İttifakların Politik-Ahlaki Sosyolojisi Üzerine
Devrimin üzerinden 100 sene geçmesi ile halkımızın tümüne yakını, seçimi/sandığı politik meşruiyetin temeli olarak görmektedir. Yarısı, katı-muhafazakâr olarak -ne pahasına olursa olsun- değerlerine bağlılığını sürdürmektedir. Diğer yarısı ise, Batı’nın geliştirdiği hukuk devleti, anayasal demokrasi, kuvvetler ayrılığı, şeffaflık/denetim, laiklik (sekülerlik değil), kurum-kural ve hukuku talep etmektedir.
Seçimi ufak-tefek olayların dışında “oylama kurallarına” uygun olarak ve yüksek bir katılımla tamamlamış olmamız, medeni kriterler açısından toplumumuz adına övünülecek bir husustur. Sonuç, milletimize hayırlara vesile olsun. Küresel düzlemde bu seçim, “Doğu-Batı” arasında bir seçim hüviyetini haizdi. Şöyle ki: Rusya, Çin, Türk Cumhuriyetleri, Afganistan/Taliban, Körfez Arapları, Balkanlardaki Müslüman azınlıklar, Cumhur İttifakı’nı; ABD, AB ve İsrail, Millet İttifakı’nı destekledi. Bunun analizi, ayrı bir konu. Oraya girmeyeceğim.
Kapitalizm çağında, teknolojik düşünmenin, -insan dahil- her şeyi stok, rezerv, kaynak, teçhizat, araç, fayda olarak gördüğü; insanlığı bir ipekböceği kozası gibi çepeçevre kuşattığı (Ge-stell/Heidegger); her şeyin haz-hız, üretim-tüketime endekslendiği bir ortamda; Türk Kültür Devrimi’nin yaratmış olduğu travmanın tezahürleri, -bir mutasyona uğramış olsa da- hâlâ devam ediyor. Toplumumuz, ana hatları ile laik-muhafazakâr olarak ikiye bölünmüştü. AK Parti’nin, daha doğrusu çatal yürekli/delikanlı/Kasımpaşalı/Reisin 20 yıllık başarısı, kapitalizmin/teknolojinin kitlelerde yaratmış olduğu “arzu” ile; “kadre uğramış” olduğuna inanan muhafazakâr kitlelerin “kültürel/dinsel” taleplerini birlikte karşılıyor olmasıdır. Bu gerçeklikle birlikte, “Yurdum İnsanı”, yüz yıllar, hatta bin yıllar boyunca gadre uğramanın karşısında hayata tutunmayı “akıllıca” zaten öğrenmişti. Buna amiyane deyimle “fırsatçılık” diyoruz. Şu deyimler, bu gerçeği ifade eder: “Gelene ağam, gidene paşam”, “Gemisini yürütene ‘kaptan’ denir”, “Her koyun, kendi bacağından asılır”, “Köprüyü geçinceye kadar, ayıya ‘dayı’ diyeceksin”, “Nerede beleş, orada yerleş”, “Salla başını, al maaşını”, “Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun”, “Şık şık eden nalçadır, işi bitiren akçedir”, “Bükemediğin eli öpeceksin”, “Benim memurum, işini bilir”, “Ayağıma yer ediyim; bak sana neler edim”… Kısaca, ne pahasına olursa olsun, gücü tanımak/tapınmak ve hayatı devam ettirmek için, ona boyun eğmek, bir seciye-karakter halini almıştır. Deprem bölgelerinde felaketin ağırlığında AK Parti’nin 20 yıllık imar affı ve depremin ilk iki günündeki gecikme mesuliyetini unutarak Reisi desteklemeye devam etmesi, halkımızın Reise güvenmesine ve “ölenle ölünmez” ferasetine bağlıdır. “Anadolu İrfanı” denen şeyin yarısı, dini hamiyet ve vatanperverlik ise; diğer yarısı da, bu “işini bilme”, “işine gelme” ve “işine bakma”dır. Bir dönemler iktidarla “illegal” yöntemlerle iş tutup, sonra iktidar-çıkar kavgası yüzünden dışlanan grubun (The Cemaat) “tape”lerine veya kişilerin (S. Peker, M. Yakut, A. Yeşildağ) videolu “ifşaat”larına, muhafazakâr halkımız iltifat/itibar etmemiştir.
İttifaklarda “parti” kavramı, 2000’in başına kadar olan “ideolojik” içeriğini büyük ölçüde yitirmiştir. Genellikle, kişi kültü öncülüğünde bir “anonim şirket”e dönüşmüştür. Parti üyeliği veya taraftarlığı, artık ideolojik anlamda “partizan” anlamından daha ziyade; itibar, iş, ihale, istihdam elde eden; vakıf-dernek aracılığı ile menfaat temini, mülkiyet transferi demektir. Artık, kendini davasına adamış “militan-mücahit” yoktur; sosyal medyada “trol” vardır. Artık politik “slogan atma” yoktur; ağız dolusu sinkaflı- bolca “küfretme” vardır.
Bu seçimde ittifaklar, Kürt halkının taleplerini demokratik ilkeler çerçevesinde Türkiye’nin bütünlüğüne bağlama çabası yerine; onları (HDP ve HÜDA PAR) ötekileştirerek, “terör (PKK-Hizbullah)” üzerinden kriminalize ettiler. Siyaset, sorun çözme sanatıdır; beton dökme ameleliği değildir. HDP’nin, terör (PKK) ile arasına bir mesafe koyamaması da, onların demokratik zaafıydı. HÜDA PAR, bu mesafeyi koyabildi.
Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayının birinci turda HDP’nin oylarına talip olmasını, sayın Erdoğan, abartarak “vatan hainliği” olarak lanse etti ve halkı korkutarak sonucunu aldı. Din istismarı (Allah, ezan, cami, din-iman, Bakara-makara…) Cumhur İttifakı’nın başarısında ikinci etkendi. İşin kolayına kaçarak geleneksel dini bilinci-hafızayı rehabilite etme teşebbüsünde bulunmadı. Ondan geçinmeyi tercih etti. Genel ekonominin kötüye gitmesinin, “partili” tabanda yarattığı olumsuzluk, partili olmayanlar ile aynı düzeyde olmasa da; yine de muhafazakâr kitle, “soğan” yerine; “vatan”ı tercih etmiştir. İktidarın seçim sürecinde devletin bütün imkânlarını propaganda için kullanması; yarışın, hakkaniyet ölçüleri içinde yapılmadığının bir göstergesiydi.
Millet İttifakı’nın Bileşenleri
Millet İttifakı’nın öncüsü CHP, Kültür Devrimi’nin yaratmış olduğu seküler mutasyonun kristalleşmesidir. Batılılaşmış, muhafazakâr halka tepeden bakan, onu aşağılayan, onun, demokratik prosedürle işbaşına getirdiği iktidarlara sürekli “darbe” yapan askeri vesayet zihniyetinin politik tezahürü. CHP, M. Kemal’in yaptıklarını tartıp onu aşamayan, geliştiremeyen, onunla yarışamayan, onu bir totem ve tabuya dönüştüren muhafazakârlıktır. Kemal Kılıçdaroğlu ile (Helalleşme) bu tutumundan vazgeçme niyetini ortaya koysa bile; bu, sağcı-muhafazakârlar tarafından fazla itibar edilmeyen bir atraksiyon oldu. Ordunun, “vesayet” güvencesi olmaktan çıkması, CHP’yi demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla (parlamento, hukuk, eşitlik, adalet) savunmaya doğru evirdi. Kılıçdaroğlu’nun, girdiği onca seçimde ortaya bir “başarı” koyamamasına rağmen genel başkanlıktan çekilmemesi, “Kurultaylar Partisi” geleneğine ters bir tutumdur. Başarısız “dürüstlük”, toplumumuz tarafından genellikle satın alınmamaktadır; itibar görmemektedir. “Kendisi yesin; bizi de görsün-doyursun”, halkımızın genel kabulüdür: “Bal tutan parmağını yalar”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez”, “Win-Win”.
Millet İttifakı’nın ikinci bileşeni olan İYİ Parti, MHP’nin “taşralı” zihniyetinden kopup merkeze kayan, şehirli, eğitimli, orta-sınıf, yüzde10 bir kitledir. Demokrasiyi, laikliği ve hukuk devletini, yerli değerlerle (din-milliyetçilik) sentezleme teşebbüsüdür. Genel başkanının kadın olması, -İngiliz politik kültüründe olduğu gibi- uzlaşıyı ve toleransı temsil eder. İttifakın HDP ile temasını gerekçe göstererek partiden istifa eden Yavuz Ağıralioğlu da oldukça ılımlı bir isimdir.
Millet İttifakı’nın üçüncü bileşeni olan SP, DEVA ve Gelecek partileri ise, AK Parti’nin 20 yıllık iktidarında kişi kültü, hukuksuzluk ve yolsuzlukları gerekçe göstererek oradan kopup demokrasi, laiklik (dini istismar etmeme), hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, şeffaflık ve adaleti savunan muhafazakârları temsil ediyor. Kişi kültüne karşı çıkmalarına rağmen; kendileri eşitler arasında birinin sözcülüğünde bir konsensüs/icma/birlik sağlayamamışlardır.
Millet İttifakı’nın sol-sosyalist/komünist bileşenine gelecek olursak; onlar da dinsiz-imansız-Allahsız salt vicdandır. Kapitalizme, ekonomik sömürüye, ırkçılığa ve din sömürüsüne karşılar. Haklılar; ama, bu topraklarda pek bir alacakları yoktur.
Muharrem İnce’ye reva görülen “Kaset Kumpası”, Fetöcülerin başlattığı politik bir ahlaksızlık (belden aşağı vurma) geleneği olarak bu seçimlerde de Millet İttifakı tarafından itibar gördü.
Son anda Millet İttifakı’na katılan Zafer Partisi/Ümit Özdağ ise, salt göçmen karşıtlığı üzerine kurmuş olduğu milliyetçiliği ile yüzde 2,5 ilgi gördü.
Devrimin üzerinden 100 sene geçmesi ile halkımızın tümüne yakını, seçimi/sandığı politik meşruiyetin temeli olarak görmektedir. Yarısı, katı-muhafazakâr olarak -ne pahasına olursa olsun- değerlerine bağlılığını sürdürmektedir. Diğer yarısı ise, Batı’nın geliştirdiği hukuk devleti, anayasal demokrasi, kuvvetler ayrılığı, şeffaflık/denetim, laiklik (sekülerlik değil) kurum-kural ve hukuku talep etmektedir. Tarihsel perspektiften bakarak Avrupa’nın bu kurumları geliştirmek için ödediği faturayı göz önünde tutarsak; sonuç, normaldir. Doğu-Batı arasında bir “köprü” olan Türkiye’yi “mutasyon”a uğramış bir “yer” olmaktan çıkarıp, insanlık için ahlaki bir “değer” haline getirmek uğrunda, umutsuzluğa mahal yoktur. 200 yıldır verdiğimiz değişim mücadelesinin verimli bir tohuma ve tomurcuğa dönüşememesi, üzüntü vericidir. Batı’nın geliştirmiş olduğu, toplumsal düzeni adalet, hukuk ve iç barış gibi maslahata mebni hukuk, kurum ve kuralları, Kur’anî perspektifle sentezlemek; bizim tarihsel-politik paçozluğumuz ile Batı’nın emperyalist emellerine karşı bir duruş ve eleştiriye ihtiyacımız var.