Kahraman Şerif
Kahraman Şerif filmi; sanatçı, aydın ve devlet görevlilerinin cadı avına kurban edildiği bir dönemde, yapılan haksızlıklara karşı Amerikan kamuoyunun, kurumlarının ve toplumunun sessizliğine bir tepkidir. İnsanların ulu orta hoyratça ve nobranca muameleye tabi tutulması ve yalnızlığa itilmesinin alegorisidir adeta.
Kasabası, şerifi, atları ve haydutları ile klasik bir western filmi olan Kahraman Şerif, kısa bir sürede çekilmesine ve düşük bir bütçe ile kotarılmasına karşın sinemaseverin coşkulu beğenisiyle karşılaşmış ve hasılat rekorları kırmıştır. Avrupalı eleştirmenlerce övgüye boğulan film, western türüne saygınlık getirdiği gibi kendisinden sonra ciddi ve alt metni dolu olan westernlerin de yolunu açmıştır. Bilindiği gibi westernler Amerikan sinemasına özgü bir tür olarak doğmasına ve uzun yıllar Amerikan sinemasına özgü bir tür olarak kalmasına karşın dünya sinemaseverlerinin yoğun ilgisiyle karşılaşır. Yerel vasfı baskın, tarihsel ve coğrafi sınırları daraltılmış bir dönemi ve bölgeyi anlatmasına karşın western filmlerinin tüm dünyada beğeniyle izlenmesi ve insanların bu filmleri izlerken hiç yabancılık çekmemeleri dikkate değerdir. Bu filmler nihayetinde Amerikan toplumunun tarihinde yaşanan ve diğer toplumların tecrübe edemeyeceği özel koşulları olan bir dönemi anlatmaktadır. Yine bu filmlerde, diğer toplumlarca onaylanmasını düşünemeyeceğimiz Kızılderili katliamlarını olağanlaştıran beyaz ve ırkçı tavrın dik âlâsı sergilenmektedir. Öyleyse şu soruyu cevaplamak kaçınılmaz hale gelir:
Kovboy Filmlerini Neden Severiz?
Western filmleri öncelikle bir kahraman anlatısının egemen olduğu filmlerdir. Kahramanımız geçit vermeyen dağlar, kızgın çöller, tekinsiz vadiler ve coşkun ırmaklar gibi tabii engellerin yanı sıra kanun kaçakları, azılı katiller ve toplumu haraca bağlayan çeteler gibi sosyal engellerle de çoğunlukla tek başlarına mücadele ederler. Kahraman genelde isteyerek veya öncülük ederek maceraya atılmaz, mit ve destanlardaki söylencelere uygun bir şekilde kaçınmasına ve istememesine rağmen kapana kıstırılır ve adeta maceraya sürüklenir.
Sürüklendiği bu macerada kahramanımız, kendi gücünü katbekat aşan rakiplerine karşı tüm varlığını özveri ve cesaretle ortaya koyar. Sosyal ve doğadan kaynaklı sınırlamaların yanı sıra kendi psikolojik sınırlamalarıyla da mücadele eder ve kendi zaaflarının da üstesinden gelir. Rekabet kontrol dışı ve sonucu bilinmezlerle doludur. Zaten kahraman da ortamın belirsizliğinden ve tehdidin büyüklüğünden doğmaz mı? Oysa modern hayatta macera ve rekabet, tarafların birbirlerine başarılar dilediği, galip gelecek tarafın az çok tahmin edilebildiği, mücadele öncesi ve sonrasının ortak bir konvansiyonel alana tekabül ettiği bir oyun sahası gibi değil midir?
Kahraman anlatısı dışında, devletin ve kanunun uzaklarda olması, herkesin silah taşıması, bireyci karakterleri, vahşi doğanının sinematografik ve panoramik güzelliği bu filmleri cazip kılan temel unsurlardır. İyi ve kötü karakterlerin birbirinden tamamen ayrışması, mahkeme salonlarının koridorlarında kaybolan adaletin ilk ve tez elden sağlanması, sarsılan istikrar ve düzenin muhakkak kötülerin cezalandırılarak yeniden kurulması gibi seyircilerin kolayca anlayacağı ve tav olacağı yalın konuları, bir başka cazibe kaynağıdır.
Bu filmler kendi iç çelişkilerinden muzdarip, kompleks ve komplike ilişkiler ağında kaybolmayan bir toplum ve insan anlatısıyla, tüm toplumların öncesinde var olan en ilkel ve en saf insan doğasına seslenir. Böylece farklı kültürel topluluklarda aynı etki ve aynı hayranlığı yaratmaya devam ettiklerinden bu filmleri çok severiz.
McCarthycilik ve Ortak Utanca Sürüklenen Kitleler
Mevcut uluslararası güç dengesinin dumura uğradığı, etkin çalışmadığı ve sisteme yönelen tehditleri bertaraf edemediği durumda, yeni güç dengesi oluşuncaya kadar yeryüzünde istikrarsızlıklar baş gösterir. Ülkeler, oluşacak yeni güç sisteminde etkin olmayı, koşulları kendi lehlerine düzeltmeyi, bunlar olamayacaksa da yeni güç dengesinden en az zararla kurtulmayı ulusal öncelikleri haline getirirler. Böyle zamanlarda ülkeler güçlerini konsolide etme adına ulusal güvenliklerinin tehlikede olduğunu belirterek dış tehdit unsurlarını oldukça abartma eğiliminde oldukları gibi, çoğulculuğun gereği olan farklı sesleri de kesmeye ve kısmaya çalışırlar.
Böyle bir sürecin ekonomik olarak yeterince gelişmemiş, toplumsal çeşitliliğin ve çoğulculuğun artmadığı, demokratik değerlerin yeterince kök salmadığı, ülke savunması ve toprak bütünlüğü ile ilgili endişeleri olan gelişmemiş veya az gelişmiş ülkelere has bir süreç olduğunu düşünüyorsanız, kesinlikle yanılırsınız.
1950 yılında ABD senatörü J. McCarthy, elinde Ruslara çalışan 205 kişilik bir ABD memurlar listesi olduğunu söyleyerek kamuoyunun karşısına çıktı. Başkanlığını yürüttüğü Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nde hiçbir delile dayanmadan ve insanların masumluğu prensibi gözetilmeden, listeler üzerinden insanlar komünist hatta “komünist duygudaşı” (artık ne anlama geliyorsa) olmakla suçlandı. Soğuk Savaş’ın ve yeni kurulmaya çalışılan uluslararası güç dengesindeki iki süper gücün rekabeti karşısında, ABD güvenlik ve adalet sisteminin bu yapılanlara teşne tavrı, işi iyice çığırından çıkardı. Esen rüzgârı arkasına aldığını ve zamanın ruhunu yakaladığını hisseden, hırsları kabiliyetini aşan bu şarlatan, kendisi gibi düşünmeyen bazı aydın, düşünür, sanatçı ve devlet adamlarını dış güçlerle beraber hareket eden unsurlar olarak suçlayıp bunların cehalet ve hıyanet içinde oldukları algısını kamuoyuna hâkim kılmaya çalıştı.
Komünizm ve Rus ajanlığı paranoyası tüm ülke sathına yayılarak adeta cadı avı başlatıldı. Sorgulanan ve gazete manşetlerine taşınan insanlar itibarsızlaştırılarak işsizliğe, açlığa ve intihara sürüklendi. Demokratik teamül ve kurumlara karşın koca ABD toplumu, oluşturulan histeri ortamına teslim olup yapılan bu haksızlıklara seyirci kalarak ses çıkarmadı. Tüm dünyanın ve ABD’nin en ünlü ve en çok para kazanan sanatçısı Şarlo bile oluşturulan bu kötülük atmosferinden ürktü ve Avrupa’ya yerleşti. Yeri gelmişken belirtmek gerekirse, bizde ve başka ülkelerde zamanın ruhuna yaslanıp güçlü olmayı haklı olma ile bir sayan ve ABD toplumuna cinnet yaşatan McCarthy’nin müdavimlerinin bırakacağı yegâne miras, toplumlarının tamamına sinen utanç duygusudur. Toz bulutu kalkıp ortalığı kaplayan sis dağılınca, ithamlarının mesnetsizliği ve yaptıkları haksızlıkların bilançosu apaçık ve çırılçıplak ortaya serilir. Kollektif utanç duygusu çekilmez bir hal alır ve sonraki nesilleri özür dilemek zorunda bırakır. Nitekim Almanya başta olmak üzere diğer ülkelerde ve bizde de başbakanlar, bir önceki kuşakların yaptıklarından hicap duymuş ve özür dilemişlerdir.
Tek Başına Cesur ve Onurlu Bir Adam
1952 yılında McCarthyciliğin ABD’yi teslim aldığı ve herkesin olanca haksızlığa sessiz kaldığı bir ortamda Kahraman Şerif filmi vizyona girer. Film, klasik trajedinin üçlü unsuru olan zaman, mekân ve tema birliğini mükemmele yakın uygular. Filmin süresi ve anlattığı zaman dilimi nerdeyse birbirine eşittir. Sürenin aynılığı filmin gerilimini artırdığı gibi filme olan ilgimizi de canlı tutar. Filme asıl rengini veren yönetmenden ziyade senarist ve yapımcı Carl Foreman olur. Kendisi çok da politik olmayan western film türünden politik alt metni ve mesajı çok güçlü bir film yapar. Film; sanatçı, aydın ve devlet görevlilerinin cadı avına kurban edildiği bir dönemde, yapılan haksızlıklara karşı Amerikan kamuoyunun, kurumlarının ve toplumunun sessizliğine bir tepkidir. İnsanların ulu orta hoyratça ve nobranca muameleye tabi tutulması ve yalnızlığa itilmesinin alegorisidir adeta. Nitekim yapımcı ve senarist Carl Foreman’ın dikkatli davranarak şerif rolünü anti-komünistliğiyle ünlü Gary Cooper’a vermesine karşın filmin mesajı açığa çıkar ve kendisi film vizyona girmeden ABD’yi terk etmek zorunda kalır.
Film, Şerif Will Kane’in düğün sahnesi ile başlar. Konuşulanlardan Şerif’in yıllardır kasabada görev yapıp artık emekliye ayrıldığını ve başka bir kasabaya yerleşerek çiftçilik yapacağını öğreniriz. Yine kasabaya yaptığı hizmetlerden dolayı kasabalılarca çok sevildiğini, çevresinin sevenleri ve dostlarıyla sımsıkı sarıldığını görürüz. Düğün günü gelmesi gereken yeni şerif gecikmiştir, ancak dostları ve yargıç planlandığı gibi rozetini Kane’den alarak eşiyle beraber yola çıkmalarını isterler. Tam da bu esnada bir haberci, yıllar önce kasabanın huzurunu bozan ve cinayet işlediği için Şerif tarafından derdest edilip idama mahkûm ettirilen azılı haydut Frank Miller’ın serbest bırakıldığını ve kasabaya 12 treniyle intikam almaya geleceği haberini verir. Trenin gelmesine henüz 1,5 saat vardır. Düğüne katılan dostları ve şeriflik rozetini teslim alan yargıç, Kane’in olayı kavramasına müsaade etmeden onu bekleyen aracına bindirip eşiyle kasabadan çıkmasını sağlarlar. Ancak yola çıkan ve olayın şokunu atlatarak düşünmeye başlayan Kane, kaçmayı onuruna yediremez. Kararlı bir şekilde eşine, “Ben bu zaman kadar kimseden kaçmadım. Üzgünüm Amy…” diyerek kasabaya geri döner. Dönerken azılı haydudu ve çetesini kasabada ve kasabalıların yardımı ile haklama niyetindedir. Ancak işler umduğu gibi gitmez.
Yargıç, haydudu serbest bırakan adalet sistemini topa tutarak kasabayı terk eder. Artık kasabayı korku teslim almıştır ve korkusuyla yüzleşemeyen herkesin yardım etmemek için makul bir bahanesi vardır: Eşi, geri döndüğü için kendisini yeterince sevmediğini; yardımcısı, kendisini şerifliğe seçtirmediğini; daimi destekçisi olan eski kanun adamı yaşlılığını; kiliseye giderek yardım istediği papaz inancı gereği öldürmeye karşı olduğunu; kilise cemaatinden ileri gelen biri, çatışmanın gelişen kasaba ekonomisine zarar vereceğini öne sürerek ona yardım etmekten kaçınır. Yine çok yakın çevresinden bizzat haber verip yardım isteyeceği arkadaşlarından birisi korkusundan saklanarak evde olmadığını acemi bir şekilde karısına söyletir, diğeri teklifi kabul eder ve Şerif’in bürosuna gelir ancak hiç kimsenin yardıma gelmediğini görünce çocuklarının küçük olduğunu ve onlara bakacak kimsesi olmadığını söyleyerek rozeti bırakıp büroyu terk eder. Koca kasabada (koca Amerika’da) herkes korkar, geri çekilir ve Şerif’e yardım etmekten kaçınır. Böylece Şerif tek başına ve yapayalnız bir şekilde 4’lü çeteyle hesaplaşmak üzere saat tam 12’de yavaş yavaş kasaba meydanına doğru endişeli ama kararlı adımlarla yürür…
Sonuç? Sonuç o kadar önemli mi? Bizi, diğer insanlardan farklılaştıran ve yücelten ana unsur hayatta aldığımız sonuçlar değil, olaylar karşısındaki tutum ve tercihlerimizdir. Bizler, yaptığımız seçimlerden sorumluyuz; bizi, biz yapan yegâne değer budur. Varsın tarihçiler ve sosyologlar da sonuçları tartışsın.
Evet, Mordor diyarındaki korku dağlarının gücü, kendinden değil, ona ilişkin korkularımızın toplamından oluşur. Bizler korktuğumuz oranda o, güç devşirip berkitecek, yine bizler ona boyun eğmedikçe bu ürkünç heyula parçalanıp yok olacaktır.