Kadim Bir Medcezir: “Cumhuriyet ve Demokrasi”
Antikçağ’ın şehir devleti tecrübesinden tezahür eden cumhuriyet ve demokrasi, insanı sadece siyasal topluluk içinde var olabilecek bir canlı olarak kabul ederek egemenliğin (o zamanlar günümüz anlamını taşımasa da) halka ait olduğunu savunan bir paydaşlığa sahiptir.
Mana bakımından benzer referanslara işaret eden cumhuriyet ve demokrasi kavramları, esasında aynı zemin üzerinden ancak farklı harçlarla yükselmektedir. Genel olarak cumhuriyet, “halka ait olan” anlamına gelirken demokrasi ise “halkın iktidarı” ifadesini karşılamaktadır. Bu yakın anlamların barındırdığı farklılık; iki kavramın tarihsel süreç içerisinde birbirlerine yakınlaşırken uzaklaşmasına da neden olan bir medcezirin tezahürüdür. Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının anlam farklılıklarının yanında, kullanımlarındaki kategorileştirme problemi de göze çarparken, bu sorun; devlet biçimi ile yönetim biçimi arasındaki farklılığın yarattığı “hangisinin devlet biçimi, hangisinin yönetim biçimi olduğu” anlayışındaki karışıklıktan ileri gelmektedir. Yönetim biçimi; Platon ve Aristoteles’ten günümüze kadar gelen ve iktidarın hangi kişi ya da gruplara ait olduğuna işaret edilerek yapılan bir tasnif olurken; devlet biçimi ise modern devlet anlayışının gelişimiyle birlikte 16’ncı yüzyılın sonlarına doğru kullanılarak ortaya çıkan bir tanımlamadır.
Kökeni Antik Yunan’a kadar dayanan cumhuriyet, 16’ncı yüzyıla gelindiğinde bir devlet biçimi olarak şekillenerek modern manadaki “devlet” kavramının tarihsel sürecini tamamlamasıyla olgunlaşmıştır. Yönetim biçimlerinin klişe tasnifi; bir kişi, azlık ve çokluğun paydaş yararını hedefleyen doğru idareler ve bunların sapmaları sonucunda cereyan eden diğer üç yönetimden mütevellittir. Bir kişinin iradesindeki paydaş iyiliğinin hedeflendiği yönetim biçimi monarşiyi inşa ederken; bir kişiden çoğunun, zümre formatındaki kapsamı aristokrasiyi; tüm topluluğun iyiliği adına vatandaşların hepsini bağlayan irade hükmü ise siyasal yönetimi doğurmuştur. Aristoteles’e göre; bu sınıflandırmaya karşın tezahür eden sapmalar, monarşi ya da krallık yönetiminin daha sert bir yapıya dönüşerek tiranlık kimliğine evrimi, aristokrasiden oligarşiye dönüşümü, siyasal yönetiminin de demokrasiye geçişiyle ortaya çıkmaktadır.
Devlet biçimleri, yönetim biçimleri ile bağlantılı bir şekilde yönetim biçimlerinin içeriğini belirleyen mevcut iktidarın taşıdığı ilkeler üzerinden kavramsallaştırılmıştır. J.J. Rousseau, her faaliyetin kaynağı olarak gördüğü iki neden olan edimi belirleyen istenç ile edimi yerine getiren kuvvet arasında bir ayrım yaparken bu ayrımı siyasal bütünle genişletmiştir. Rousseau, siyasal bütünde de mevcut faktörlerin baskın olduğunu vurgulayarak güç ve istencin yasama ve yürütme kimliğiyle tezahür ettiğini belirtirken, egemenlik ve yasama gücünü halka vererek devlet biçiminin cumhuriyet olduğunu ifade etmiştir.
Diğer bir paralel yaklaşım ise E. Kant tarafından dillendirilmiştir. Hükmetme biçimlerinde ikili bir gruplandırma yöntemi geliştiren Kant, devlet şekillerinin birincisi olarak hükümranlık şeklini tanımlarken otokrasi, aristokrasi ve demokrasi kavramlarıyla üç türde sınıflandırmıştır. Kant’ın ikinci tanımlaması ise hükümet şekli üzerine ve teşkilatlanmayı temel alan bir esasa dayanmaktadır. İktidar sahibinin cumhuriyetçi ya da despot olduğu çıkarımını da bu esas üzerinden değerlendiren Kant, cumhuriyetçilikte yürütme gücünün, yasama kuvvetinden ayrı olması gerektiğini belirtmiştir. Dolayısıyla Rousseau, cumhuriyeti bir devlet biçimi, demokrasiyi yönetim biçimi olarak konumlandırırken; Kant, demokrasiyi devlet biçimi, cumhuriyeti ise yönetim biçimi şeklinde değerlendirmiştir.
İki kavramın konuşlandırılmasındaki güçlüğün temel nedenlerinden birisi, cumhuriyet kavramının monarşi rejiminin karşısında bir alternatif olarak düşünülmesinden kaynaklıdır. Cumhuriyet rejiminin monarşi karşısında bir seçenek olabilmesi için monarşiyle aynı zeminde, aynı tasnif düzleminde bulunması gerekmektedir. Aristoteles’in tahayyülündeki yönetim biçimleri sınıflandırmasında cumhuriyet, tartışmalı bir pozisyonda olduğu gibi 19’uncu ve 20’nci yüzyıllardaki siyasal dönüşümler ile birlikte daha da karmaşık bir hal almıştır. Aristoteles’ten beri kullanılan “yönetim biçimleri sınıflandırması” geçerliliğini kaybederken Aristoteles’in tasnifi içerisinde önemli bir yer tutan aristokrasi ve oligarşi tarih sahnesinden silinmiş, demokrasi ise tek meşru yönetim biçimi olarak yeni siyasal sistemlerin momentini oluşturduğu yeni yüzyılla birlikte somut bir rejim biçimi olmaktan çıkarak herhangi bir rejimin değerlendirilmesinde baz alınan başat bir ölçüt haline dönüşmüştür.
Biçim ve Öz İlişkisi
Cevat Okutan’ın Cumhuriyetçi Paradigma Paradigmatik Cumhuriyet adını taşıyan eserinde de cumhuriyet ve demokrasi arasındaki ilişki, “bir biçim ve öz ilişkisi” şeklinde değerlendirilmiştir. Okutan, cumhuriyetin daha ziyade hukuksal bir düzlemde ilişkinin biçimini belirlediğini; demokrasinin ise bu biçimin içeriğini oluşturan değerler bütününü temsil ettiğini belirtmiştir. Okutan’ın cumhuriyet ve demokrasi ilişkisi çerçevesinde, cumhuriyet devlet biçimine, demokrasi ise yönetim biçimine karşılık gelmektedir. Okutan’ın tarihsel bir perspektifle ele aldığı yaklaşıma göre cumhuriyet ve demokrasi arasındaki benzerlik ya da ayrım, özcülükten uzak bir tutum sergilemektedir. Zira cumhuriyet ve demokrasi, uzun bir tarihsel süreç içerisinde yeni manalar kazanarak bir dönüşüm yaşamıştır.
Antikçağ’ın şehir devleti tecrübesinden tezahür eden cumhuriyet ve demokrasi, insanı sadece siyasal topluluk içinde var olabilecek bir canlı olarak kabul ederek egemenliğin (o zamanlar günümüz anlamını taşımasa da) halka ait olduğunu savunan bir paydaşlığa sahiptir. Cumhuriyet ve demokrasi arasındaki benzerlik gibi aralarındaki ayrım da yine Antikçağ’da ortaya çıkmıştır. Keza demokrasi, doğrudan halk iktidarını ifade ederken, cumhuriyet ilke olarak kabul ettiği bu halk iktidarının akıl, erdem ve ortak fayda gibi kavramlarla sınırlandırılmasını esas almaktadır. Bu ayrımın temelinde, cumhuriyetçi düşünce düzlemindeki Aristoteles’in demokrasi eleştirisi yatmaktadır.
Cumhuriyetçi düşünce, erdemin önemi üzerinde ısrarla dururken; bir toplumun ya da liderinin yozlaşması tehlikesi ve böylelikle erdemin bir cumhuriyeti ortadan kaldıracak şekilde bozabileceği kırılganlığını da vurgulamaktadır. Bu periferde iktidarın bir sınırlamaya tabi tutulması, akıl ve erdem esaslı yasa düşüncesini temel almıştır. Bu perspektifle cumhuriyet kavramı; “yasa egemenliğinin meşru olduğu özyönetim biçimi” tanımına karşılık gelmektedir. Cumhuriyet ve demokrasinin yeni yüzyıldaki dönüşümü, siyasal bütün skalasının bölgesel çaptan ülkesel çapa ulaşmasına denk gelmiş; Antikçağ’ın doğrudan demokrasisi, yerini liberal demokrasiye bırakırken cumhuriyet ise ulus-devlet modeliyle kaynaşarak yükselmiştir.
Günümüzün cumhuriyet ve demokrasi tartışmalarında, demokratik ofansifin genellikle liberal, cumhuriyetçi müdafaanın ulusalcı tandanslara dayanması ise bu dönüşümden mütevellit gelişmiştir. Bu bakımdan demokratlar daha ziyade insan hakları, sivil toplum ve çoğulculuk ilkelerini savunurken cumhuriyetçiler ise küreselleşmenin getirdiği konjonktürde cumhuriyetin ve onun ulusal kazanımlarının tehlike altına girdiği tezini ön plana çıkarmaktadır.
Tarih boyunca kavramsal olarak benzerlik ve ayrışımlar üzerinden sıkı bir bağ kuran cumhuriyet ve demokrasi kavramları, yeni yüzyılın siyasal sistemlerinin dinamiğini oluşturmuştur. İki kavramın anlam olarak bu denli birbirine yakın olması, birbirlerini besleyen temel ilkeleri bünyelerinde barındırmaları ve ilkesel olarak taşıdıkları anlamları, birbirleriyle korumalarından kaynaklanmaktadır. Zira demokrasi ile taçlanmayan bir cumhuriyet, gerçek anlamından koparak farklı eğilimlerin manevrası ve iradenin tekelleşmesi deformasyonu neticesinde “seçimli monarşi” gibi başka hüviyetlere de bürünebilmektedir. Dolayısıyla kavramların taşıdığı anlamların yarattığı bu simbiyotik bağ sayesinde cumhuriyet ve demokrasi arasındaki dirsek teması uzun yıllar boyunca devam etmiştir.