Karşılaşamayan Edebiyatlar
Türkiye üniversitesinde özellikle beşerî alanlarda öncelik alanın kendisi değil, siyasi aidiyetlerdir. Burada siyasi muhafazakârlık, üniversiter muhafazakârlıkla kol kola girer. Mevcut iktidar ağları; şahsi, bölümsel, disipliner çıkarlar çoğu zaman akademik ilgi-çıkara üstün gelir. Birileri mutlaka bir yerlerden “icat çıkarmayın” diye seslenir. Her şey kuşaklardır olduğu gibi, siyaseten olması gerektiği gibi devam eder.
Bu yazının Perspektif’te geçen hafta yazdığım “Tanpınar ile Auerbach Birlikte Türk Kahvesi İçmiş midir?” başlıklı yazının devamı olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle bu yazıyı okumamaya başlamadan önce geçen haftaki yazıma bir göz atmanız oldukça faydalı olabilir. Geçen hafta iki önemli yazarın, hocanın karşılaşamamaları üzerinde durmuştum. Hatta bu karşılaşamama Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi ile Auerbach’ın Mimesis’i için de geçerliydi büyük ihtimalle. Bu yazıda yine bu noktadan başlayarak meseleyi biraz daha üniversiter bir çerçevede bölümlerin, disiplinlerin karşılaşmaları açısından ele almak istiyorum.
Yazar ve hoca olarak Tanpınar ile Auerbach’ın, kitap ve yapıt olarak 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi ile Mimesis’in, disiplin ve bölüm olarak Romanoji ile Türkoloji’nin İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde (İÜEF) pek karşılaşmamış olması bir tesadüf müdür? Yoksa bunun böyle olmasında üniversiter yapılanma, uygulama ve teamüller etkili olmuş mudur? Üniversitelerin bölümlerinin feodal derebeylikler şeklinde yapılanmış olması bu sürecin böyle işlemesine neden olmuş olabilir mi? Mesela Tanpınar Romanoloji’de, Auerbach Türkoloji’de ders vermiş midir? Tanpınar’ın Türkoloji’deki derslerini Romanoloji’den kaç öğrenci seçmeli ders olarak almıştır? Spitzer’in 1933-1936 ve Auerbach’ın 1936-1947 arasında Romanoloji’de verdikleri dersleri Türkoloji’den seçen öğrenci var mıdır? 1933-1947 arasında sözünü ettiğim Romanoloji hocalarının derslerini izlemiş ve daha sonra Türkoloji’de hoca olmuş kaç kişi vardır? Aynı Türkoloji hocaları fakültenin koridorlarında muhtemelen karşılaştıkları Spitzer ve Auerbach’ın en azından fakülte dergisinde yazdıkları makaleleri okumuşlar mıdır? Örneğin Leo Spitzer’in “Türkçeyi Öğrenmek” yazısını Türkoloji’den okuyan var mıdır?
Leo Spitzer’in bu yazısı ilk kez Fransızca olarak “En apprenant le turc: Considerations psychologiques sur cette langues” başlığıyla Bulletin de la Société Linquistique de Paris dergisinin 1934 tarihli 35.1 sayısında yayımlandı. Spitzer’in İÜEF öğretim üyesi iken yazmış olduğu bu yazının Türkçe versiyonu Varlık dergisinin 1934 tarihli 19 ve 35, 1935 tarihli 37 numaralı sayısında çıktı. Kayıtlarda ikinci ve üçüncü bölümün Sabahattin Eyüboğlu tarafından çevrilmiş olduğu görülüyor. Eyüboğlu aynı zamanda Spitzer’in İstanbul Üniversitesi’ndeki derslerinde tercümanlığını yapan kişiydi. Spitzer bu yazısında Türkçe öğrenmeye çalışan Avrupalı bir Romanoloji profesörü olarak oldukça teknik denebilecek dilbilimsel ayrıntılara yoğunlaşıyordu. Ancak yazıyı okurken benim en çok ilgimi çeken şeylerden birincisi Türkçede Spitzer’in en çok ilgisini çeken şeylerdi. Bu yazıda bunun ayrıntılarına girmek istemiyorum. Belki başka bir yazıda da bunlara değinirim. Bu yazıda değinmek istediğim konu ise Spitzer’in Türkçeye yoğunlaşırken, onu karşılaştırdığı dil grubu, dil, diyalekt çoğulluğu idi. Bunları arka arkaya sıralıyorum: Portekizce, İspanyolca, İtalyanca, Fransızca, Yunanca, Katalanca, Sicilya diyalekti, Mallorca Katalancası, Bask dilleri, Almanca, Macarca, Farsça, Ermenice, Altay dilleri, Semitik diller, Normandiya diyalekti, İngilizce, Avusturya Almancası, Fince, Ural dilleri.[1] Yani Spitzer boşuna dünyada Karşılaştırmalı Edebiyat’ın kurucularından biri olarak bilinmiyor. Karşılaştırmalı edebiyat ancak bu kadar farklı dile aşina olan biri tarafından kurulabilirdi zaten. Spitzer’in aklına karşılaştırmalı edebiyat fikri belki de bu yazıyı yazarken düşmüştür! Ancak bugün bile Türkiye üniversitelerinde Spitzer gibi donanımlı bir akademisyeni, bildiği ve aşina olduğu dillerin çokluğu nedeniyle öncelikle “ajan” olarak değerlendirecek ya da en azından kısaca “oryantalist” olarak itibarsızlaştıracak epey bir “akademisyen” vardır.
Geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi Emily Apter, Karşılaşmalı Edebiyat’ın Spitzer ve Auerbach tarafından 1933’ten itibaren İstanbul’da icat edildiğini söylüyor. Ancak bu kurumda bir Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü yok. Çünkü İstanbul’da Karşılaştırmalı Edebiyat bir bölüm olarak vücut bulmuyor. Ancak kendisinden bir Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü istenen Spitzer, Avrupa geleneğinde Romanoloji diye bilinen alandan geldiği için bu başlığı öneriyor. Ancak önce kendisi ve sonra yerine gelen Auerbach zaten karşılaştırmalı bir uygulama olarak hayata geçiriyorlar edebiyat eğitimini. Bir anlamda karşılaştırmalı edebiyat, Romanoloji’nin kapsadığı alanın Goethe’nin “Dünya Edebiyatı” kavramsallaştırması üzerinden genişlemesi olarak da okunabilir. Zaten Edebiyat Fakültesi’ndeki Fransız Dili ve Edebiyatı, İtalyan Dili ve Edebiyatı, İspanyol Dili ve Edebiyatı gibi birimler bu bölümden çıkacaktır. Yani bir süre sonra herkes kendi dükkânını açacak ve uygulamada da karşılaştırmalı edebiyat sahneden çekilecektir. O dönem ve sonrasında İÜEF’nin üniversiter kadrosunun bundan ne kadar haberdar olduğunu bilemiyorum. Bunu ne kadar önemsiyor, ciddiye alıyor, sahipleniyor onu da bilmiyorum. Ancak en azından kurumsal hafıza ve gelenek açısından bunun üzerinde durulması gereken bir konu olduğu aşikâr.
İÜEF’de ya da Türkiye’nin herhangi bir üniversitesinde dünyanın ilk Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü zaten kurulamazdı. Çünkü cari YÖK mevzuatına göre yeni bir bölüm kurulabilmesi için dosya hazırlarken Türkiye’den, yoksa dünyadan en az üç örnek göstermeniz gerekir. Bunun anlamı Türkiye’den üniversiter bir yenilik, katkı imkânının tamamen seçenek dışı haline getirilmesidir. Yani hiçbir zaman ilk olmazsınız, hatta ilk üçe bile giremezsiniz. Türkiye’nin olası zirvesi, teneke madalyadır (dördüncülük).
Bölümler Arasındaki Hendekler
Türkiye üniversiter tecrübesinde fakülte alanı, üniversite alanı yeterince gelişmiş değildir. Daha önce ifade ettiğim gibi bölümler, disiplinler feodal kaleler şeklinde bir mimariye sahiptir. Bölümler arasında hendekler vardır. Disiplinlerarası, disiplinleraşırı alanlara girerseniz suya düşüp boğulursunuz. Birbirine yakın olsa da farklı disiplinlerde yayın yapmak pek makbul görülmez. Yüksek lisans ve doktora başvurularında başka disiplinlerden gelebileceklere kapı daha en baştan kapatılır. Bu aslında çok yerleşik, genetik bir muhafazakârlıktır. Burada siyasi bir muhafazakârlıktan söz etmiyorum. Üniversiter, disipliner bir muhafazakârlıktan bahsediyorum.
Türkiye üniversitelerinden yolu geçmiş, en azından beşerî çalışmalar alanlarında muhtemelen en kıymetli isimlerden olan Spitzer ve Auerbach’ın yakın çevrelerindeki birkaç öğrenci dışında, kurumsal harca, geleneğe, hafızaya pek fazla katkı yapması sanki pek istenmemiştir. Benzer zamanlarda Ankara’da Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav’ın başına gelenler herkesin malumudur. Bu çok önemli isimlerden üçü akademik hayatlarını ancak yurt dışında sürdürebilmiş; biri de siyasete atılmak zorunda kalmıştır. Kaybeden ise Türkiye üniversitesidir.
Mesela dünyanın ilk Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü neden İÜEF’de değil de, ABD’de kurulmuştur? Mevcut üniversiter yapı bu tür girişimlere yeterince açık mıdır? Bildiğim kadarıyla bugün hâlâ Karşılaştırmalı Edebiyat mezunları öğretmen olamıyor. Çünkü MEB müfredatında böyle bir ders yok. Üniversiter disiplinlerin ufkunun mesleklerle sınırlandırılması nasıl bir akademik zihniyetin tezahürüdür?
Bir Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nün bugün bile İÜEF’de kurulabileceği kuşkuludur. Üstelik bu disiplinin kurucularının bu fakültenin geçmişinde hocalık etmiş olmalarına rağmen. Bu bile aslında bu hocaların fakültenin hamurunda yeterince etkili olamadıklarını gösterir. Çünkü Türkiye üniversitesinde özellikle beşerî alanlarda öncelik alanın kendisi değil, siyasi aidiyetlerdir. Burada siyasi muhafazakârlık, üniversiter muhafazakârlıkla kol kola girer. Mevcut iktidar ağları; şahsi, bölümsel, disipliner çıkarlar çoğu zaman akademik ilgi-çıkara üstün gelir. Birileri mutlaka bir yerlerden “icat çıkarmayın” diye seslenir. Her şey kuşaklardır olduğu gibi, siyaseten olması gerektiği gibi devam eder.
“Her Dil Milli Olmaktan Önce İnsanidir”
Bu yazımda ve geçen haftaki yazımda adını sürekli andığım Emily Apter, “Küresel Translatio” başlıklı yazısında Spitzer’in yine andığım “Türkçeyi Öğrenmek” yazısından bir pasajı epigraf olarak kullanıyor. Bu pasaj bence de yazının en vurucu bölümünü oluşturuyor. Burada Spitzer şöyle diyor: “Her dil milli olmaktan önce insanidir: Türkçe, Fransızca ve Almanca dilleri önce insanlığa, sonra Türk, Fransız ve Alman halklarına aittir”.[2] Böyle bir ufka sahip olmayanlar nasıl Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü kurabilir?
Sonuç olarak İÜEF’deki Romanoloji tecrübesi bir tür karşılaştırmalı edebiyat tecrübesi olarak başlamasına rağmen Fransız, İtalyan ve İspanyol dili ve edebiyatlarının ayrılması sonucunda devam edemiyor. Daha önce ifade ettiğim gibi Türk Dili ve Edebiyatı’nın (TDE) ise bu tecrübeyle pek ilgisi, ilişkisi olmuyor. Yani TDE ve Romanoloji, aynı kurumda olmalarına rağmen karşılaşmıyor! Bu karşılaşma olabilseydi İÜEF/TDE’nin bugün olduğundan çok daha farklı bir bölüm olması mümkün olabilirdi belki.
Kıssadan hissemiz de şu: Spitzer ve Auerbach sonunda Amerika’ya gidiyorlar. Karşılaştırmalı Edebiyat orada kuruluyor ve gelişiyor. Bugün Türkiye üniversitelerinde var olan birkaç Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü ise bu bölümler ABD’de (dünyada) var olduğu için açılmasına izin verilen bölümler. İçimden “kaderin cilvesine bak” demek hiç gelmiyor.
_
[1] Leo Spitzer; Learning Turkish, çeviri ve giriş yazısı: Tülay Atak, PMLA, vol: 126, No:3, Mayıs 2011.
[2] Emily Apter; “Küresel Translatio: Karşılaştımalı Edebiyatın ‘İcadı’”- I, çeviren: Savaş Kılıç, Yasakmeyve Dergisi, Aralık, 2003.