Kapılar Açılırken Düşlemek
Kapılar açılırken, yeniden eski güzel hayatımıza dönebileceğimizi; Altın Çağ’ın ekonomik büyüme dönemlerine, orta sınıfın zenginleşmesine, eğitim aracılığıyla sınıf atlanabilmesine, tüketimin tabana yayılabilmesine, küresel savaşların olmamasına, Olimpiyat rekorlarının her dört yılda bir yenilenmesine ve en önemlisi yarın ne olacağını tahmin edebilmemize yeniden kavuşabileceğimize inanabiliriz. İnsan olmak bunu gerektirir zaten, yoksa Camus’nün de söylediği gibi intihar etmekten başka bir çare kalmaz.
Her ne kadar vaka ve can kaybı sayılarımızda bir düşüş görülmese, mevcut rakamlar açısından Koronavirüs salgınının en sert günlerini yaşıyor olsak da; salgının bitmiş olduğuna ve iki yıl boyunca kapalı duran kapıların açılmaya başladığına dair yaygın bir kanı var. Çocuklarımızı öğrenmemeye mahkûm eden uzaktan eğitim sona erdi, anaokulundan üniversitesine kadar yüz yüze eğitime dönüş başladı. Çoğunluğun zaten istifade edemediği, geleceğin iş modeli olarak tanımlanan uzaktan çalışma da yavaş yavaş sona eriyor; işyerlerinin çalışanlarını mesailerine davet ettiklerini görüyoruz. Belli sınırlamalar haricinde sosyal hayat da canlandı, iyi kötü sokaklarımız, salonlarımız hareketlendi. Yurtdışına seyahat bir ütopya olmaktan çıktı, bavullar eski rutine uygun olarak periyodik olarak toparlanıyor. Pandemi boyunca uygulanan kısıtlamaların şimdi lafı bile edilmiyor, uzaktan eğitim ya da hafta sonu sokağa çıkma yasağı kelimesini sarf eden politikacının şehir meydanında linç edileceği kesin. Ve, pandemide üstümüze/yüzümüze kapanan kapılar, teker teker açılıyor ve biz “statüko anteye”, pandemi öncesindeki yaşamımıza hızla dönüyoruz. Aslında dönüyor muyuz, yoksa insanın “her şey eskisi gibi olsun” saplantısının kurbanı mı oluyoruz?
Anlaşılabilir ve insanca bir saplantı. İçinde yaşadığımız dünya o kadar belirsizlikle dolu ki, bir yıkandığımız nehirde bir daha yıkanmayacağımızı bilmek; her şeyin tek bir defa olduğunu ve bir defa olanın aslında olmamış olduğunu düşünmek; her adımın bir ilk adım olduğunu ve aslında aşina gibi gözüken her şeye yabancı olduğumuzun farkında olmak; insan evladının havsalasının alabileceği bir şey değil. Bu evrende küçük bir mavi noktadaki miniskül bir ayrıntı olduğumuzu ve bir gün insanların bizsiz de yaşamaya devam edeceğini idrak etmiş olsak; sabah kalkmamız için bir neden bulamayız. İşte bu yüzden, varoluşumuzun kaygısını taşımak yerine sürdürdüğümüz yaşamın düzenli ve ileriye giden bir çizgi olduğuna inanmaya ihtiyacımız var; yaşadığımız travmaların ve kayıpların normalden bir sapma olduğunu ve yine yeniden normal yaşamımıza döneceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Normalin diktatörlüğüyle didişen filozofların sonu pek iyi olmadı, bazıları farklı siyasal kavgalarda kendi diktatörlüklerini kurdular, bazıları intihar etmeyi düşünürken trafik kazasına kurban gittiler, bazıları da bir başka asrın vebasının kurbanı oldular, bugünlerde de itibarlarını kaybetmekteler. Yaşamın absürtlüğü üzerinde dans eden az sayıdakiler de doğrusal çizginin üzerinde bir sanat bilgesi olarak konumlandırıldılar. Absürt sonrası edebiyatın, sanki absürt hiç olmamış gibi olması da bunun önemli bir göstergesi.
Normale dönüş konusundaki bu içgüdüsel aşkımız, siyasetten ve siyasi olandan hiç de kopuk değil. Herhangi bir kriz döneminde insanların normali vadeden siyasetçilere sarılmaları, çoğunlukla da otoriter, muhafazakâr babalarının kucağına dönmeleri bizi şaşırtmamalı. Terör, ekonomik krizler, doğal afetler; bütün bu krizler, eski güzel günleri satan siyasetçilerin yükselişiyle sonuçlanıyor. İnsanın normallik aşkını bilen bir siyasetçinin başarısız olması neredeyse imkânsız; sadece herkesin kendi normali olduğu ve dünyadaki insan sayısı kadar farklı normallikler olduğunu idrak etmesi lazım, o kadar.
Modernizm Evrenin Kurallarını Akıl ve Bilim Yoluyla Kavramayı İddia Eder
Aslında hep mi böyleydik, yoksa bu hale mi geldik sorusu tartışılır; insanı biçimleyen doğa mı, yetiştirme mi sorusu kadar kadim ve onun kadar yanıtsız. Ortayolculuk her zaman iyi bir yanıt olabilir, “hem o, hem bu” diyebiliriz. İçimizdeki normallik aşkı, Modernizm adı verdiğimiz tarihsel dönemin bütün kurumları sayesinde kendisini en iyi şekilde ifade edebildi. Evreni ve evrenin kurallarını akıl ve bilim yoluyla kavrayabileceğimiz, bu sayede de her gün daha ileriye gideceğimiz iddiasına dayanan Modernizm, ez cümle başarılı oldu. İnsan-merkezci bir bakış açısıyla daha uzun ve daha müreffeh yaşayabilmemizi Modernizmin kazanımlarına borçluyuz. Steven Pinker, Matt Ridley ve Niall Ferguson gibi “iyimserler” bu dönemde yaşamın ne kadar iyi hale geldiğini rakamlarla defalarca gösterdiler; tabii insanın yaşamının bu kadar iyileşmesinin toplamda nasıl bir zararla sonuçlandığını; büyümenin sıfır toplam olmasa bile sabit toplam bir oyun olduğunu biraz da yok saydılar. Antroposen dediğimiz, “insan yapımı nesnelerin ağırlığının dünyadaki tüm canlıların ağırlığını aştığı” ve insanın doğaya hükmünün tescil edildiği bu çağ, bir anlamda da Modernizmin zaferi olarak okunabilir. İklim krizinin etkilerini her gün hissettiğimiz, doğal afetlerin birbirinin ardı sıra yaşandığı bu dönemde; insanı merkeze alan bir kibir şaşırtıcı olabilir. Ancak iklim kriziyle de, doğal afetlerle de ve en önemlisi pandemiyle de Modernizmin bilime ve bilimsel olana neredeyse kör inancı sayesinde mücadele edebileceğimizi fark ettiğimizde, bu kibrin yersiz olmadığını söyleyebiliriz. Farkındaysak, COVID-19 bir insan hastalığı ve insanların sorunu; insan soyunu tüketse bile, dünyadaki diğer canlılar yaşamlarını -belki de daha müreffeh biçimde- sürdürebilirler. İnsanların bu sorununu yine insan çabasıyla çözme inancı sayesinde aşılar ve ilaçlar geliştirilebiliyor; hastalığı yenme illüzyonu bu sayede mümkün olabiliyor.
Modernizmin bilim ve bilimsel olanla bu kadar iç içe geçmiş olması, toplumsal olana sirayet ettiğinde daha travmatik bir hal alabiliyor. Evreni akıl ve bilim yoluyla anlama iddiası taşıyan bir düşünce sistemi için, toplumsal bilimsel bir şekilde analiz edilebileceği tahayyülü -sosyo ve logos, toplumbilim- insan aklının doğaya verdiği zarardan daha fazlasını verebiliyor. Müteveffa Zymugnt Bauman’ın “soykırımların ancak modernite ile mümkün olabileceği” iddiasını tekrarlamayalım; içinde bulunduğumuz çağda daha düşük dozda ama her gün insanlığa zarar verebilen bir dünya görüşünden bahsediyoruz. Şöyle bir düşünelim neler Modernizmin siyasal ve toplumsal eserleri? Fabrikalar, işyerleri, şirketler, sivil toplum kuruluşları, eğitim kurumları, medya kuruluşları, siyasi partiler, Meclis, katılımcı demokrasi, ulus-devletler, uluslararası ve ulusötesi kurumlar; bütün bunları bir şekilde Modernizm ile ilişkilendirebiliriz. Popper’ın “Üç Dünya” kuramıyla ilişkili okuyacak olursak, Üçüncü Dünya’nın, yani insanın elinin değdiği hemen her şeyin modernizmin evladı olduğunu söyleyebiliriz. Eğer Modernizmi evrenin kapılarını açan bir anahtar olarak değil, paradigmalardan bir paradigma, bayağı da yanlış bir paradigma olarak kabul edersek; içinde bulunduğumuz aczin büyüklüğü ortaya çıkar.
Modernizm, Başarısını İnsan Aklının Çalışma Biçimiyle Uyumuna Borçlu
Modernizm başarısını tabii ki insanlığa sağladığı kazanımlara borçlu, ancak insan aklının çalışma biçimine uygunluğu ve insan evladına verdiği geleceği kontrol ettiği sanrısının da etkisi az değil. Koca bir ülke ekonomisini girdi çıktı matrisleriyle yönetebileceğine inanmak; bir şirketi yönetirken kendisinin dalgalarla mücadele eden kaptan olduğu inancını taşımak ya da bilgisayarda verilen al-sat emirleriyle “piyasayı yenebildiğini” düşünmek; Modernizmin zihnimizde döşediği yollar olmasa mümkün olmaz. Evreni basit nedensel ilişkiler ile anlayabildiği savı, Huntington’ın siyasal modernleşme kuramında gördüğümüz üzere toplumu vektörler ile temsil edebilme iddiası -ki kendisinin Amerikan Bilimler Akademisi üyeliği “sahte bilim yaptığı” iddiasıyla iki kere reddedilmişti– hala dünyaya bakış açımızı belirliyor. Pandemiyi küresel ilaç şirketlerinin, Dünya Sağlık Örgütü’nün ve diğer ulusal, uluslararası ve ulusötesi kurumların ortak çabasıyla yenebileceğimize nasıl inanıyorsak; içinde bulunduğumuz toplumsal ve küresel sorunların çözümünü de modernitenin bu arkaik evlatlarından bekliyoruz.
Geç de olsa Paris Antlaşması’na imza atmamız ya da Yeşil Mutabakat konusundaki iyimserlik; küresel ısınma sorununa çözümü, bu sorunu yaratanlardan beklediğimizi gösteriyor. İşsizlik, güvenliksiz-güvencesiz çalışma, yoksulluk, hepimizi saran prekaryalık, Merkez Bankası’nın faiz oranlarında yapacağı oynamalarla, Çalışma Bakanlığı’nın vereceği desteklerle, Avrupa Birliği’nin sosyal programlarıyla ya da Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ile çözülebilecek sorunlar değilken; biz yaşadığımız sorunları çözmeleri için, bu sorunlarla ancak belgesellerde ya da üç günlük saha ziyaretlerinde karşılaşanlara güveniyoruz. Bürokratın/teknokratın akla ve yönteme, esas itibariyle zanaat anlamındaki tekhne’ye sıradan insandan daha fazla haiz olduğu iddiası da; Modernitenin her şeyi akılcılaştırma iddiasının bir mirasından öte değil. Yöneticinin -bakın bir modernist kavram daha- başarısının zanaatindeki ustalığına değil; büyük oranda şansına ve tabii ki bürokratik politikadaki becerisine bağlı olduğunu kabul etsek; bu akılcı bürokratik illüzyondan kurtulmamız kolaylaşabilir.
Kapılar açılırken, yeniden eski güzel hayatımıza dönebileceğimizi; Altın Çağ’ın ekonomik büyüme dönemlerine, orta sınıfın zenginleşmesine, eğitim aracılığıyla sınıf atlanabilmesine, tüketimin tabana yayılabilmesine, küresel savaşların olmamasına, Olimpiyat rekorlarının her dört yılda bir yenilenmesine ve en önemlisi yarın ne olacağını tahmin edebilmemize yeniden kavuşabileceğimize inanabiliriz. İnsan olmak bunu gerektirir zaten, yoksa Camus’nün de söylediği gibi intihar etmekten başka bir çare kalmaz. Ama bu inanç, sorunlarımızın çözüldüğü anlamına gelmez, sadece gözümüzü kapamış oluruz, başka bir küresel travmaya kadar.
Bir de, Modernizm makyajının altındaki çirkinliklerimiz, yüzümüzdeki yaralar, yaptığımız hatalar, beceriksizliklerimiz, kendimize ve etrafımızdakilere söylediğimiz ve bize söylenen yalanlarla da yüzleşmek bir çözüm denemesi olabilir. Kendisiyle barışık olabilmek, insan evladının ruh sağlığı için gerekli olsa da; yalanlar üzerine kurulu sahte bir toplumsal uzlaşma da ilelebet sürdürülemez. Modernizme hak vermek gerekirse, bazı gerçekler, biz görmesek de var olurlar ve karşımıza kendi istedikleri zamanda çıkabilirler. Levant’ın usta kaderciliğinde pişmiş Nicholas Nassim Taleb’in zarifçe belirttiği üzere, “öngöremezsiniz ama hazır olabilirsiniz”. Hazır olabilmek de, var olan dünyanın en iyi olduğu inancını boşlayıp, alternatif dünyaları hayal edebilme becerisinden geçer. Hazır kapılar tam açılmamışken, Türkiye’nin, dünyamızın ve insanlığın geleceğini düşünürken; bu tür bir yaratıcı yıkıcılığın tam zamanıdır.