması, bununla yetinmesi, iktidara gelmeyi hedeflememesidir. Oysa Erdoğan iktidarına son vermeyi amaçlayan muhalefetin nasıl bir iktidar vadettiğini de ortaya koyması gerekir. Muhalefet iktidarın yerli ve milli söylemini, beka-güvenlik siyasetini, muhafazakâr-dindar hassasiyetleri ön plana çıkaran siyasal ajandasını, dış politika hamlelerini sürdürmeyi düşünüyor mu? İktidarın alamet-i farikasına dönüşen bu politikalar haricinde kamuoyunun oy vereceği bir siyasi yapıdan bekleyebileceği daha pek çok konu başlığı hakkında muhalefetin nasıl bir perspektife sahip olduğu konusunda en ufak bir ipucu olmadığı gibi bunun gerekli olduğuna dair bir farkındalık da görünmüyor.

 

Kamuoyu parlamenter sisteme dönme arzusu dışında muhalefetin politika öncelikleri konusunda herhangi bir bilgiye sahip değil. Erdoğan’ı iktidardan indirme arzusuyla sınırlı bir siyasi projeksiyonun oluşturabileceği rahatsızlık sistem tartışması üzerinden kamufle edilmeye çalışılsa da bu konuya gereken ağırlık verilmediği için beklenen işlevi yerine getiremiyor. Sistem tartışması etkili ve doğru yürütüldüğünde bir siyasal ajandaya dönüşme potansiyeline sahip ama bu konuyla ilgili de herhangi bir kurucu tartışma yapılmadığı gibi, somut bir adım da atılmış değil. Örneğin yönetim sistemi değişikliğiyle sınırlı bir düzenleme mi düşünülüyor, yoksa Anayasayı tamamen değiştirmek mi öngörülüyor? Bu soruya yönelik bir tartışma bile yapılmıyor.

 

Ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair herhangi bir ön hazırlık veya tartışmanın içinde yer almaması, muhalefetin iktidar projeksiyonu olmadığını gösteriyor. Muhalefet seçmenden -söylem ve politikalarının daha iyi olması dolayısıyla- kendisini iktidara taşımasını talep etmek yerine Erdoğan’ın seçilmemesini talep ediyor. Ülkeyi yönetmesi gerektiği veya mevcut iktidardan daha iyi yönetebileceği iddiasına yatırım yapmak yerine, Erdoğan’ın yönetmemesi gerektiği veya kötü yönettiği tezine yatırım yapıyor. Buradaki sorun, muhalefetin “yeni iktidar” kompozisyonuna yatırım yapmaması, mevcut iktidara son vermek için yardım talep ettiği seçmene sonrasında nasıl bir iktidar kompozisyonu öngördüğüne yönelik sorumlu ve gerçekçi bir vizyon sunmamasıdır.

 

Bu tutumdan kaçındıkça, iktidarın kutuplaşma ve gerilim stratejisine karşı koymak üzere siyasetsizliğe savrulan muhalefet aslında kutuplaşmayı derinleştiren bir hat üzerine mevzi kuruyor. Bütün siyasi vaadi Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırma olan, üstelik bunu siyasi bir program ve projeksiyonla da destekleme ihtiyacı duymayan bir tutum, kutuplaşmadan başka bir şeye güvenmiyor demektir.

 

Ayrıca muhalefetin iktidara gelmek yerine Erdoğan’ın iktidardan gitmesine dayanan projeksiyonu seçmen davranışına yönelik doğru bir kavrayışa da sahip değil. Seçmene mevcut iktidarı tercih etmemeyi vaz eden sorumlu bir siyasi yapının nasıl bir siyasi iktidar pratiği ortaya koymayı öngördüğünü de anlatması gerekir.

 

İktidar değişimi için seçmenin “ülke iyi yönetiliyor mu?” sorusuna “Hayır” cevabı vermesi yeterli değildir. İktidar değişimi için seçmenin “ülkeyi kim daha iyi yönetir?” sorusunun da cevabını bulmuş olması gerekir. Aksi takdirde, Emre Erdoğan’ın Tanpınar’dan ilhamla söylediği gibi “hele bir gitsin de…” tutumu, seçmeni mobilize edebilecek etkili bir siyasi stratejiden çok, naifçe bir hevesin ifadesi olmakla sınırlı kalabilir.

 

Ara Bilanço

 

31 Mart seçimleri muhalefetin iktidardan daha avantajlı olduğu bir siyasal psikoloji üretmişti. 31 Mart seçimlerinin akabinde -siyasi ve toplumsal bileşenleriyle- muhalefet, Erdoğan’ın 2023’e kadar ülkeyi yönetemeyeceği, istemese de erken seçime gitmek zorunda kalacağı ve gerçekleşecek seçimlerde de -kesinlikle- iktidarı kaybedeceği kanaatindeydi. Ancak iktidar ve muhalefetin – bu yazı boyunca aktarılan- strateji ve performans farklılığı, 31 Mart sonrası siyasi psikolojiyi büyük ölçüde değiştirmiş durumda.

 

Muhalefet iktidarı erken seçime zorlamak yerine iktidarın baskın seçim ihtimalinden endişe duyuyor. Kamuoyu araştırmaları, Cumhur İttifakının oy oranının yüzde 50 bandından uzaklaşmadığını, zaman zaman görülen oy kaybının da hem kalıcı olmadığını hem de muhalefet kanadına akmadığını gösteriyor. Yeni kurulan siyasi partiler, Cumhur İttifakından aldığı oy kadar Millet İttifakı bileşenlerinden de oy alıyor. Ekonomik kriz başta olmak üzere seçmenin oy davranışını oldukça etkileyebilecek pek çok gelişmeye karşın muhalefetin oy oranında 24 Haziran 2018 seçim sonuçlarına nazaran küçük bir artış görülüyor. Kısacası, iktidarın gücü öngörülen oranda azalmazken, muhalefet de oylarını beklenen ölçüde arttıramıyor.

 

Bu, Erdoğan’ın -onca hamleye rağmen- iktidarın devamını garantilediği anlamına gelmiyor elbette. Zamanın ruhu ve toplumun beklentileri ile iktidarın siyaset vizyonu arasındaki makas, gün geçtikçe, artmaya devam ediyor. Erdoğan, denetimsiz kullandığı muazzam iktidar imkanlarına rağmen, öngördüğü mobilizasyonu/motivasyonu sağlamakta zorlanıyor.  İttifak düzeni, muhalefet kadar iktidar için de birçok sürprize gebe. Ancak bütün bu olumsuzluklara karşın, iktidar kaybını mukadder görmeyi gerektirecek bir durumun olduğunu söylemek de zor görünüyor.

 

Bu tablo, 31 Mart sonrasında oluşan ve muhalefetin bugüne kadarki stratejisine de rehberlik eden iktidarın -kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak- oy kaybı yaşayacağı ve önümüzdeki seçimlerde iktidar değişiminin mukadder olduğu tezinin revize edilmesini gerektiriyor. Ayrıca muhalefet hem hazır olmadığı hem de gücü yetmediği için iktidarı erken seçimlere zorlayamadığına göre, ekonomide, dış politikada veya ittifak denkleminde seçimleri erkene almayı gerektirecek radikal bir gelişme olmadığı müddetçe seçimlerin yasada öngörülen normal zamanında yapılacağını varsaymak yanlış olmaz.

 

Bu tablo, iktidarın ömrünün tükendiğine yönelik kehanetlere veya toplumdaki kutuplaşmanın ürettiği enerjiye yaslanmanın iktidar değişimi için yeterli olduğunu düşünen siyaset anlayışının gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor. İktidar değişimi için sağlaması yapılmamış, birçok çelişki ve boşluk ihtiva eden mühendislik projelerine harcanan mesainin yeni toplumsal dinamikleri taşıyacak, farklı toplumsal kesimlerin arayışlarına öncülük edecek sahici ve kurucu bir siyasete sarf edilmesine ihtiyaç var.

 

Burada mevcut muhalefetin yanısıra özellikle yeni siyasi partilere sorumluluk düşüyor. İktidar ile muhalefet arasında yaşanan sayısal ve siyasal denge/kilitlenme yeni siyasi partilere fırsat alanları açıyor. Bu fırsat alanlarını doğru kullanmaları durumunda, yeni toplumsal dinamiklerin siyasal temsiline aday olmanın yanısıra seçim aritmetiğine hapsolarak tıkanan Türkiye siyasetine de soluk aldırabilirler. Bunun için yeni dönemin ruhunu ve ihtiyacını doğru kavramaları, siyasi eksenlerini netleştirmeleri, topluma ne önerdiklerini somutlaştırmaları ve güven veren bir kadro inşa etmeleri gerekir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.