Kanonik Okuryazarlık


- BESİM F. DELLALOĞLU
- 26 Mayıs 2022
Doğu/Batı, ilerici/gerici, yerli/yabancı ayrımlarının bu kadar güçlü olduğu bir kültürel ortamda kanonik bir okuryazarlığın yeşermesi hiç de kolay değil. Bu ayrımlar bir yandan okuryazarların zihinlerini teslim alıp, idrak seviyelerini düşürürken; diğer yandan da fikri bir kamunun oluşmasını engelliyor ya da en azından bu kamuyu daraltan bir işlev görüyor.
Bugün artık tıp dünyası iyi beslenmenin çok çeşitli beslenme kaynaklarından yararlanarak gerçekleştirilen beslenme olduğu konusunda genel olarak hemfikir. Menemen çok lezzetlidir, ancak sadece menemenle bir ömür geçmez. Pastırmalı kuru fasulye müthiş bir yemektir, ama sadece onu yiyerek sağlıklı beslenmeniz mümkün değildir. Konuyu daha soyutlayıp aynı şeyi besin grupları için de tekrar edebiliriz. Sadece karbonhidratla ya da sadece vitaminle beslenmek sağlıklı değildir. Sofranızda bütün gıdaların makul bir oranda temsil edilmesi gerekir.
Bedensel beslenme için çizmeye çalıştığım çerçeve aslında zihinsel, kültürel beslenme için de büyük ölçüde geçerlidir. Marx elbette çok büyük bir filozoftur ancak sadece Marx okuyarak kültürel inşanızı tamamlayamazsınız. Dostoyevski büyük bir yazardır, ama sadece Dostoyevski okumak sizi hep biraz eksik bırakabilir. Nazım Hikmet büyük şairdir ancak şiir dendiğinde Nazım’dan başka ikinci bir ismi bilmiyor olmak, kişinin poetik beslenmesinin yeterli olduğu anlamına gelmez. Aliya İzzetbegoviç önemli bir düşünür olabilir ama bir kariyer, bir ömür Aliya okumakla, konuşmakla, yazmakla geçmemelidir.
Ulus, halk, toplum, birey gibi günümüzün meta kavramları sadece siyaseten ya da sosyolojik olarak vücuda gelmemişlerdir. Bunların hepsi aynı zamanda kültürel inşalardır. İngiliz olmanın kuşaklarıdır Shakespeare okumakla bir ilgisi vardır. Alman olmak en azından bir Goethe şiirini ezberden okumayı da içerir. Modernliğin tarihi bize poetik kanon olmadan politik kanon olmayacağını kanıtlıyor.
Politik Merkezileşme ve Tek Biçimlenme
Avrupa’nın modern tarihi politik merkezileşmenin ve tek biçimlenmenin tarihidir de. Her ne kadar bizler onu çoğu zaman farklı bir biçimde okuma eğiliminde olsak da. Merkezileşme ve tek biçimlenme, politik coğrafya birimlerinin genişlemesi ve o coğrafyalarda yaşayan insanların birbirlerine benzer haline gelmesidir aslında. Avrupa’nın şansı bunun göreli olarak kısık ateşte gerçekleşmiş olmasıdır. Avrupa’da zorunlu modern maarif gündeme geldiğinde bunun arkasında en azından üç asırlık bir kanonik kültürel müfredat vardı. İngiliz çocukları 19’uncu yüzyılda zorunlu olarak mektebe gitmeye başladıklarında Shakespeare topluma belli ölçüde nüfuz etmişti.
Modernleşme toplumlarında ise kültürel inşa wok’ta harlı ateşte gerçekleşmiş gibidir. Hız, şekil her zaman içerikten; nicelik genellikle nitelikten daha önemli olmuştur. Ancak modernleşme toplumlarının en önemli şansızlığı zorunlu maarifle kanonik müfredat arasındaki tarihsel mesafenin en azından Avrupa kadar olmamasıdır. Aynı meseleyi zorunlu maarifle kültürel kamunun gelişmişliği açısından da ele alabiliriz. Bu nedenle bu tip toplumlarda kanonik bir müfredata dayalı, geniş spektrumlu ve çeşitli bir kültürel inşa yeterince mümkün olamamıştır. Daha önce ifade ettiğim meta kavramlara dönersem, modernleşme toplumlarında ulusun, halkın, toplumun, bireyin hep biraz “gardıropvari” olmasının en önemli nedeni budur. Bunun için Türkçede “sosyete” kavramı bile bize çok şey anlatabilir. “Sosyete” Fransızca toplum demektir ama Türkçede toplum anlamına gelmez, gardırobu şık ve zengin insanlar anlamına gelir. Bir bakıma kanonik bir okuryazarlığın yaygınlaşmadığı yerde bu tip meta kavramlar hep biraz hipotetik kalır, yeterince reelleşemez.
Gelelim Türkiye’deki cari duruma. Pespektif’te geçen hafta yazdığım “Eyyamcı Okuryazarlık” başlıklı yazıda da belirttiğim gibi, eyyamcı okuryazarlık kavramına bu topraklardaki okuryazarlık kültürünü kanonik okuryazarlıktan ayırt edebilmek için ihtiyaç duydum. Bu aynı zamanda okuryazarlığın bir türlü sivilleşememesini de açıklayabiliyor. Üstelik iki farklı açıdan: Birincisi gündelik siyasetten, ikincisi mesleki uzmanlıktan.
Fikri Kamunun Cepheleşmesi
Aslında Doğu/Batı, ilerici/gerici, yerli/yabancı ayrımlarının bu kadar güçlü olduğu bir kültürel ortamda kanonik bir okuryazarlığın yeşermesi hiç de kolay değil. Bu ayrımlar bir yandan okuryazarların zihinlerini teslim alıp, idrak seviyelerini düşürürken; diğer yandan da fikri bir kamunun oluşmasını engelliyor ya da en azından bu kamuyu daraltan bir işlev görüyor. Bu tutum ve ortam, meseleleri geniş bir açıdan ele almayı imkânsız hale getiriyor. Daha önceki bazı yazılarımda kullandığım “paralel kamular” kavramsallaştırması da aslında mantığını bu realiteden alıyor. Bir toplumda fikri kamunun fazla cepheleşmiş olması, kanonik kültürel beslenme imkânlarının önündeki en önemli engeldir. Yazının başındaki sofra mecazına dönersem belki şöyle diyebilirim: Bu topraklarda birileri sadece lahmacun, diğerleri ise sadece karidesle besleniyor. Üstelik bunu büyük bir marifet sanıyorlar. Tercihlerini rasyonalize etmek için inanılmaz argümanları da yok değil. Oysa bu asla nitelikli bir menü ya da müfredat değil. Çünkü okuma, kültürel beslenme, etkilenme, referans alma ufku dar olanın idrak ufku da daralır. İdrak ufkunun daralması ise nitelikli zihni üretimin önündeki en önemli engeldir. Bu tıpkı tek yönlü beslenmenin sağlık için iyi bir yol olmamasına benzer.
İyi/kötü, doğru/yanlış, güzel/çirkin gibi ikilemler Doğu/Batı, ilerici/gerici, yerli/yabancı gibi ikilemlerden çok daha ufuk açıcı, üretken ve niteliklidir. Mekânda Doğu/Batı neyse, zamanda da ilerici/gerici aynı şeydir. Bir insanın kendi ilkeleri, değerleri, fikirleri, analizleri olursa mevcut egemen ikilemlere kendini mahkûm hissetmez. Kendi doğru/yanlış algoritmasını inşa etmeye muktedir olur. Nitelikli bir okuryazarlık, kendini içinde bulduğu kültürel mahallin verili ikilemlerine hapsetmez. Ama elbette, bütün bunların mümkün olabilmesi için bile okuryazarlığın kanonikleşebilmesi gerekir.
Kültürel İnşa Çeşitliliğe Muhtaçtır
Diğer bir boyut ise okuryazarlığın fazla mesleki ve uzmanlık yoğun olmasıdır. Siyasete, ideolojiye ve uzmanlığa saygı duymakla birlikte nitelikli bir kültürel inşanın çeşitliliğe muhtaç olduğunun altını çizmem gerekir. Örneğin doktora yeterlilik sınavında alanın kanonundan sorumlu olmaktansa tezinde ne çalışacağını anlatmasının yeteceğini bilen bir aday asla alanın kanonuna hâkim olma zorunluluğu hissetmeyecektir. Bu da tıpkı bedenin bir organını tedavi ederken üç organına zarar veren hekimlere benzer. Çünkü bu tip hekimlik insan bedeninin bütününü uzun zamandır hesap etmemektedir zaten. Bedenin psişik aygıtla olan ilişkisi zaten hak getire! Bu tip durumlarda şu soruyu sormak geliyor hep aklıma: Bu şahıs tıp hekimi mi, yoksa sadece karaciğer hekimi mi? Aynı soruyu sosyolojiye tercüme edeyim: Bu kişi Weber uzmanı mı, yoksa sosyolog mu?
Geçenlerde çok eski bir arkadaşımla karşılaştım. Yıllar önce beraber turist rehberliği yapmıştık. 80’lerin ikinci yarısı ve 90’ların başında. Hafızasında kalan bir ortak yaşanmışlığı benimle paylaştı. Rehberlikte, gezdirdiğiniz turistlere Kapalı Çarşı’da serbest zaman vermek âdettendir. Bu sayede de rehberin yaklaşık iki saatlik kendine ayırabileceği bir vakti olur. Arkadaşımın tespitlerine göre ben bu boş zamanı genlikle Cağaloğlu’ndaki kitapçıları dolaşarak geçirirmişim. Hep elimde satın aldığım birkaç kitapla dönermişim. Hatta bir seferinde elimde Diyanet Vakfı kitapçısının poşetini görmüş ve biraz şaşırmış. Benden aldığım kitapları göstermemi rica etmiş. Ben de göstermişim. Kitapları görünce bana sormuş: “Bu muhafazakâr kitapları neden okuyorsun? Sen seküler, solcu bir adamsın.” Ben de ona şöyle cevap vermişim: “Yazarları sadece siyasi görüşlerine göre değil, aynı zamanda metinlerinin kalitesine göre de sınıflandırmak lazım.”
Kanonik okuryazarlık bazen çok farklı yayınevlerinin kitaplarını, çok farklı kitapçılardan satın alabilmeyi içerir. İdefix’in de Kitapyurdu’nun da müşterisi olabilmeyi gerektirebilir. Hem Muhafazakâr Düşünce dergisinde hem de cogito’da okumaya değer makale bulabilmeyi talep eder. Hem Murat Belge’den hem Dücane Cündioğlu’ndan öğrenebilmeye yönlendirir. Kanonik okuryazarlık “ya/ya da”cılıktan çok “hem/hem”ciliktir.
Bu arada şu anda elimde okumakta olduğum iki kitap var. Biri İsmail Kara’nın Dergâh’tan çıkmış olan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam kitabı, diğeri ise Wilhelm Reich’ın Cem’den yayımlanmış Orgazmın İşlevi başlıklı yapıtı.

BESİM F. DELLALOĞLU
