Kadın Bedeninin Teoloji Politiği


- BESİM F. DELLALOĞLU
- 11 Ağustos 2022
Kadının neyi, ne zaman, nereye kadar, nasıl yapması ya da yapmamasını vaaz eden erkeklere hangi kesimden olurlarsa olsunlar tahammül edemiyorum. En azından son yıllarda Türkiye’nin meselelerini sıraya dizmek gerektiğinde mutlaka Kadın/Erkek meselesini en başa yazıyorum. Kadın bedeninin bu ülkenin politik teolojisinin üzerine yazıldığı parşömen muamelesi görmesinin ülkenin en önemli meselesi olduğunu düşünüyorum.
Geçen hafta Perspektif’te “Başörtüsüyle Bikini Çağdaştır” başlıklı bir yazı yazmıştım. Aslında yazıyı yazmaya oturduğumda, sonlara doğru “Bu satırların yazarı da sonuç olarak bir erkektir” nevinden bir cümle etrafında bir paragraf ile başörtüsünün de bikininin de kadın bedenine dair kavramlar olduğuna dikkat çekmeyi düşünmüştüm. Ancak yazıyı yazma esnasında bu fikir aklımdan çıkmış. Bu lapsus bile “Bu satırların yazarı da sonuç olarak erkektir” realitesi kapsamında değerlendirilebilir. Yazı Perspektif’te yayınlandıktan sonra eşim Elif Dastarlı tam da bu konuda beni uyardı. Erkeklerin benzer tercihlerinin neden politik tartışmanın konusu olmadıklarını sordu. Haklıydı. Bu da hemen geçmişte yaşadığım bazı tecrübeleri aklıma getirdi. Okumakta olduğunuz yazı işte bu dikkatin bir ürünüdür.
Bu tür şoklar insanın hafızasının sabitelerini biraz da olsun yerinden oynatabiliyor. Benim gözümün önüne hemen 28 Şubat sürecinde yaşadığım bazı sahneler geldi. O zamanlar çalıştığım fakültenin kapısının önünde her sabah başörtülü kadın öğrenciler eylem yaparlardı. Çünkü içeri alınmıyorlardı. Ben de onların önünden utanarak geçerdim. İçlerinde kendi öğrencilerim de olurdu bazen. Yine bir gün kapıdan içeri girerken hemen yanımda bir erkek öğrencimin de giriş yaptığını fark ettim. Vücut dilinden, tutumlarından kapıda bekleyen ve başörtüsü yasağını protesto eden kadın arkadaşlarının durumuna pek de ilgi göstermediği belli oluyordu. Kendisi İslamcı eğilimli bir öğrenciydi. O dönemde çalıştığım fakülte küçük bir kurumdu. Herkes birbirini tanırdı. Sağcısı, solcusu, İslamcısı genelde diyalog halindeydi. Herkes fikrini açıkça ifade edebilirdi. Ben de bu çerçevede söz konusu öğrencimin görüşleri hakkında belli bir kanaate sahiptim. Daha sonra içerde tekrar kendisiyle karşılaşınca sormadan edemedim: “Kapıda bekleyen sınıf arkadaşların hakkında ne düşünüyorsun? Sabah girerken seni gördüm. Tavırların fazla umursamaz gözüktü bana. Sonuç olarak dünyaya çok benzer bir yerden bakıyorsun onlarla.” Bana mealen şöyle cevap verdi: “Ne demek istediğinizi çok iyi anladım. Ama dinim ve devletim benim başımda çelişmiyor. Ama onların başında çelişiyor. Sonuç olarak karar onların. Birinden birini tercih etmek zorundalar. Üzülüyorum elbette ama yapacak fazla bir şey de yok.” Cevabın soğukkanlılığı beni biraz titretmişti doğrusu. Kendi açısından haklıydı bir bakıma. Çünkü onun içeride olabilmesini, başörtülü arkadaşlarının ise dışarıda kalmasını mümkün kılan şey aynı zamanda birlikte dâhil oldukları norm dünyasına içkindi. Yani o erkekti, diğerleri ise kadın. Bu kadar basitti.
28 Şubat günlerinden ikinci anlatacağım tecrübeyi de aslında daha önce yazdım. Bu metin “Utanç” başlığıyla Zamanın İçinden Zamanın Dışından başlıklı kitabımda yer alıyor. Oradan alıntılıyorum: “Bir akşamüzeri okuldan çıkıp, fakültenin otoparkındaki arabama doğru yürüyordum. Hava karanlık değildi. Tam arabanın kapısını açmaya yönelmişken, arabanın arkasında, duvarla araba arasında birinin eğilmiş, durduğunu fark ettim. Birinin orada saklandığını düşündüm. İster istemez o tarafa yönelince, o kişinin peruğunu çıkarıp, başörtüsünü takmakta olan bir öğrencim olduğunu fark ettim. Bir an göz göze geldik. O anı ömrüm oldukça hiç unutmayacağım. Öğrencimin o an başı açıktı. Peruksuz ve başörtüsüz. Ve ben onu ilk kez bu halde görüyordum. Onun tepkisi ise bütün gücüyle, tüm varlığıyla saçlarını kapatmaya çalışmak oldu. Gözlerinden benim bakışım karşısında kendisini çırılçıplak hissettiği anlaşılıyordu. Şaşkınlıkla kafamı çevirdim. Kendimi ölesiye suçlu hissettim. Hemen arabaya binmeye koyuldum. O da başını örtüp uzaklaştı. Daha sonraları öğrencimle derslerde, okulda defalarca karşılaştık. Ama bu konuyu hiç açmadık. Ne zaman bir başörtülü kadın görsem, ne zaman bu mesele açılsa bir yerlerde aklıma hep o gelir. Utanırım.”
Bu da erkek öğrencimin deyimiyle devletini seçen bir öğrencimin yaşamak zorunda olduklarıydı. 28 Şubat sürecinde bazı başörtülü öğrenciler okullarını bırakmak zorunda kaldılar. İmkânı olanlar yurtdışına gitti. Bir dönem örneğin Viyana’da çok fazla başörtülü öğrencim olduğunu hatırlıyorum. Görüştüğüm öğrencilerimden duymuştum. İmkânı olmayanların önemli bir bölümü ise ülkenin ucuz emek gücü ordusuna katıldılar. Ancak aynı kitaba inanan, o inancın siyasallaşmış hali olan İslamcılığın bir parçası olan erkek öğrenciler aynı mağduriyete uğramadılar. Hatta onlardan bazıları bugün ülkeyi yönetiyor belki de.
Bazı başörtülü öğrencilerim ise yukarıdaki örnekte olduğu gibi evlerinden başlarını örterek çıktılar. Okulun etrafındaki bir kuytuda başörtülerini çıkardılar. Peruklarını takıp derslerine, sınavlarına girdiler. Okuldan çıkınca tekrar bir kuytuda bu sefer peruklarını çıkarıp, başörtülerini taktılar ve tekrar hayata karıştılar.
28 Şubat’tan sonra en azından bazı konularda bir daha hiçbir zaman eski ben olmadım, olamadım. Sosyolojik geçmişim, aile kökenim, eğitim tarihimin benim için öngörmüş olabileceği tercih seti dâhilinde bakamadım başörtüsüne artık. Çünkü onları, başörtülü öğrencilerimi öncelikle bir insan olarak gördüm, anladım. Onların yaşadıklarına şahit oldum. Özellikle de otoparka arabamın arkasında bana başı açık yakalanan öğrencimin gözlerinde gördüğüm bakışı hiç unutmadım, unutamadım.
Politik Teolojinin Üzerine Yazıldığı Parşömen
Belki de bu nedenle artık kadın bedeni üzerinden herhangi bir nedenle normatif değerlendirmeler yapan, ahlakçılık taslayan, siyaseten doğruculuk avına çıkan erkeklerden iğreniyorum açıkçası. Mütemadiyen kadının neyi, ne zaman, nereye kadar, nasıl yapması ya da yapmamasını vaaz eden erkeklere hangi kesimden olurlarsa olsunlar tahammül edemiyorum. En azından son yıllarda Türkiye’nin meselelerini sıraya dizmek gerektiğinde mutlaka Kadın/Erkek meselesini en başa yazıyorum. Kadın bedeninin bu ülkenin politik teolojisinin üzerine yazıldığı parşömen muamelesi görmesinin ülkenin en önemli meselesi olduğunu düşünüyorum. Üstelik bu satırların yazarı da, yine bu satırların yazarının eleştirilerinden muaf değildir.
28 Şubat geçmişte kaldı elbette. Birileri bana bunu elbette hatırlatacaktır. Ama bugün bu ülkede yaşamak zorunda kaldıklarımızla, o gün olanlar arasındaki ilişkiselliği anlamadan, çözümlemeden ülkeyi demokratikleştiremeyiz. Ancak asla kötümser değilim. Bu konuda ülkenin belli bir helalleşme yaşadığını, yaşamaya devam ettiğini düşünüyorum. Ülkenin en azından bu konuda göreli olarak olgunlaştığını, özellikle 35 yaş altı Türkiye için bu konunun bir mesele olmaktan çıktığını hissediyorum. Belki en önemlisi ise Cumhuriyet geleneğinin temsilcisi, şimdinin ana muhalefetinin lideri Bay Kemal’in bu konudaki tutumu. Bu konuda samimi olduğunu düşünüyorum.
Nereden başladım, nereye geldim. En dağınık yazılarımdan birini yazdığımın farkındayım. Ama insan kendi hafızasına, tecrübelerine dalınca hemen öznelleşiveriyor. Bilinç akışı dedikleri de böyle bir şey olsa gerek! Ama diğer yandan da Tanpınar’ın dediği gibi: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânı vermiyor.” Yani Jameson’un deyimiyle bu ülkenin ulusal alegorisi de bu. Sonuçta kendi hafızalarımızın, tecrübelerimizin ufkunu bile bu belirliyor.

BESİM F. DELLALOĞLU
