Katar Krizinin Çözümü Sonrası Bölgesel Güvenlik ve Kimlikler
Yeni yıl Körfez bölgesi için yeni gelişmeleri de beraberinde getirdi. 2017 Haziran’ında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve Mısır’ın Katar’a yönelik başlattığı ambargo 41. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) zirvesi sonrası Al-Ula Beyannamesi’yle (Dayanışma ve İstikrar) son buldu.
“Dayanışma ve İstikrar” [1] beyannamesi KİK’in kuruluşundan beri yaşadığı en derin krizi fiili olarak sonlandırdı ve Katar’a uygulanan kara, deniz ve hava ambargosu kaldırıldı. Krizin sona ermesi ABD’deki secim sonuçları ve Başkan Trump’ın görev süresinin sona ermesi ile yakından ilişkilendirilirken, son üç buçuk yılda KİK üye ülkelerinin arasındaki çetin çekişmenin etkilerinin ne ölçüde ve hangi vadede iyileşeceği bir stres konusu olarak gündemini korumaktadır.
Kurulduğu 1981 yılından itibaren üye ülkelerin (Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar ve BAE) devlet başkanları ve bakanlar düzeyinde düzenli olarak toplandığı ve varlığını devam ettirdiği KİK, özelde Körfez bölgesinde ve genelde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da bölgeselleşmenin ve bölgesel iş birliğinin uzun soluklu örneklerinden biri olarak literatürde yerini almıştır. Ancak KİK ülkelerinin tek bir vizyon benimsediklerini ve özellikle bölgesel güvenlik konularında birleşmiş tek bir blok oluşturduklarını düşünmek yanlış olacaktır.
Nitekim ilk olarak 2014 yılında Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır, Katar ile diplomatik ilişkileri askıya almıştı, ancak ilişkilerin normalleşmesi kalıcı bir zemine oturtulmamıştı. 2017 yılında aynı dörtlünün Katar’a uyguladığı geniş çaplı ambargo ve medya savaşı özellikle Arap Baharı sonrası değişen güvenlik dengeleri ve tehdit algılarının KİK üye ülkeleri arasındaki farklılıkları derinleştirdiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. 2017 yılında başlayan krizde Ambargo Dörtlüsü’nün Katar’dan talep ettiği aralarında Katar’daki Türk askeri üssünün kapatılması, İran’la ilişkilerin azaltılması, medya organı olan Al Jazeera’nin faaliyetlerinin durdurulması ve Müslüman Kardeşler ve Hizbullah gibi gruplarla iddia edilen ilişkilerinin kesilmesi gibi başlıkları içeren 13 maddelik bildirge bu farklılaşan tehdit algılarının fay hatlarını çizer niteliktedir.
Krizin sona ermesinin zamanlaması incelendiğinde ABD’deki görev değişikliğinin yansıra bölgesel dinamiklerin de önemli olduğu görülmektedir. Ablukanın uluslararası alanda destek bulmaması, Katar’ın krizi yönetmedeki başarılı politikaları ve KİK’in diğer iki ülkesinin, Kuveyt ve Umman, krize taraf olmamaları ablukanın anlamını yitirmesine neden olmuştur. Ayrıca, abluka bloğu içindeki Suudi Arabistan ve BAE’nin ulusal ve bölgesel güvenlik konularında ayrışmaları da krizin sürdürebilirliğini zayıflatmıştır. Özellikle, Yemen’de 2019 yılından itibaren iyice görünür hale gelen Suudi Arabistan- BAE fikir ayrılıkları [2] bu bloğun kendi içinde bölgesel politika izleme konusunda konsolide olamadığını göstermesi açısından önemlidir.
Krizin Sona Ermesinin Ardından Bölgesel Dinamikler
4 Ocak 2021’de tarafların krize son vermek yönünde attıkları adım, Körfez bölgesindeki gerginliği azaltmaya yönelik olumlu bir gelişme olarak karşılanmış, başta Türkiye olmak üzere uluslararası camiadan ve krizin odak noktalarından biri olan Müslüman Kardeşler’den [3] krizin çözümüne yönelik destek mesajları gelmiştir. Ablukanın sona erdirilmesinin ardından gündeme gelen en önemli iki analiz konusu krizin kazananları/kaybedenleri ile üç yıldan fazla süren siyasi ve fiziki ablukanın bölgede yarattığı hasar olmuştur.
Bu bağlamda kazanan-kaybeden analizinin çok derinlikli ve yapıcı bir analiz olduğu kuşkuyla karşılanabilir. Ancak kısa ve orta vadede bölgesel dinamikleri anlamak adına krizin son bulmasının ardından mevcut durum değerlendirmesi önemlidir. Öncelikle, kriz sonrasında Katar’ın güvenlik önceliklerinin ve bölgesel vizyonunun değişmesini, Suudi Arabistan ile bölgesel müttefiklerinin güdümüne girmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Uzlaşının ve ilişkilerin yeniden tesisi karşılığında Katar abluka uygulayan komşu ülkelere karşı açtığı uluslararası davaları geri çekme gibi adımlar atacağı belirtilmiştir. Ancak, krizin başlangıcında dayatılan ve çok da gerçekçi olmayan 13 maddenin büyük ölçüde havada kaldığı ve Katar tarafından kabul edilmeyeceği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Katar Dışişleri Bakanı Muhammed bin Abdurrahman al-Sani KİK zirvesi sonrası yaptığı açıklamada varılan uzlaşmanın Katar’ın Türkiye ve İran’la olan ikili ilişkilerini etkilemeyeceğini ve tüm ikili ilişkilerin ulusal egemen irade tarafından ve ulusal çıkarlar doğrultusunda şekillendirileceğini açıkça belirtmiştir. [4] Bu bağlamda, çeşitlendirdiği ve derinleştirdiği bölgesel iş birlikleri ile kriz sürecinde ayakta kalmış olan Katar bağımsız dış politikası, bölgesel vizyonu ve ulusal çıkarları doğrultusunda yürüttüğü stratejisi ile KİK içindeki duruşunu devam ettirecektir. [5]
Körfez krizinde Katar’ın en büyük destekçilerinden biri olan Türkiye için de krizin sona ermesi bölge ülkeleri ile olan ilişkilerin normalleşmesinde önemli bir adım olacağı söylenebilir. Nitekim, Körfez kaynaklarına dayandırılan bir bilgiye göre krizi sona erdiren anlaşma kapsamında Katar’ın Suudi Arabistan ile Türkiye arasında arabuluculuk rolü üstlenmesi istenmiştir. [6] ABD başkanlık seçimleri ve Demokrat aday Biden’in secimi kazanmasının ardından Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri iyileşme yoluna girmişti. [7]
ABD’de yeni yönetimin görevi devralması arifesinde körfez krizinin çözümü Türkiye’nin Suudi Arabistan ile ilişkilerinde yapıcı bir adım olacağı beklenebilir. Ancak Körfez krizinin çözülmesiyle birlikte ikili ilişkilerin iyileşmesinin önündeki engellerin tamamen ortadan kalktığını söylemek gerçekçi olmayacaktır. Bu bağlamda, Cemal Kaşıkçı cinayetinin neden olduğu güven kaybının yeniden tesisi, Biden yönetiminin Suudi Arabistan’a karşı tutumu, BAE’nin Orta Doğu politikalarında Suudi Arabistan üzerindeki etkisi [8] ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerde yeni bir doneme giren Israil’in politikaları Türkiye- Suudi Arabistan ilişkilerinde belirleyici rol oynayacaktır.
Öte yandan, Suudi Arabistan öncülüğünde başlatılan Katar ile normalleşme çabaları diğer aktörler tarafından aynı heyecan ve içtenlikle karşılanmamıştır. Özellikle BAE’nin krizi sonlandırma girişimlerinde arka planda kalması ve özellikle Türkiye ve Müslüman Kardeşler konusunda taviz vermeyen katı tutumu da göz önüne alındığında, varılan anlaşmanın körfez ülkeleri arasındaki anlaşmazlıkları çözmede ne denli kalıcı ve kapsayıcı olacağı belirsizliğini korumaktadır.
Krizin Ardından Körfez Kimliği ve Körfez Milliyetçiliği
Krizin sona ermesinin ardından gündeme gelen diğer bir konu ise önceki krizlerden farklı olarak 2017 yılında başlayan ambargonun etkilerinin toplumsal düzeyde derinden hissedilmiş olması ve bunun bölge insanları ve devletleri arasında yarattığı güven sorunudur. Özellikle basında ve sosyal medyada yer alan dezenformasyon ve karşılıklı suçlamalar krizin toplumsal alanda derinleşmesine ve yaygınlaşmasına neden olmuştur. Katar ablukasının neden olduğu bu sosyal maliyetin iyileştirilmesi kriz sonrası dönemde ele alınması gereken önemli meselelerden olacaktır.
Bu bağlamda KİK üye ülkeleri vatandaşlarını tanımlayan Körfezli kimliğinin (Khaleeji identity) geleceğini ve Körfez ülkelerinde son yıllarda yükselişte olan her ülkenin kendi özelinde geliştirdiği milliyetçilik eğilimini tartışmak bölgede şekillenen politikaları anlamak adına kritik bir öneme sahiptir. Körfezli kimliği; bölgede yaşayan ülke vatandaşlarını ortak dil, kültürel kodlar, yönetim biçimi, ekonomik faaliyetler ve yaşam tarzları ile diğer ülkelerden ayrıştırmak ve bölgesel güvenlik sorunu algılarına bir çözüm üretmek adına KİK’in kurulmasının ardından başlatılmış politik ve ekonomik bir kimlik inşa sürecidir.
Bu sürecin en önemli başarılarından biri ise 2008 yılında üye ülkelerin ortak pazar kurmalarıyla birlikte üye ülke vatandaşlarına KİK sınırları içinde serbest dolaşım, oturum ve çalışma izni veren KİK vatandaşlığı girişimi olmuştur. Üye ülke vatandaşları arasında yıllar içinde artan iletişim ve etkileşimle Körfezli kimliği güçlenmiş ve devlet politikaları ötesinde bir dinamizme kavuşmuştur. Yapılan analizlerde bu kimliğin KİK’i bir arada tutan bir tutkal görevi gördüğü dile getirilmektedir.
Ancak şüphesiz 2017’de başlayan kriz Körfez vatandaşlığı fikrini büyük ölçüde zayıflatmıştır. Sonuç olarak Körfezli kimliği, birlik vizyonunun değil üye devletlerin her birinin bireysel çıkarlarının öncelendiği bir döneme girmiştir. Özellikle dış ilişkiler ve güvenlik algılarındaki anlaşmazlık krizin taraf olduğu toplumlarda ulusal farklılıklar vurgulanmaya başlanmış ve Körfez ülkeleri için yeni bir gelişme sayılabilecek milliyetçiliğin artmasında önemli bir etken olmuştur.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Arap Baharı sonrası bölgede iki trend ortaya çıkmıştır. Birincisi milliyetçi ve vatansever duyguları güçlendirmek için yeni retorik ve politikaların uygulanmasıdır. Katar, BAE ve Kuveyt’e zorunlu askerlik uygulamasının başlatılması [9] ve Yemen’de hayatını kaybeden BAE askerleri için resmi şehit anma törenlerinin düzenlenmesi bu trendin önemli göstergelerinden kabul edilebilir. Nitekim, 2015 yılında 45 Emirlik askerinin Yemen’de hayatını kaybetmesinin ardından Abu Dabi veliaht prensi Muhammed Bin Zayid Al Nahyan’ın sosyal medyada “Evlatlarımız en büyük fedakârlığı yaptılar; onlar ülkelerine ve milletlerine en derin sevgi ve bağlılığı gösteren gerçek vatanseverlerdir” [10] şeklindeki paylaşımı Körfez ülkelerindeki yeni milliyetçi retoriği de gözler önüne sermektedir.
İkinci trend ise Körfez monarşilerinin, özellikle Suudi Arabistan, BAE ve Katar’ın, 2011’den bu yana farklı motivasyonlarla da olsa bölgesel özerklik ve rejim güvenliği arayışıyla giderek daha iddialı dış politika söylemleri benimsemeleri olmuştur. “Yeni Körfez Milliyetçiliği”, “Hiper-milliyetçilik” ya da “Militerleştirilmiş milliyetçilik” adlarıyla literatürde yerini almaya başlayan bu olgu dış politika ve bölgesel meselelerde artan agresif politikaların, iç ve dış güvenlik tehditleri karşısında Körfez rejimleri tarafından önemli ölçüde yeni bir ulusal kimlik inşası için kullanıldığını göstermektedir. 2017 Katar krizi de bu süreçte önemli bir katalizör rolü oynamıştır.
Ancak Körfez monarşilerinde artan milliyetçilik çok boyutlu bir şekilde ele alınmalıdır. Özellikle azalan petrol rezervleri ve gelirleri, değişen demografik dengeler ve Arap Baharı ile artan ve hızla sınırların ötesine taşınan toplumsal hareketler Körfez monarşilerinde uzun zamandır devlet-toplum ilişkisinin temelini oluşturan rantçı sosyal anlaşmanın (rentier social contract) sürdürülmesinin giderek zorlaştığını ortaya koymuştur. Yeni bir sosyal anlaşma sağlanması Körfez rejimlerinin ayakta kalması için zorunlu bir hale gelmektedir. Bu doğrultuda Körfez monarşilerinin iddialı, çatışmacı ve güvenlikleştirilmiş dış politika adımları bu yukarıdan aşağı (top-down) milliyetçiliğin güçlendirilmesi için önümüzdeki dönemde önemini korumaya devam edecektir.
___
[1] https://www.aljazeera.com/news/2021/1/7/closing-statement-of-41st-gulf-cooperation-council
[2] https://www.perspektif.online/baenin-yemen-politikasi-kucuk-ulkenin-buyuk-ihtiraslari/
[3] https://www.middleeastmonitor.com/20210106-muslim-brotherhood-welcomes-end-of-gulf-crisis/
[4] https://www.ft.com/content/ea1e7058-960d-416c-93dc-f4f8c7945c12
[5] https://www.middleeasteye.net/opinion/qatar-blockade-middle-east-vision-war-far-over
[6] https://www.ft.com/content/eeb4f0ec-0f97-4b55-9667-26201adfc48b
[7] https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2020/12/turkey-gulf-saudi-arabia-it-is-time-for-turkish-saudi-reset.html
[8] https://english.alaraby.co.uk/english/indepth/2020/12/4/what-is-driving-saudi-arabias-apparent-rapprochement-with-turkey
[9] https://carnegieendowment.org/sada/76178
[10] https://twitter.com/MohamedBinZayed/status/639853379527700480