Kadir Hocanın Ardından

Kadir Cangızbay, önce üniversiteden, sonra yazmaktan, en sonunda da hayattan çekildi. Üniversite’de, yazarken ve yaşarken olabildiğince sert bir tutumu benimsedi; böylece neye tahammül edemediğini anlatmak istiyordu. Sayı fazla, derman azdı.

kadir cangızbay

Perspektif’te neredeyse “resmî obitüer yazarı”na dönüştüğümün farkındayım ama bunda benim bir kabahatim yok. Şu son yılların toplumsal ve siyasal uğursuzluğu, bir yığın insanı hasta etti veya aramızdan aldı. Ruhsal ezilmişliği tescil eden, maddî kayıblar yaşadık. Yaşça küçük olmama rağmen,  Hoca’dan önce emekli oldum, mekânlarımız ayrıldı, zaman içerisinde ilişkimiz giderek koptu. Yıllarca önce vefat eden Mehmet Küçük’ün geçimsizliğine dair söylediğim şeyler yüzünden bazı insanlar bana hâlâ kızgın ama öyleydi –bu insanların benim kadar Mehmet’i sevdiğini ve tanıdığını hiç zannetmiyorum ayrıca. Bu suç değil, bir kişilik özelliği. Şimdi söyliyeceğim şey, muhtemelen bazılarına iyi gelmeyecek ama Hoca’yla birlikte olmak, birlikte iş yapmak bir hayli zordu (hemen söyliyeyim: Hoca’nın asistanıydım, bu kenardan yapılan bir gözlem değil yani). Kendi ruh hâlini herşeyin üzerinde tutardı ve bundan hiç vazgeçmedi. Sevmek ve sevilmek bahsinde, sınırı kendisine kadar bir verimliliğin sahibiydi. Başkalarına yönelik tutumunda bunun izlerini tesbit etmek güç değildi. Birgün gazetesinde yazmayı bıraktıktan sonra, kızgınlığını nereye ve nasıl yöneltti bilmiyorum. Sadece bayramlarla sınırlı hâl hatır sormalarımız bir müddet sonra nihayete ermişti. 

 

Asistanlığa başladığım gün Kadir Hoca odasında yoktu, sordum, aşağıda olduğunu söylediler. Fakülte’nin girişinde 1966 (?) model bir Mercedes’in altında buldum, takozla çıktı, her tarafı mazot, yağ ve siyah küçük lekelerle kaplanmış işçi tulumuyla önce tanıyamadım. “Hoş geldin” deyip, tutmam için bir pense uzattı. Yaklaşık bir saat tamiratın bitmesini bekledim; bitmedi. “Bu bitmez” diye söylenerek çalışmayı durdurdu. Birlikte ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği Bektaş’ın lokantasına gittik. Sonraki yıllarda bunun normal kaldığını söyliyebileceğim başka bir yığın tuhaflıklarına şahit oldum. Hiç bitmezdi zaten. Hayatla arasındaki ilişkiyi kuran bu tuhaflıklarıydı; oradan türettiği enerjiyle yaşıyordu. Evlenmeden önce, sabah fakülteye erken gelenleri Sümerbank pijamalarıyla karşıladığı olmuştur. Kendini iyi hissettiği zamanlarda üniversite onun eviydi çünkü. Oraya bir iş yeri olarak bakmadı hiç. Kadir Gecesi doğmuştu. “Mazmaza, istinşak, cümle bedeni yıkamak” pratiğine bağlı kaldı. Sahici bulduğu şeyler arasında din ve dindarlar da vardı ama radikal din eleştirisinden hiç vazgeçmedi. Dindarların bir kısmına karşı öfkesini kusmaktan da beri durmazdı. 

 

Hakkındaki söylentilere uygun bir insan olduğunu düşündüm. Şöyle anlatmışlardı: sıra dışı, hümanist ve mütevazi. Aklı başında her insan gibi insanlık idealine bağlıydı ama somut insanlardan bu bağlılığı esirgemekten yanaydı. Yıllar içerisinde nefretle dolduğu ânlara da tanık oldum, büyük öfkelerine de. Hayatının bir döneminde babasız büyümüştü, bildiğim kadarıyla çok eşi dostu veya akrabası yoktu. Saint Joseph’liydi, bundan hep övgüyle söz ederdi ama bir keresinde, okulun kişiliklerini ezdiğini ve yeniden tasarladığını söyledi. Bu tür biçimlendirmelerin duyarlık eşiği yüksek insanları daha çok hırpaladığını da belirterek. Günün sonunda, büyük Fransız Ulusu’nun en azından kültürel ve dilsel bir mensubu olmaktan gurur duyardı. (Sosyolojiye Giriş dersi sınavlarında çoktan seçmeli sorularından bir tanesi şöyledir: Aşağıdaki markalardan hangisi otomobil fikrini tam karşılamaktadır? A, B, C ve D seçenekleri Amerikan ve Alman arabalarına ayrılmıştır, doğru cevab E) Citroen’dir). Bu toprakları ve bu toprakların tadlarını ayrı beğenirdi. Fransızca’ya bağlıydı ama Türkçe’nin de yılmaz bir savunucusu oldu. Dille ilgili gayet güzel yazıları mevcuttur. Yabancı dille eğitim yapan kurumlara karşı radikal bir muhalifliği vardı. Çekoslavakya’da Rusça öğrenmenin gayrî ahlakî oportünizmini vurgular ve Türkiye’de (güzelim Fransızca varken) İngilizce öğrenilmesinin ve öğretilmesinin aynı anlama geldiğini belirtirdi (anlamı buraya yazmaktan hicab ettim). Bu görüşünden asla vazgeçmedi. Sıkı durun: ODTÜ ve Boğaziçi gibi üniversitelerin devlet eliyle, sosyalizmi baltalamak üzere kurulan eğitim müesseseleri olduğu konusundaki kanaatini her yerde ve yüksek sesle dile getirdi. Bu üniversitelerin küçük burjuva radikalizmlerini hep kuşkulu bir siyasetin ifadesi olarak alırdı. 

 

Eski usûl bir hocaydı. Öyle planlar programlar yapmak, derslere hazırlanmak vs. gibi alışkanlıkları yoktu. Sonraları bu kredi, ders içeriği vs. gibi işleri hep başkaları yaptı. Hoca’nın kuşağının neredeyse fiziken dışlandığı yeni bir üniversite formatı geliştirilmekteydi ve orada o ve onun gibiler için nefes alma imkânı sınırlıydı. Belli bir teorik çerçevesi vardı; dersleri bu çerçevenin içini doldurmak için bir labaratuar olarak kullanırdı ve aslında anlattığı şeyler kendisi içindi. Konuşmaları belli bir problematiğin etrafında gelişirdi ve bu problematiği mümkün olduğu kadar görünür ve anlaşılır kılmayı amaçlardı. Sosyolojinin bilimsel önceliğine inancı tamdı. Ancak sosyoloji diğer bilim dallarının kendilerinden bile esirgediği bütünlük fikrine ulaşma konusunda bir kaygı duymaktaydı. Diğer bilimler, kendi meşruiyetlerine ve teorik nesnelerine gömülü yaşadıklarından, sosyoloji fakültesine götürülerek faydalı kılınabilirlerdi. Koca koca adamların, “metodla tekniği” bir sayan tutumlarına hayret eder, metod yerine, “bilimsel araştırma teknikleri”ni okutan yaklaşımlarından da tıpkı hocası Doğan Ergun gibi nefret ederdi (gerçekten nefret: Hoca duygularını en yukarıdan ifade etmeye bayılırdı çünkü). Tarihsel boyutun (“sosyoloji tarihi” değil) marjinalize edildiğini düşündüğü strüktüralizm, pozitivizm ve işlevselcilik gibi yaklaşımlara kuşkuyla baktı. 

 

Mesela “Çatışmacı Teoriler” diye bir başlığa önce kasıklarını tutuncaya kadar güler, sonra da, teorinin nasıl çatışmaya karşı kayıdsız kalabileceğine dair sinizmini zengin örneklerle sürdürür,  teorik olanın kendisini çatışmaya baktı diye ödüllendirebildiği bilimsel sefalete söverdi. Georges Gurvitch’in bilginin toplumsal ve tarihsel bağlamını öne çıkaran, diyalektiği bir aparatus olarak değil, bir süreç olarak değerlendiren görüşlerinden etkilenmişti (Gurvitch’ten sanırım Doğan Ergun aracılığıyla haberdar oldu). Ancak belirtmeliyim ki bu etkilenme Gurvitch’in sadece kendi çerçevesine sunduğu katkılarla sınırlıydı. Üniversite kütüphanesinde, Philip Bosserman’ın Dialectical Sociology: An Analysis of the Sociology of Georges Gurvitch [Diyalektik Sosyoloji: Georges Gurvitch Sosyolojisinin Bir Analizi] bulduğumda, kitabı okumadığını, hatta görmediğini söyledi açık yüreklilikle. Bir çok şeyi bilmeyi değil, bir şeyi iyi bilmeyi tercih ettiğini söyler, “sefil asistanların” ilgilerini “bunlar malumatfuruşluk” yargısıyla karşılardı. Dogmatizminde tutarlıydı, sanırım C. W. Mills’in Sosyolojik Tahayyül dışında değer vererek okuduğu başka bir bağlama ait metin yok denecek kadar azdı.* 

 

Özyönetim, sosyalizmin verili pratik sorunlarına karşı bütünüyle olmasa bile, kısmen bir çözüm getirmekteydi. Ben tanıdığımda ANAP onun için felâket anlamına geliyordu; sonraları AKP, bu işlevi yerine getirdi. Kimlik politikalarını, uygarlık eşiğinin altına düşmekle özdeşleştirirdi. İnsan kendisini tarihselden ve toplumsaldan önce, biyolojik yahut örfî bir veriyle tanımlıyordu. Fakat böyle yapıldığında, Türkiye’de siyasetin dinamizmini kavraması giderek daha zorlaştı sanki.   

 

Hoca önce üniversiteden, sonra yazmaktan, sonra da hayattan çekildi. Gittiği yerde umarım, kendisini kızdıracak bir sürprizle karşılaşmaz. “Varsa, benim gibi kendisiyle yarışan bir kulundan ötürü mutluluk duymalı ve beni anlayışla karşılamalı” derdi. Şimdi biz ölümlülerin onu anlayışla sakinleştiremediğimiz ânları geri getirmek için çok geç. Bir sürü başka şey için de geç. Bir yerlerde kaybettiğimiz savaşı, kazanabilme ihtimali hiç yok, belki de hiç olmadı. Bir ömrü çaresizlik olarak yaşamak nicedir, nasıldır? Kötü olmalı; bu insanı da bir miktar kötü yapabilecek bir gerçekliktir. Ümid edelim, bizden sonra gelenler hiç olmazsa çâresizliği bizimle aynı düzeyde bir şiddetle yaşamazlar.

 

__

*Sosyolojiyi başkalarından değil, ondan öğrenmek gerektiğine bütün kalbiyle inanırdı. Derslerde kendisinden bir üçüncü kişi sıfatıyla bahseder ve “görüşlerini” sıralardı. “Yazdıklarımızın dipnotlarında da varız” sevdiği cümlelerdendi. Fakülte’de Barlas Tolan, Levent Köker, Belma Tokuroğlu ve Kadir Hoca’yla birlikte sahip olduğumuz güzel günlerin vazgeçilmez siması, aramızdan bir hayli erken bir tarihte ayrılan Erkan Akın, bir Siyaset Bilimi sınavında, “Kadrocuların siyasî görüşlerini yazınız” diye bir soru sormuş; bir öğrenci de, Kadrocuların siyasî görüşlerini bildiği forma çevirerek, Kadir Hocaların siyasî görüşleri başlığa altında sıralamıştı.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.