mesut yeğen

Her halükârda, “Bir de şunu deneyelim” diyerek gidebileceğimiz bir seçim yok önümüzde. Verili durumda muhalefetin önündeki en optimum seçenek nedir ve nasıl hayata geçirilir, bir an önce kararını vermemiz gerekiyor.

Erdoğan tercihini yaptı. Yargının yasak kararı Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İmamoğlu’yla yarışmayı istemediğini gösteriyor. Kendince haklı sebeplerle ilgili olsa gerek, Erdoğan İmamoğlu’ndansa başka bir rakiple yarışmayı tercih ediyor. Şimdi sıra muhalefette. Muhalefet de en geç bir iki ay içerisinde bir tercih yapmak zorunda: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın karşısına kimle çıkılacak?

 

Muhalefetin İmamoğlu’na konulan yasağın öncesi ve sonrasındaki seçenekleri teorik olarak çok farklı değil. Yasak kesinleşmediğinden İmamoğlu halen aday gösterilebilir, yasak kararı öncesinde olduğu gibi Kılıçdaroğlu ya da Yavaş ya da tümüyle yeni bir isim ortak aday olarak tercih edilebilir ya da çok adayla seçime gidilebilir. Muhalefetin seçenekleri aşağı yukarı aynı olmakla beraber seçeneklerin sıralaması artık aynı değil. Yasak kararıyla beraber İmamoğlu seçeneğinde karar kılma ihtimali iki hafta öncesine göre zayıflamışken, yine iki hafta öncesine göre, Kılıçdaroğlu ve çoklu aday seçeneklerinde karar kılma ihtimalleri kuvvetlenmiş durumda. İmamoğlu’na getirilen yasak sadece muhalefetin tercih sıralamasını değiştirmiş değil. Muhalefetin önündeki beş seçeneğin cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandırabilme şansı da iki hafta öncesine göre değişmiş durumda. Burada da yeni bir sıralanma var.

 

İmamoğlu: Rejim Krizi

 

Yargı eliyle konulan yasak İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanma şansını daha da büyütürken aday olma ihtimalini azaltmış durumda. Malum, yasak gelmeden önce kamuoyu yoklamaları neredeyse ittifakla İmamoğlu’nun Erdoğan’ı ilk turda ve zorlanmadan geride bırakabileceğini gösteriyordu. Yasak kararının işaret ettiği ‘Erdoğan’ın çekindiği aday’ imajı, kararın yarattığı mağduriyet ve projektörlerin üzerine çevrilmesi İmamoğlu’nun seçmen desteğini daha da büyütmüş olsa gerek. Dolayısıyla, muhalefet olur da bugün adaylığında karar kılsa, İmamoğlu seçimleri kamuoyu yoklamalarının düne kadar öngördüğünden de farklı bir skorla kazanabilir. Ne var ki, İmamoğlu’nun seçimleri kazanma şansını büyüten yasak kararı aday yapılma ihtimalini ise azaltmış durumda. Malum, ‘olağan aday’ olarak Kılıçdaroğlu, Erdoğan karşısında seçimleri kazanma şansını son altı aylık saha performansının ardından da yükseltemeyince İmamoğlu’nun aday olma ihtimali yeniden artmıştı. Ancak, İmamoğlu’nun muhtemelen tam da bu nedenle siyasi yasakla cezalandırılması, aday yapılma şansını epey zora sokmuş görünüyor.

 

İmamoğlu’nun aday olma ihtimali artık daha az, çünkü İmamoğlu + yedek adayla seçimlere gitmek seçeneği manipülasyona açık ve yönetilebilirliği zayıf, buna mukabil tek başına İmamoğlu’yla seçimlere gitmek de rejim kriziyle baş başa kalma ihtimalini göze almayı gerektiriyor. Ortalama seçmenin genel eğilimini, muhalefetin parçalı yapısını ve muhalefet partilerinin yatkınlıklarını birlikte düşündüğümüzde ne yedek adayla ne de rejim krizini göze alarak yalnızca İmamoğlu’yla seçimlere gitme seçeneği kuvvetli görünüyor. Bu da İmamoğlu’nun aday olabilme ihtimalinin yasak kararı öncesine nazaran epey azalmış olduğunu gösteriyor. Özetle, rejim krizi göze alınabilse ya da muhalefet yekvücut olabilse İmamoğlu’yla cumhurbaşkanlığı seçimleri kazanılabilir ama tam da bunların olma ihtimali zayıf olduğundan İmamoğlu’nun adaylığında ortaklaşma seçeneği de zayıflamış durumda.

 

Kılıçdaroğlu: Olağan Aday

 

İmamoğlu’nun saf dışı bırakılması Erdoğan’a yenebileceğini düşündüğü Kılıçdaroğlu’yla yarışma imkânı verecek görünüyor. Aslında, İmamoğlu’na yasak gelmeden önce de Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanlığı yarışının ‘en olağan’ adayıydı. Muhalefet cephesinin en büyük partisinin başkanı olması, 2019 seçimlerinde gösterdiği kurmaylık becerisi, altı farklı partinin bir seneyi aşan ortak mesaisine liderlik etmesi, HDP’den almış göründüğü onay vs. hepsi birden Kılıçdaroğlu’nu zaten muhalefetin olağan adayı yapıyordu. Ne var ki, bütün bu hasletlerinden ötürü en olağan aday olduğu halde, seçimleri kazanma şansı açısından bakıldığında Kılıçdaroğlu adayların başında gelmiyordu. İmamoğlu’na getirilen yasak Kılıçdaroğlu’nun adaylığını daha da olağanlaştırırken, seçimleri kazanabile şansında bir değişikliğin olduğunu söylemek için henüz erken.

 

İmamoğlu’nun ekarte edilmiş olması ve Mansur Yavaş’ın da sahne alacak gibi görünmemesi Kılıçdaroğlu seçeneğini iyice olağanlaştıracağından, bu durum Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin beklediği üzere, Kılıçdaroğlu’na verilen seçmen desteğini büyütebilir. Bekleyip görmek gerekir ama bunun gerçekleşmeme, hatta tam tersinin gerçekleşme ihtimalini de göz önünde bulundurmak lazım. Olağan aday olarak Kılıçdaroğlu’nun adaylık yarışında yalnız kalması muhalefet seçmeninin bir kısmını “Erdoğan yaptı yapacağını” duygusuna sevk edip sandıktan soğutabilir. Bu da Kılıçdaroğlu’nun seçimleri kazanma şansını büyütmek bir yana zayıflatabilir de. Her halükârda, İmamoğlu’na getirilen yasak Kılıçdaroğlu ihtimalini kuvvetlendirirken Kılıçdaroğlu’nun kazanma şansında bir değişiklik olduğunu söylemek henüz mümkün değil.

 

Çoklu Aday: Toplu İntihar

 

Muhalefetin ‘en olağan’ adayı başından beri Kılıçdaroğlu olmakla beraber muhalefetin önündeki en kuvvetli ihtimallerden biri de yine başından beri ortak adayda uzlaşamayıp çok adayla seçime gitmekti. ‘Seçilebilir’ ortak adayda buluşma ihtimalini kısmen zayıflattığından, İmamoğlu yasağı otomatik olarak çoklu adayla seçime girme ihtimalini yükseltmiş durumda. Yeni durumda olağan aday olarak Kılıçdaroğlu’nda ve tümüyle yeni bir adayda uzlaşamamak ihtimali halen yabana atılabilir olmadığından, dahası seçilebilirliği şüpheli görünen Kılıçdaroğlu’nun adaylığının daha da olağanlaşması, çoklu adayla seçime gitme ihtimalini artırmış durumda. 6’lı Masa aday konuşmaya başladığında olağan aday olarak Kılıçdaroğlu’nun seçilebilirliğine ilişkin şüpheler sürüyor olursa ve Kılıçdaroğlu’nun adaylığında ısrar edilirse, çoklu adayla seçime gitmeye sürüklenmek işten bile olmayabilir. Özetle, çoklu adayla seçime gitme ihtimali iki hafta öncesine göre bugün daha fazla.

 

Buna mukabil muhalefetin çoklu adayla seçimi kazanma şansı aynı. Çoklu adayla seçime gitmek dün olduğu gibi bugün de toplu intihar demek olacağa benziyor. Çoklu adayla seçime gidildiğinde seçimin ikinci tura kalacağı neredeyse kesin olduğundan ikinci tur öncesinde şu türden bir manzarayla karşı karşıya kalma ihtimalimiz az değil: Gerek Cumhur İttifakı’nın yüzde 40’ın üzerinde bir blok olarak seçime katılmasının oluşturduğu avantaja gerekse de muhalefetin ortaklaşamadan ve muhtemelen birkaç blok olarak seçime gitmesinin seçmende yarattığı hüsrana bağlı olarak, iktidar parlamento çoğunluğunu ele geçirmiş, Erdoğan da yüzde 40’ın biraz üzerinde bir oyla seçimlerin birincisi olmuş olacak. Erdoğan’ın açık ara birinci olup muhalefetin mecliste çoğunluğu ele geçiremediği bir iklimde yapılacak ikinci turda Erdoğan’ın seçmen desteğini aman aman yükseltmeden bile 50+1’i bulması sürpriz olmaz. Özetle, çoklu adayla seçime gitme dün de bugün de toplu intihar demek olacak. Burada değişen bir şey yok. Değişen şu: Çoklu aday ve toplu intihar ihtimali bugün dünden daha fazla.

 

Yavaş: Mecburiyet Çıkmazı

 

İmamoğlu yasağı bir dönem kuvvetlice bir alternatif olarak görülüp HDP’nin “oy vermeyiz” uyarısından sonra gündemden uzaklaşan Yavaş seçeneğini de iki hafta öncesine göre az da olsa kuvvetlendirmiş olsa gerek. Kılıçdaroğlu’nun kolayca nötralize edilebilir görünmeyen seçilebilirlik şüphesi ve çoklu aday seçeneğinin toplu intihar demek oluşu 6’lı Masa’yı yeniden ve mecburen Yavaş seçeneğini düşünmeye sevk edebilir. Kürt seçmenin uzak duracak olmasının yaratacağı seçmen açığını MHP seçmeninin bir kısmından gelecek destekle kapatma ihtimalinin mevcut oluşu bir yandan, Kürt seçmene borçlu olmayan bir cumhurbaşkanı seçmek ihtimalinin yaratacağı ‘heyecan’ diğer yandan Yavaş seçeneğini daha da kuvvetlendirebilir. Cumhurbaşkanlığını MHP kökenli bir isme bırakacak olmanın CHP sıralarında yaratacağı rahatsızlığı ise çoklu adayla seçime gitmenin yaratabileceği sonuçtan duyulan korku nötralize edebilir.

 

Öte yandan, Yavaş’ın seçilme şansında dünden bugüne aman aman bir değişiklik olduğunu söylemek mümkün değil. Yavaş, 6’lı Masa’nın ortak adayı olur da HDP de kendi adayını çıkarırsa cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalacağı dün de kesindi bugün de. Bu da şu demek: Yavaş seçeneği çoklu aday seçeneğinin kapıyı araladığı Cumhur İttifakı ve Erdoğan’ı bir dönem daha iktidarda tutma riskini aynen taşıyor. Dolayısıyla, HDP’yle bir tür anlaşma olmadıkça, çoklu aday seçeneğinden uzak durmanın sevk edebileceği mecburi çıkış olarak Yavaş seçeneği, çoklu aday seçeneğinden farklı bir netice üreteceğe benzemiyor. Böyle olmakla beraber Kürt seçmene borçlu olmayan cumhurbaşkanı seçmek heyecanı Yavaş ihtimalini büyütebilir.

 

Yeni Bir İsim: Olmayacak Dua

 

Bu dört seçeneğin hiçbirinin kesinkes tercih edilebilir olmayışı bir yandan, hiçbirinin seçimin kazanılmasını garanti etmemesi diğer yandan, bir beşinci seçenek olarak yeni bir isimle seçimlere gitme ihtimalini canlandırabilir görünse de, bu ihtimal dün de kuvvetli değildi bugün de. 6’lı Masa’nın ve HDP’nin ortak adayı olabilecek ve dolayısıyla seçilebilecek bir ismi Masa dışından bulup getirmek ihtimali artık neredeyse sıfıra yakın olduğundan, yeni bir isimle cumhurbaşkanlığı seçimlerine gitme seçeneği ufukta ve çok zayıf bir ihtimal olmaya devam ediyor. Ete emiğe bürünmemesi bu seçenekle ilgili olarak seçim kazanma şansı analizi yapmayı da imkânsız kılıyor.

 

İmamoğlu yasağının yarattığı manzara, yol açtığı yeni tercih ve seçim kazanma şansı sıralaması aşağı yukarı böyle. Anlaşıldığı üzere, manzara muhalefet açısından pek de parlak değil. Üstelik, bu bugünkü manzara. İktidarın İmamoğlu’na getirilen siyasi yasakla yetinmeyeceğini, şapkasından yeni tavşanlar çıkarabileceğini kestirmek zor değil. Ne de olsa, 2017 referandumunda mühürsüz oyları da saymayı, olağanüstü hal ortamında referandum ve seçim yapmayı, 2019’da kazanılmış seçimi iptal ettirebilmeyi ve şimdi de ülkenin en büyük şehrinin belediye başkanını ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanma potansiyeli en yüksek adayını diskalifiye edebilmeyi becerebilmiş ve bu becerisini muhalefete kabul ettirebilmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Diğer bir deyişle, iktidar pek muhtemelen İmamoğlu’na yasak getirmekle yetinmeyecek ve bugünkü manzarayı bile sabit bırakmamaya çalışacak.

 

Bütün bu hal, muhalefetin yukarıda resmettiğim verili durumdan yeni bir seçenek, yeni bir ihtimal üretmesi gereğine işaret ediyor. Bu verili durumu büyük kısmıyla tanıyarak üretilebilecek bir yeni seçenek zannımca şu: Olağan aday olarak Kılıçdaroğlu seçeneğine İmamoğlu ve 6’lı Masa aşılarını zerk etmek.

 

Hiç Olmazsa: Kılıçdaroğlu & İmamoğlu

 

Sözünü ettiğim beş seçeneğin en kuvvetli ikisinden çoklu adayla seçime girmenin toplu intihar demek oluşu, en olağan adayla yarışmanınsa seçilebilirlik riski taşımaya devam etmesi, taşıdığı riski azaltmaya çalışarak bu son seçenekte karar kılmayı görebildiğim en ‘makul’ yol kılıyor. En olağan aday seçeneğinden uzaklaşıp daha büyük riskler almaktansa, bu olağan seçeneğin riskiyle yüzleşip gidermeye çalışmak daha ‘yapılabilir’ görünüyor.

 

Kılıçdaroğlu seçeneğinin taşıdığı seçilebilirlik riskini azaltmanın en görünen yolu şu gibi: Muhalefetin ortak adayı İmamoğlu olduğunda oluşmayıp Kılıçdaroğlu olduğunda ortaya çıkan riskin sebeplerini hızlıca tespit edip, bu sebepleri nötralize etmenin yoluna bakmak. Ayrıntılı araştırmalarla daha iyi bir resim elde edilebilir edilmesine, ancak şu ana kadar bildiklerimizden anlaşılan şu: Ne kadar aksi iddia edilse de, cumhurbaşkanlığı seçimleri söz konusu olduğunda seçmenler için adayın kim olduğu önemli ve bütün meziyetleri ayrı bir tarafa, Kılıçdaroğlu icracı, kudretli ve karizmatik bir lider olarak görülmüyor ve Erdoğan karşısında kazanabiliyor görünen İmamoğlu ve Yavaş’a göre daha tipik bir CHP’li olarak algılanıyor. Bu durumda, başta CHP olmak üzere muhalefet için akıllıca olan “kim olsa ya da tıpış tıpış oy verecekler” türünden isabetsiz değerlendirmelerden bir an önce vazgeçip, durumla yüzleşmek ve seçilebilirlik riski yaratan bu durumu nötralize etmek olacak.

 

Kılıçdaroğlu’nun adaylığını İmamoğlu’yla ve 6’lı Masa’yla desteklemek, Kılıçdaroğlu imajına İmamoğlu’nun milliyetçileri, muhafazakârları ve Kürtleri bir araya getirebilen kapsayıcılık ve icracılık imajını, yanı sıra 6’lı Masa’nın ‘bir aradalar’ imajını zerk etmek bu türden bir nötralizasyon işinde işe yarayabilir. Seçmenin Kılıçdaroğlu’na baktığında Kılıçdaroğlu’yla beraber İmamoğlu’nu ve 6’lı Masa’yı birlikte görmesini sağlayacak bir program ve kampanya, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilk turda kazanmakta işe yarayabilir.

 

Her halükârda, “Bir de şunu deneyelim” diyerek gidebileceğimiz bir seçim yok önümüzde. Verili durumda muhalefetin önündeki en optimum seçenek nedir ve nasıl hayata geçirilir, bir an önce kararını vermemiz gerekiyor.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

dünya kupası şampiyonu arjantin

Bir Dünya Kupası’nı daha idrâk etmenin vazife şuuruyla ve turnuvanın bitmiş olmasının hüznüyle “cepheden” son mektubu yazıyor ve Arjantin’in şampiyonluğunu daha ilk günden dile getirmek cesaretini gösterdiğimizi hatırlatıyor ve “bizim çizgimiz belli” diyorum. Çizgimiz, Arjantin!

dünya kupası şampiyonu arjantin

Futbol olarak kabul edilebilir bir Dünya Kupası’na tanık olduk. Daha fazlası için, sürprizlerin olmaması gerekiyor, ancak sürprizsiz bir kupanın da tadı kalmıyor maalesef. Bütün favorilerin kazandığı bir Kupa, sona doğru çetin karşılaşmalar vaadetse de, genellikle tam tersi olur ve aşırı kontrolden çok da kaliteli olmayan bir futbol ortaya çıkar. Bunun örneği çeyrek finaldeki Fransa-İngiltere karşılaşmasıdır. Fransızlar normalde vermeyecekleri iki penaltıyla korkulu ânlar yaşamış olsalar bile, İngiltere’nin Kupa boyunca sergilediği muhafazakâr tutum nedeniyle finâle çıktılar, ahım şahım bir futbol sergilemeden üstelik-kadro ve kalite farkıyla.   

 

Kaybedenler

 

Bir bakıma draması bol bir Dünya Kupası’ydı. Almanya’nın elenmesi bir örnek. İlk yazıda, Almanların artık geleneksel kalite kontrollerinden geçemiyen bir kadrosunun olduğunu yazmıştım. Futbolları da gruptaki son maç hariç (o maçta da panik ânları vardı), bunu doğrulamış sayılır. Hans-Dieter Flick, bütün maçlara aynı mentaliteyle yaklaştı. Başından sonuna kadar ilk hamlesi, 65-70 dakikalar arası İlkay’ı kulübeye çekmekti. Sonraki hamleler, hücum hattının güçlendirilmesine yönelikti. Oysa, sonuçlardan bağımsız olarak Fuellkrug’un ve Sane’nin Müller ve Gnabry yerine tercih edilebileceği açıktı. Kimmich’in daha dominant olması gerekiyordu ve bunun için İlkay’ın kenara çekilmesi de dahil, daha açık bir oyun planına ihtiyaç vardı. Bunu göremedik.

 

Brezilya’nın da bir bunalım yaşadığı açık. Copa America’da Arjantin’e kaybettiler -personel kalitesi ve benç zenginliği bakımından karşılaştırılabilecekleri bir takım yoktu. Fransa sakatlarla geldi, Almanya kadrosunu yenileyememişti, İtalya katılamadı bile, belki Portekiz bu sınıfa dahil edilebilirdi -onlar da farklı problemler yaşadılar. Buna rağmen, Alex Sandro sakatlandığında Telles dışında bir sol bekleri yoktu -onun da neden kadroda olduğunu anlamış değilim. Yerine mecburen Danilo’yu kullandılar. Bu tercih çok ama çok etkiledi onları. Orta sahadaki Paqueta tercihi çok tartışılacaktır: Casemiro ve Fabinho, daha mobil bir oyun kurgusu sunabilirlerdi. Neymar kendisinden nefret eden emekli devlet memurlarını üzecek bir beceriyi nadiren gösterdi. Gerçekten de oyun sete oturduğunda Neymar’ın uzun aralıklarla oyundan kaybolduğu gözlemlenecektir. Hızlı ve güçlüler demiştik; maçlar zorlaştığında ne hızlarını ne güçlerini kullanabildiler. Bu da bir organizasyon problemine işaret eder. Kadro seçimi ve oyun planı olarak.

 

İspanya’nın problemini daha önce belirtmiş idik. Uruguay’daki (nasıl yalancı bir takımdı!) Diego Godin’e benzer bir stoper bulacaklar yahut bir santraforla oynamaya gönül indirecekler -bu santrafor Morata bile olabilir. Sadece 90 dakika tahammül etmek ve top çevirmek yerine ona pozisyon hazırlamayı amaç edinen dikey bir futbol oynamayı deneyecekler. Luiz Enrique’nin gönderilmesine şaşırdım; yeni gelen hoca, bu kadroyu aynı verimlilikle kullanmayı başaramayabilir.

 

Portekiz’de Ronaldo’nun konumu tartışmalar yarattı ancak bence skandal olan, Leao’ya, Felix’e tanınan şansın tanınmaması. İki senedir bence bir futbolcu için karar vermeyi kolaylaştıracak Serie A’da rüşdünü isbat etmiş olmasına rağmen, esas adam değildi. Ronaldo’nun daha azına razı olması ne psikolojisi ne geçmişi nedeniyle mümkün olamazdı. Bunu görmemek bir futbol yanlışıdır. Oysa Ronaldo’nun geleneksel profiline ve pozisyonuna uygun bir düzenleme yapılabilir, Bernardo Silva ve Bruno Fernandes bu amaçla daha üretken kılınabilirlerdi. Silva ve Fernandes’in rolleri ötekini gereksiz kılacak şekilde çakıştı. Ronaldo sonrasında kendilerini toplayabilirler, ancak futbolcularına Avrupa liglerinde çok ağır yükler binen bir takımın turnuva elemelerinde çok başarılı olması beklenmemelidir. Müzmin bir başaltı (underachiever) takımı olarak İngiltere’ye gelince, Tanrı Kral’ı korusun ve milli takımın başına Gary Lineker getirilsin.

 

Kazananlar

 

Fas’ın arka arkaya İspanya ve Portekiz’i elemesi turnuvanın en büyük sürpriziydi -üstelik bunu anti-futbol oynayarak gerçekleştirmediler. Büyük bir savunma eforu, takım disiplini, savunması ve oyunu açmadaki becerileriyle gerçekleştirdiler. Ancak bir savunma takımı oldukları gerçeğini hem Fransa hem de Hırvatistan maçında unuttular. Bu arada, savuma takımı olmak, hücumu düşünmemek değildir, oyunun savunma esasında şekillenmesidir. Özellikle üçüncülük maçında turnuva boyunca yapmadıkları kadar pas hatası yaptılar. Yaşadıkları sakatlıklar defans kurgularını bozmuş olsa da, set oyununa dönmeyi lehlerine sayarak hareket ettiler ve her defasında maalesef kaybettiler. Kaleci Yasin “Bono”, turnuvanın kalecisi olma şansını son maçta iki kolay gol yiyerek kaybetti. Bence, maalesef, hocaları Halid Regragui kritik ânlarda yanlış kararlar verdi. Üçüncülük maçında Bufal ve Ziyeç’in pozisyonlarını değiştirdiği bir ân vardı ki kendi oyunlarını kilitlemeyi başardılar.

 

Kupa’nın açık ara en iyi orta sahası (Modriç-Kovaçiç-Brozoviç) Hırvatistan’daydı. Buna kalecileri (Livakovic) de eklenebilir. Bütün turnuva boyunca Arjantin maçı hariç, aynı oyunu oynadılar. O maçta, topu Messi sebebiyle Arjantin’e vermeye korktuklarından oyunun sahibi gibi davrandılar. Öyle de gözüktüler ancak Arjantin yükselen grafiğiyle yorulmadan skoru elde etti. Hem Hırvatistan hem de Fas’ın esas problemi, santraforlarının yetersizliğinde. Kramariç ve el-Nesri, ne çabuktular ne de efektif. Hırvatistan daha önce Nordik ülkelerde gördüğümüz bir takım istikrarıyla, anlaşılan, hep buralarda olacak. Sadece o pötikareli geleneksel formalarına bağlılıkları nedeniyle bile alkışlanmalılar. Biliyorum burada liberal ve siyaseten doğrucu ve külyutmaz dostları tatmin etmek için bir “ustaşa” paragrafı açmalıyım fakat, kimin tarihi temiz ki? Pas geçiyorum.  

 

“Kazanan” ve “Kaybeden”

 

Final maçı başladığında, Scaloni Di Maria’yı sahaya sürmüştü; Fransa’nın sağ kanadındaki Kunde ve Dembele’nin kenarı korumadaki sınanmamışlığını cezalandıran bir hamle oldu bu. Ancak aynı Scaloni, maçın bitmesine daha 25 dakika varken üstüste sol kanadından yediği iki ataktan ürktü ve yorulmuş olan Di Maria’yı kenara alıp Acuña’yı sahaya sürdü. Bu Fransa’ya ve Deschamps’a hayat öpücüğü veren bir değişiklikti. Üstelik o kanadı da bırakarak her yerden saldırmaya başladılar; oyunu tutmak mümkün olmadı. Fakat, bu şampiyona başlarken “her şeyin bir araya gelmesi” gerekiyor dediydik Arjantin’in kazanması için. Uzatmaların bitmesine saniyeler kala bile Kupa elden gidebilirdi. Bir yerlerden, bir şekilde oyuna “müdahale” edildi!

 

Deschamps, oyunu değiştirme kararını daha devre bitmeden almıştı. Peş peşe radikal adımlar attı. Bunun meyvelerini de topladı; ikinci yarı Arjantin’i kendi sahasına mahkûm etti. Dakikalar ilerledikçe De Paul yoruldu; futbol düşünürümüz Ömer Üründül’ün sık kullandığı bir ifadeyle, bloklar arası iletişim kesildi. Mbappe’nin olağanüstü solosu Arjantin defansını perişan etti. Scaloni uzatmalarda üçlüye defansa döndü ve buna rağmen oyunu kaybetti. Arjantin bu süreçte gol de buldu ama kalesinde sayısız tehlikeler de yaşadı. Penaltılar nerden bakılırsa bakılsın, adaletsizlik ama yapacak bir şey yok. Messi için sevinmek gerekiyor. Messi de sevinsin.

 

Gerçekten ama gerçekten “unutulmayacak” bir finaldi -bunun için mükemmel bir futbol gerekmiyor görüldüğü üzere. Tam tersine, çok yanlış, dram, gözyaşı ve hüzün gerekiyor. 120 dakikada maçın kaderi belki 10 kere değişti. Fransa turnuva başlarken açık favorilerden biriydi, Arjantin, turnuva boyunca giderek gelişti ve finalde de görüldüğü üzere, kazanma fırsatı geldiğinde, bunu değerlendirdiler. Fransa için söylenecek bir şey yok, öyle ya da böyle finale çıktılar. Kadroları eksikti ama bunu çok hissetmediler.

 

Sezon ortasında Dünya Kupası oynatmak, tartışılır bir karardı. Bu konuda ortalığa yayılan haberlerin büyük bir kısmı gerçek olsa bile, esas yolsuzluğu yapan, yeni yetme zenginlerin parasına göz koyan, beyaz adamlar; üçkağıtçılık, onların işi, onların içişleri de beni ilgilendirmiyor. Sermayenin bu kadar belirlediği bir futbol düzeninin bütün suçunu Katar’a yüklemek kolaycılık, siz sattınız, onlar da aldı. Beyaz adamların, “söz konusu bile olamaz” kalıbını unutmalarından biz neden sorumlu olalım ki? Bir sonraki kupa için özgürlükler ülkesi ABD, komşuları Kanada ve Meksika’da Avrupa’ya maç yetiştirmek üzere futbolcuları kilometrelerce uçak yolculuğu ve en az 40 derece sıcağa mahkûm edecek, yetmezmiş gibi 40 ya da 48 takıma tamamlanacak bir şampiyonada buluşmak üzere hoşcakalın diyorum.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

erdogan imamoglu

Yönetemediğinde, altından kalkamadığında iktidarın inadındaki ısrar ve bunun neticelerini “faiz sebep enflasyon sonuç” politikasında; adalet tarafında ise özellikle siyasi yargılamalar cenderesinin ülkeyi getirdiği çelişkilerde ve simgeleşmiş halini de KHK’lılar konusunda görmüştük. Bu defa direkt lideri/liderliği ilgilendiren, içinde tarihe tekerrür yaptırır şekilde hukukun da bypass edildiği, yani rakiplerinin siyasi üstünlüğünün ayan beyan kabul edildiği bir ikrarla yüz yüzeyiz.

erdogan imamoglu

Nasıl bir çaresizliktir ki, bağlandığınız TV kanallarındaki ve Meclis’teki yegâne savununuz “Recep Tayyip Erdoğan’ın yaşadıkları ile bu olay arasında hiçbir benzerlik yok; o şiir okudu, burada yargıçlara hakaret var” ve ikincisi de “Yargı bağımsızdır, yargı süreci devam ediyor” olsun. Meselenin hukuki olduğuna kendi yandaşlarını bile inandırmakta zorlanırken, “Ölüyü kim diriltti acaba?” şeklindeki kopkoyu siyasi soruya da cevap aramaya çalışmak kahredici olsa gerek!

 

‘3Y’ denen yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele için yola çıkmış ve toplumu siyaseten bu süreci doğru yönettiğine ikna edici bir rol oynamış bir siyasi çizginin bugün geldiği nokta, 3Y’nin sadece arzu edilip de yönetilememesi değil, bizatihi 3Y ile yaşamaya toplumun ikna edilmek zorunda kalmasının serencamıdır.

 

Nice ilkesel mücadelelerin, devrimci çabaların, ezber bozucu, toplumu dönüştürücü gayretlerin misyon edinildiği 20 yıllık bir sürecin ardından gelinen nokta bu: Çaresizliğe demir atmak! Korkuların esareti yüzünden hataları katmerlemek!

 

Altılı Masa’yı aylarca alaya alıp, ortak aday üzerinden tahfif edip, “7’nci ayak” retorikleriyle kriminalize etmeye çalışıp son kertede çaresizliği itiraf hükmünde bir sürprize imza atmak, iktidarın halet-i ruhiyesini açık biçimde ortaya koymakta.

 

Siyasi bir kredi hasıl olmaması için, “sanığın” mağdur olmadığını ispatlamak için de esas mağdurun Erdoğan olduğuna dair cinlikler ortaya atmak da çaresizlik itirafına mum dikmek değil de nedir? “Erdoğan’a kumpas var” ama Erdoğan’ı gördüğünde harekete geçmeyen, “gazeteci refleksiyle” bunu soruya dönüştüremeyen bir medya ağımız da baki. Erdoğan’ın konuya hiç değinmemesi ayrıca manidar. Oldukça emin olunan bu kumpasın ardında kimlerin olduğunu dört başı mamur şekilde irdeleyip toplumun önüne koymaktaki isteksizlik de şüphe uyandırmıyor değil hani!

 

Çaresizliğin Turnusolü:

 

“Hakaret var, yargı süreci devam ediyor ama Erdoğan’a kumpas da var”!

 

Böyle bir bulamaç hali. “Hiçbiri” seçeneğinin şansı yok, çünkü kâbus gibi çöküyor hatıralara. Toplumun zihnini karıştırıyor. Korkuları depreştiriyor. “Bu derece mi acziyet halindeyiz?” sorusunu sordurtuyor! Bunların tümünü aynı anda sorup depresyona girebilecek olanların önüne bir an evvel bahaneler koymak gerek! İktidar mahfillerindeki reflekslerin tercümesi bu: Çaresizlik öyle bir seviyeye vardı ki; esas zorluk, bu davanın hukuki olduğuna kendi yandaşlarını inandırabilmek!

 

İktidar cenahının artık komik olmaktan çıkar şekilde inatla tekrar ettiği bu “yargı bağımsızdır” iddiasının turnusolü nedir peki? Şudur: Sadece bu davada değil, başkaca davalarda da defaatle gördüğümüz husus hâkim ya da heyetin değiştirilmesi rutinidir. Ve bunun tekrarlandığı hiçbir iklimde yargının bağımsız olduğunu iddia edemezsiniz! Bu hadisenin tek bir defa yaşanabildiği bir beldede bile bunu söyleyemezsiniz! Herkesin bildiği sırrı utanç verici biçimde reddetmenin yegâne motivasyonu, konsolide edilen kitlelerin eline bir bahane verebilmektir. Bu çarpık, çürümüş, yozlaşmış resimden, gün geldiğinde beri olduğunu maskelemeye yarayan “Nereden bilebilirdik ki” savunusu koz olarak kenarda durmaktadır nasılsa. Oysa konu, herkesin bildiği sırrı, hukukun evrensel teorilerini tekrarlayarak maskeleyebileceğine olan sahte inançtır. Yani özcesi; halktaki karşılığının hiç tükenmemesi için çaba harcanan itikat bozukluğudur. Nasılsa, yargıyı bağımsızlıktan ari hale getirip ardından “bırakın da özgürce işini yapsın” diyebilmenin ahlaki ve hukuki karşılığının ivedilikle zuhur etmediği, siyasi bedelinin ise çabucak görülmesinin önüne engeller konmuş bir ülkede yaşamaktayız.    

 

Siyasi olduğunu düşünmeye meyyal olanlara da bahaneler hazır: “Zaten İstanbul iyi çalışmıyordu”; “Üzülmediler, sevindiler”! Aynı iktidar kafası, bu çıkışların yargının teslim alındığı, sistemin çürümeye itildiği vahamet tablosuyla ilgisinin kurulmasını zinhar arzu etmiyor. Zira bu çırpınışların, batmakta olan takayı denize kürek sokarak su üstünde tutmaya çalışmaktan farkı yok! Konsolide ettiğimizi düşündüklerimizin aklına da hakarettir ama siyasi kültürümüzde hâlâ iş gördüğü bilinmektedir.

 

İktidar, bu tercihiyle, özellikle son dönemlerde ekonomik alanda yaptığı ve halka nefes aldırdığını düşündüğü proje ataklarıyla toplumdan gelecek teveccühün yeterli olmayacağını da ikrar etmiş oluyor. Mefhumun muhalifinden rakiplerinin muhtemel ortak adaylarından ne derece çekindiğinin derecesini de orta yere seriyor. Uzun süre poker masasından kalkamayan birinin kayıplar ve yorgunluğun ardından elini belli etmeye iyiden iyiye başlaması gibi.

 

Yönetemediğinde, altından kalkamadığında inadındaki ısrar ve bunun neticelerini “faiz sebep enflasyon sonuç” politikasında; adalet tarafında ise özellikle siyasi yargılamalar cenderesinin ülkeyi getirdiği çelişkilerde ve simgeleşmiş halini de KHK’lılar konusunda görmüştük. Bu defa direkt lideri/liderliği ilgilendiren, içinde tarihe tekerrür yaptırır şekilde hukukun da bypass edildiği, yani rakiplerinin siyasi üstünlüğünün ayan beyan kabul edildiği bir ikrarla yüz yüzeyiz.

 

‘Altılı Masa’ya Altın Tepsi Yanında Yüklenen Sorumluluk

 

Bunun akislerinin daha ilk andan itibaren meyvelerini vereceğini düşünmemek olmazdı. “‘Altılı Masa’ öyle bir çıkış yapmalı ki, ülkeyi sarsmalı, büyük heyecan yaratmalı” beklentisinde olanların imdadına iktidar yetişmiş oldu. Altılı Masa, kendisinin üretip yola koyması beklenen ilk mitingini bu olay üzerine başlatmış oldu. Böylelikle Masa adına da çıta, onların da beklemediği bir faza çekilmiş oldu. Onlar da bundan sonraki içerik ve hızlarını buna göre ayarlamak durumunda kalacaklar. Bu çıtadan geriye düşmemeleri adına baskılanacaklar. Performans ölçümü bu milada göre yapılacak ve bu “fırsat”ın tepilmesinin bedelleri olacağı kendilerine sürekli hatırlatılacak.

 

Peki -hukuki süreç bir yana- buradan zaten yapılagelen İmamoğlu’nun adaylığı tartışması CHP içinde başka bir çıtaya evrilir mi? Hiç şüphesiz daha ilk günden seviyeyi buraya taşımak isteyenler oldu. Saraçhane’deki “Altılı Masa’nın en çalışkan neferi olacağım” sözlerini de, Kılıçdaroğlu’nun sürecin kontrolünü eline alma arzusuyla apar topar Almanya’dan dönüp, ayağının tozuyla İmamoğlu’na verdiği destek cümlelerinde Belediye Başkanlığına atıf yapıp, Saraçhane’deki konuşmasında “Hiçbir güç Ekrem İmamoğlu’nu İstanbul’a hizmet etmekten alıkoyamaz. Görevini şerefiyle yapacak” cümlelerini de bu tartışmadan bağımsız göremeyiz. Nitekim bu gelişmenin üzerine yapılacak anket çalışmaları da tartışmayı körükleyenlerin elini güçlendirecektir. Lakin aday kim olursa olsun, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na reva görülen hukuksuzluğun, seçim sathı mailinde onunla birlikte Türkiye’yi dolaşacağı izahtan varestedir.

 

“Peki Erdoğan bu yanlıştan geri döner mi?” diye sorsak. Tamam, inat ve akıl tutulmaları baki, lakin başörtüsüne özgürlük garantisi meselesini bile “gollük pas” olarak gören bir zihniyetin bunca pragmatizminin ardından kime sorsak “Neden olmasın?” demeyecek midir? O zaman ne denecek peki? “Bağımsız hukuk mu kararını vermiş olacak” yoksa “Erdoğan kumpası mı bozmuş olacak?” Eğer bu, muhalefete sunulmuş astarı yüzünde pahalı bir koz olarak görülürse elbette yeni bir hamle daha gelecektir. Peki o muhtemel hamle, yaşananları ve hissettirdiklerini unutturur mu? İktidarın hanesine artı yazar mı? İktidara daha büyük bir eksi yazması muhtemel başka bir büyük hatayı tetiklemez mi? Öyle bir hamle yapıldı ki, her türlü geri dönüşün türlü maliyetler üreteceği “aşağı tükürsen sakal…” misali bir durum hasıl oldu.

 

Kürt Seçmenle Empati Türkiye Sathına Yayılıyor

 

Soruna başka bir tarafından baktığımızda, aslında tüm belediyelerine kayyım atanmış Kürt seçmenin her gün yaşadığı bir sorunun bu defa Batı’da ve Türkiye’nin kalbi olan bir şehirde gerçekleşme riski artık sorunu ülke sathına taşımış oluyor. Kürt seçmenin dimağında olan gelişmeler, yaşadığı hukuksuzluklar ve yarattığı travma Batılı seçmenin empatisini hızlandıracak şekilde önüne konmuş durumda. AK Parti’nin kendi seçilmiş belediye başkanlarını görevden alması, sadece AK Partili seçmenin içine sindirmesi gereken bir olgu iken; bu defa AK Partilileri de içerecek şekilde muhafazakâr seçmenin de içine sinmesi mümkün olmayan, siyasi perspektifini etkileyecek bir düzleme doğru ilerliyoruz. Üstelik, üç yıl önceki seçim sürecinde yapılan haksızlıklar henüz onlar tarafından da sindirilmemişken. Sonuçları ne olursa olsun, gerçekleşmeyip sırf riskin tehdidiyle bile muhatap olmak, seçmen açısından yeterince öğretici ve etkileyici.

 

Sarmaldan Çıkış için Siyasi Kültürü İnkılaba Uğratmak Şart

 

Dejavulerle sarmalanan siyasi kültürümüz açısından durum hiç iç açıcı değil. Yargının mağdur ettiği siyasetçi ya da siyasi çizgiyi sahiplenip ödüllendiren bir toplumsallığa sahibiz. Herhalde bu konuda dünyada da çok yalnız değiliz. Lakin acaba bu da sağlıklı bir duruma işaret ediyor mu?

 

Gün olur 411 el kaosa kalkar, gün olur “Muhtar bile olamaz”, gün olur eften püften sebeplerle partiler kapatılmaya kalkışılır ve gün gelir Demokles kılıcı el değiştirir. 

 

Yargı eliyle yaratılan, liderliğe dayalı siyasi kültürün -popülizmi de kolaylaştıran- bir sarmal ürettiği, toplum ve siyasetin evrensel normlarla buluşmasını engellediği -ve geciktirdiği- de bir vakıa.

 

Yargının mağdur ettiğine, “Hakkını almalısın, biz de arkandayız” demekten öte “Al beni sen yönet” kıvamında, her şeyi teslim etmeye meyyal bir sosyal psikolojinin içindeyiz uzunca bir dönemdir. Çünkü normal seyrinde akan bir sisteme idareci değil, duygu durumları tatmin edici kurtarıcılar seçiyoruz. Bazen sadece karşısında olduğumuz birilerini yenme potansiyeli taşıması bile yetiyor. Turnusol tam olarak belli değil. Ölçütler müphem, duygusal ve geleneksel. Kimi, hangi lider ya da hareketi hangi normlara göre değerlendiriyoruz açık değil.

 

Mesela yargı kararları söz konusu olduğunda tarafı olduğumuz kesimlere meyleder şekilde kararlar alınmasını arzulamak sadece siyasetin değil, toplumun da motivasyonu. Yani aslında daha önceden zihnimizde verdiğimiz hükme yargıçların da imza atmasını bekliyoruz. Gerçekte hukukla değil, ideolojik duygusallıkla düşünüp hareket ediyor ve kafamızı her seferinde “…ayarını bozduğun kantar gün gelir seni de tartar…” sözüne tosluyoruz. Maalesef bu sözün içerdiğinin tercümesi, sosyo-politik bağlamda “Güç elimize geçtiğinde aynı muameleyi göreceksiniz”de karşılığını bulmaktadır. “Adalet mülkün temelidir” dedikten sonra aklımıza ilk gelen cümlelerden birinin bu olması, manidar şekilde derdimizin adalet ve basiretten ziyade intikamcılık olduğu; o rövanşizmin ise sıra bize gelene kadar aynı kültürü devam ettirip kendi çocuklarımıza zararlar biriktirdiğimiz bir sarmal olduğunu itiraf etmek istemeyiz.

 

Doğrusu, kantarın bozulmasına göz yumduğumuzda, kendi yakın vadeli geleceğimize darbe vurmanın yanında, siyasi kültüre olan güvenimizin zedelenmesinin temelinde de bu gerçekliğimizin olduğunu ıskalarız.  

 

Aslında dejavulerin ardından sürekli bu gerçeklerle yüzleşmek zorunda oluşumuz, hem ilkesel hem de zamansal bağlamda aynı kayıpları yaşıyor oluşumuz, değişim-dönüşümlerin rotasını da etkiliyor.

 

Kutuplaşmadan şikâyet etse de kendi kısa vadeli arzularının da o kutuplaşma sayesinde gerçekleşeceğine inanan ve duygu tatmininin uzun vadeli rasyonel kazanımlara tercih edildiği bir sosyal psikolojiyle sarmalanmışlığımızla yüzleşmeye pek azımız isteklidir.

 

Mağdur hangi tarafta yer alıyorsa, o tarafa dönük bütün ideolojik kompartımanların ortalığa boca edildiği ve “birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” zihniyetinin ayıplanıp, kriminalize edilip, hatta linçe maruz bırakılıp aklıselimin tard edildiği, kendimizi devlet (arzularımı güçle hayata geçirecek irade) yerine koymayı sevdiğimiz; adaleti, analizi, çözüm odaklı düşünmeyi toprağa gömdüğümüz ezberlere sarılmakta mahiriz.

 

Asıl tehlike de bu aslında. “İdeolojik ayrışma ve heybedeki turpların büyüklüğü farklı kesimleri (ya da durumu/olguyu) anlamaya engeller oluşturmakta” gibi bir cümle bile tahammülsüzlük ikliminin hedefi haline gelebiliyor. “İnsan bilmediğinin cahilidir” şeklindeki cümleyle “İnsan sabırsızdır/acelecidir” deyişlerini bir kenara yazalım. Aslında mesele tam da bu basitlikte. “Tanımlayamadığımız cisimler”in yok olması niyazında bulunanlarımız her kesimde mevcut ve asıl problemi de bu duygu durumunun sürekli tetikte olması oluşturmakta. “Birlikte” yaşıyoruz ama sadece tahammül ediyoruz! Tepemizde Demokles kılıcı gibi sallanan sadece yargı değil. Siyasetin bu kültürel seviyesi, onun ikinci bir emrine kadar topluma da bunları hissettirip yaşatıyor. Toplumun bu gerilimden çıkması o siyasetin de işine gelmiyor. Durumu sükunetle konuşma, aceleci olan toplum kesimlerini tatmin etmiyor. Cümlelerin uzaması sadece anlamayı zorlaştırmıyor, kayıp hissini de besliyor çünkü.

 

“Şu sanatçı/gazeteci bu muameleye maruz bırakıldıysa, bu camiaya neden şu reva görülmüyor?” eleştirisinin, çelişkiler yumağında ölçüyü hep kendimize yakın gördüğümüze yontmanın adalet duygusuyla uzak-yakın ilgisi yok. Nitekim tersi örnekler serdedildiğinde aynı umarsızlık bu defa bu tarafta peyda olmakta. O eleştiriler adalet arayışının değil, başka şeylerin hesaplaşması. Adil olmayan duygu durumlarının, ideolojik beklentilerin dışavurumu, o kadar. Peki ama zaten yaşaya yaşaya, tartışa tartışa gelişmeyecek mi bilinçlenme süreci? Öyle tabii ama soru “Niyet var mı?” olmalı ve bu noktaya odaklanmalıyız. Velev ki siyasette kazandırmıyor gibi görünse de.  

 

Yaşadığımız döngü, senelerce bitmek bilmeyen, uzadıkça uzayan Amerikan ya da Brezilya dizileri gibi. Her olayın merkezinde aynı motivasyon var. Mesela son trajik hadisede, “Bütün tarikat ve cemaatler kapatılsın” korosunun bize yaptırdığı dejavunün de bir farkı yok! Karşı taraf olarak gördüklerimizin hataları sayesinde kazandığını düşündüğümüz moral-ahlaki üstünlüğün bize her şeyi söyleyip savunabilmek hakkını verdiğini düşünürüz. Kategorik muhalifliğin törpülenmesinin, ülkedeki adalet duygusuyla yakın ilgisi olduğunu düşünmek istemeyiz. Bilendiğimiz öfkenin neticelerine odaklanırız. İcra eden iktidar bir yana, destek olduğunu düşündüğümüz kitleselliğe karşı genelleme yapma gücü ve hakkına sahip olduğumuzu farz ederiz. Tersinin zaten bilfiil aktif olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Deme ki hukuki normlar başta olmak üzere, evrensel değerlere vakıf olmakla onlara sadık olup bilfiil uygulamak arasında dağlar kadar fark var. Teorik doğruları her gün terennüm edip onları çiğnemeden gücü koruyamayacağına inanan muktedirler gibi.

 

İdeolojik beklentilerimizi, nadasa bıraktığımız öfkelerimizi harekete geçirecek birilerini seçmeyi, onlardan bizi bu şekilde tatmin etmelerini beklemenin adını siyaset koymuşuz uzun süredir. Tek Parti döneminden bu yana ortak aklın, birlikte yaşamın, çokkültürlülüğün değerinin trajik örneklerle unutturulduğu dönemleri siyasetin dönemsel/konjonktürel normali zannetmişiz. Bize yıllar ve nesiller kaybettirdiğini düşündüğümüz resmî ideolojiye kızarken onun gibi davranmaktan kendini alamamak gibi garabet bir halle çevriliyiz. O yüzden tanımayı, tanış olmayı, dinlemeyi, gözlemlemeyi, anlamaya çalışmayı, empatiyi, olguları anlayıp çözümleri birlikte düşünmek üzere derinleşmeyi nimet değil külfetten saydığımız bir kültürel atmosfere boğulduk. Siyaset toplumda bu vasatı yaratırken, toplumsal vasatın da siyasetin kumaşını belirlediği bir tavuk-yumurta hikâyesine mahkûm olduk on yıllardır.

 

Toplumu iyi anlamayı (ya da mahir siyasetçiyi), topluma daha önce ezberletilmiş olanlar üzerinde sörf yapabilme kabiliyetine sahip olmak olduğunu düşündük ezelden beri. 

 

İnsan Değil Sistem Seçmeliyiz

 

Evet bu günahların tümü sadece bugünkü iktidara ait değil; lakin son günahkâr üzerinden bu cendereden nasıl çıkacağımızı masaya yatıramazsak, yeni günahkârlar seçmekten kendimizi alamayacağız. Kime ve neye göre olduğunu bir kenara bırakalım ama “ahlaklı insan/lider” seçmeyi terk etmezsek dejavuler devam edecek. İnsan değil, sistemi dönüştürecek ve sistemi ahlaklı hale getirecek kadroları seçmek gerekiyor. Zihniyete odaklanmak gerekiyor. Mahalli örfleri devam ettirecek olana ya da kaleye bir süreliğine bayrak dikecek olanlara değil, elini taşın altına koyup sistemi köklü şekilde dönüştürecek olanlara yönelmek gerekiyor.  

 

Toplumu bu düşüncelere aşina hale getirmenin de tek reçetesi siyasetin önce bu dili ve zihniyeti kuşanması, eğitim sisteminin de bu gerçekler ışığında dönüştürülmesi.

 

Bu olmadığında, kimlikçi reflekslerle kötülüğün içeriden konuşulmasını engelleyenler de, karşıt kimlikçi motivasyonlarla “ne ıslahı, topunu yok et gitsin”cilerin de ayıplanması ve suçlanması mümkün olmayacak, vasatı ve aklıselimi savunanların boğulduğu iklim de bunlar tarafından sürekli zehirlenmeye devam edecektir.

 

Bir şeyi “ayıplama” ve “gayrı ahlaki” ilan etme ve bunun kültürleşmesi elbette zaman alacaktır. Ama kimin kime galebe çaldığına değil de bu ortak endişeye odaklanmak ancak farkındalık alanlarında elini taşın altına koyanlarla mümkün olacaktır. Elini taşın altına koyanların sadece akademide, entelektüel camialarda değil de siyasetin içinde yer alıp örneklik oluşturmaları, linç kültürünün üstüne gidip toplumun maslahatına olanı topluma göstermeye çalışıcı bir dil üretmelerinden başka çare yoktur.

 

Haksızlık etmeyelim; “Nasılsa kutuplaşmış bir iklim var, siyaset de bunun üzerine oturuyor, risk alsam anlaşılmaz ve kaybettirir” itikadını tersine çevirecek bir zemini üretmenin kaçınılmaz olduğunu kavramaya istekli olanlarımız artmakta. Bunun ilk adımı, olgulara uzak olanları olgulara yaklaştırmak, hatta mümkünse o olguları ayağına getirmekle mümkündür. Tabii, kutuplaşma konularında siyasi şahinlik görevi üstlenmiş siyaset ya da medya ağalarından değil, onların etkisi altında kalan toplum kesimlerinden bahsediyoruz.

 

Toplumsal düşünüş biçimlerinin, tabuların, ezberlerin dönüşümü elbette zor, hem de çok zordur. Ama siyasetin bu adımları attığı takdirde toplumda nasıl bir dönüşüme yol açabildiğini 2000’lerde gördük. Türkiye siyaseti ve toplumu tüm iç ve dış zorlamalara rağmen yaklaşık 14 yılını bu tecrübenin altında geçirdi. Siyaset ve toplum arasındaki güven ilişkisinin nelere kadir olabildiğini 90’larda asla konuşulamayan, konuşulduğunda yargının konusu olan konuların toplumun dimağında yarattığı olumlu etkilere şahit olduk. Sorun da zaten bugünkü iktidar yapısının, o günlerin taşıyıcısı kadrolardan oluşmaması, posa olarak geride kalanların da yaşadıkları dönüşümle alakalıdır. Yani siyasetin, toplumsal sinerjiyi arkasına alıp, ayıplandığını fark etmesi gereken ideolojik yüklerini rüzgâra bırakıp, evrensel normları küfeye atıp ilerlemesinin yaratacağı dönüşüme odaklanmak, “Böyle gelmiş böyle gider” diyen kadercilerin, kendini gerçekleştiren kehanetlerine çomak sokmak kaçınılmazdır. 

 

Umut etmekle başarmak için adım atmak arasındaki sıkı ilişkiyi 10-15 yıllık bir süreç yeter derecede öğretmiş iken, bugünkü sorunumuz maalesef araya 6-7 yıllık bir fetret döneminin girmiş olması. “Hele bir galebe çalalım da sonrasına bakarız”cıların, kutuplaşmacıların yüreğine su serpici, toplumun belli kesimlerinin kaybetmesinin kendi zaferlerini ima ettiğini entelektüel makyajlarla topluma zerk edenlerin ayıplanacağı günlere hazır olmak gerek oysa. “Kimin kazanıp kimin kaybettiğini belirleyen şey nedir ki?” sorusunun doğru cevabını bulmak için yol katedilmiyorsa, bunca gayret ne içindir ki? “İnşa etmemiz gereken ilkelerin, siyaset ve hukukun göz göre göre çiğnendiği ideolojik iklim yenisiyle yer değiştiriyorsa kazanan var mı ki?” sorgulamasını topluma yaptırabilmektir aslolan.

 

Ülkenin yapısal sorunlarının kolay aşılamayacağının bilincinde olmak kaydıyla, -iyi niyetli ve kapsamlı tartışmalarla- ihtiyaçlarımız düzleminde törpülenip ıslah edilebileceği konjonktürel süreçlerin işlemesi gerektiği de izahtan varestedir. Heyecan Yaratamamanın Kültürel Kodları başlıklı makalemizde, Altılı Masa’daki partilerin tabanlarında ortak bir sinerji ve motivasyon oluşturmanın zorluğunu da kapsar şekilde “Entelektüel ve sosyo-kültürel kodlarımız değişim/inkılaba inanıyor mu?” diye bir soru sorup cevabını aramaya gayret etmiştik. Altılı Masa’nın vizyonunun genişliği, misyonunun önemiyle toplumdaki karşılığı arasındaki korelatif ilişkinin niteliği ve çapı önemli. Gerek akademik ve entelektüel düzlemde gerekse toplum katmanlarında Türkiye gerçekliğini okuyanların zihin yapıları, itikatları, inançları, ideolojik konumlanmaları neyse, Masa’nın yaratacağı heyecan iklimine etki etme oranı da o. Yani “nasılsak öyle yönetiliyoruz” gerçekliği muhalefet safları için de aynıyla vaki. Değişime, sosyo-politik kültürümüzün dönüşümüne inanma, bu ihtiyacı kavramak ile bunu farklı toplum kesimleriyle birlikte gerçekleştirme ihtiyacını özümsemek ciddi bir yol katetmeyi gerektiriyor. Değişimimizin zorunluluğuna inanmak da, hangi norm ve değerlerin kurumsallaşması gerektiği bilincine ulaşmak da, bunları her zümrenin kendi içinde tartışabileceği iklimlerin oluşması da, şimdilik muhayyel gibi görünen geleceğin somut olarak yaşamlarımızda neşvünema bulması açısından oldukça önemli.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

emine uçak erdoğan

Bugünün dindarları, muhafazakârları; konu siyaset, ticaret, piyasa olunca dini yorumların güncellenmesini gayet kolaylıkla kabullendi, kabulleniyor… Ama söz konusu kadınları ilgilendiren, ataerkil konfor alanına giren konular olunca dini yorumları bırakalım, geleneksel, ataerkil toplumun dinin içine dahil ettiği konuların bile konuşulmasına-yeniden yorumlanmasına yanaşmıyorlar.

Son bir haftada sosyal medyada en çok paylaşılan ayet, Hucurât Suresi’nin altıncı ayeti olabilir: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın”. Ayetin bu kadar zikredilmesinin sebebi ise; Birgün Gazetesi’nde Timur Soykan imzasıyla çıkan ve bir haftadır gündemi alt üst eden haber… Aynı süreçte ‘üç harfli marketler’, özellikle de BİM aleyhine bir kampanya yürütülüyordu. Komplo teorileri havada uçuştu, sahipleri tarafından iftira olarak nitelendirilen nice haber-paylaşım yapıldı. Ama kimsenin aklına Hucurât Suresi gelmedi… Cerrahpaşa’da binlerce çocuğun cinsiyet değiştirdiği için sıraya girdiği gibi tevatürleri duyduklarında da hatırlamadılar ayeti; yalan haberlerle, altlıklarla oluşturulan diğer gündemlerde de…

 

Haber yayınlandıktan sonraki tepkisellik önceki zamanlarda yaşananlar gibiydi. Önce bir sessizlik, görmezden gelme… Bakanlığın müdahilliği, iktidar sözcüsünün yorumlarıyla bu aşama mecburen terkedildi. Ardından H.K.G’nin kardeşlerinin ‘psikolojisi bozuk’ demeye getirdikleri açıklamalar ve fotoğraflar karşı atak için kullanıldı. Üç konuda birleşti bu karşı ataklar, ‘siz önce flört eden çocuklara, evlilik dışı ilişkilere bakın’, ‘din düşmanı olduğunuz için böyle yapıyorsunuz’, ‘kız altı yaşında değildi, daha büyüktü’…  Bir de mahcup bir şekilde fotoğraflar üzerinden kızın ‘rızası’ olduğunu ispat çabası…  Şimdilerde savcılık dosyasındaki ses kayıtlarından sonra kerhen bir güncelleme geldi. ‘Fasık’a takılıp kalmamak lazımmış, devlet müdahil olduysa mevzu bahsedildiği gibi olabilirmiş. Diğer dini kurumlarda, vakıf ve yurtlarda yaşanan taciz-tecavüz, istismar haberlerinde de durum aşağı yukarı bu şekilde yaşandı.  

 

“Kol Kırılır Yen İçinde Kalır”

 

Meselenin taciz-istismar olması da gerekmiyor; tıp öğrencisi Enes Kara’nın bir cemaat yurdunda intihar etmesinin ardından da aynı şekilde savunma refleksleri gösterildi, baskı ortamlarının oluşturduğu sorunlar konuşulmadı. Bu tavra sebep olarak da; ‘karşı mahallenin’ toptancı yaklaşımı, din-dindarlık karşıtı çıkışları gösteriliyor; oysa bu tavır için zaten yeterince veciz bir sözümüz var; “Kol kırılır yen içinde kalır”. Hepsi neyse de, bir de mağdurun karşısında konuşlanıp, karşı tarafı aklama çabası vardı ki; tam bir el insaf durumu ve yukarıda bahsedilen ‘toptancı yaklaşımın’ bir sebebi de bu oluyor.

 

Daha önce de yazmıştım, bugünün dindarları, muhafazakârları; konu siyaset, ticaret, piyasa olunca dini yorumların güncellenmesini gayet kolaylıkla kabullendi, kabulleniyor… Ama söz konusu kadınları ilgilendiren, ataerkil konfor alanına giren konular olunca dini yorumları bırakalım, geleneksel, ataerkil toplumun dinin içine dahil ettiği konuların bile konuşulmasına-yeniden yorumlanmasına yanaşmıyorlar.

 

Çocuk Yaştaki Anneler

 

Nikâh meselesi de böyle… Diyanet nihayet çok açık bir şekilde “hem fiziksel hem de ruhsal olgunluğa erişmeden, aile kurmanın anlam ve sorumluluğunu idrak edecek ‘rüşt yaşına’ işaret etse de geleneksel yorumda evlilik için adet görme, yani büluğ yeterli görülüyor. Sadece cemaat ve tarikatlarda değil, geleneksel dindarlığın olduğu yerlerde de 14-15 yaş, evlilik için ‘normal’ görülüyor. TÜİK’in verilerine göre 2021 yılında 7.190 çocuk doğum yaptı. Doğum yapanların 117’si 15 yaşın altındaki çocuklar oldu. Yine aynı verilere göre, 2001-2021 yılları arasında toplam 569.383 çocuk doğum yapmış. Kayıtlara girmeyenlerle bu sayının daha yüksek olduğunu belirtmeye gerek yok.

 

Bir haftadır gündemi meşgul eden olayda H.K.G’nin altı yaşındayken kendisine nikâh kıyıldığını söylemesi herkesi haklı olarak şoke etti. Oysa altı kadar 13-14 yaş da şoke edici olmalı. Ama bu olayda gördük ki; 13-14 yaş normal gibi gösterilmeye çalışıldı, fotoğraflar üzerinden ‘yetişkinlik’ imalarıyla… H.K.G, savcılıktaki ifadelerinde bu durumun, yani küçük yaşta nikâhın, evliliğin zamanla normal olduğunu düşünecek bir ortamın içinde kalıyor. İstenildiği kadar olmaz densin ama dini grupların büyük çoğunluğu için evlilik için adet görme yeterli görülüyor ve bugün artık regl yaşının 9-10’lara düştüğünü hatırlarsak; durumun vahameti iyice ortaya çıkıyor.

 

Kültürel Altyapı, Dini İnanış ve Yaşantılar

 

Gelenekle, yaşanan döneme uymayan yorumlarla yüzleşmek istenilmemesi böyle durumlar yaşandığında olanı tevil etmeye, mağduriyeti normal görmeye, gördürmeye vardırıyor. Konunun önemli bir yönü, bu duruma meşruiyet, normalleştirme sağlayan kültürel altyapı, dini inanış ve yaşantılar. İkinci yön ise; devletin, hukukun ve özellikle de sosyal politikanın alanı… Devlet bu alanı tamamen denetim dışı bırakmış durumda. Oysa yaş büyütmelerden, eğitim sistemine sokulmayıştan ve yargıya yansıyan olaylarda gerekli soruşturmaların yapılmasına kadar birçok alanda denetime, takibe ihtiyaç var. Bunu sadece taciz, istismar olayları için dile getirmiyorum; nihayetinde çok küçük yaşlardaki çocukların ağır ve kapalı bir eğitime, hele de yatılı devam etmesi başlı başına sorun.

 

Kendileri, dünyevileşmenin maddi-manevi imkânlarını, konforunu yaşarken toplumun büyük bir kesimi için en katı kuralların uygulandığı tarikat-cemaat yaşantısını ‘kutsal kale’ gibi korumaya çalışan iktidar muhafazakârlarının bu olayda yine sesi gür çıktı. Kendi çocuklarına kreşten-üniversiteye dünya standartlarında eğitimi hak görürken; başkaları için küçük yaşta çocukların ağır baskıyla eğitim gördüğü kursları, medreseleri savunuyorlar. Taciz-istismar olmasa da hem fiziki hem de çocukların ruhsal durumu açısından sağlıksız olan bu ortamların konuşulmasını, ‘dine savaş açılmış’ gibi göstermeye çalışıyorlar. Kendi gündelik hayatlarında hiç uymadıkları bu yaşam tarzına kutsallık atfedip, sorunlarını görünmez kılıyorlar. Bu ikiyüzlülük, kadının ikinci sınıf görüldüğü, mal-eşya gibi kaderinin önce babasının sonra kocasının insafına bırakıldığı sistemi büyüten en büyük mekanizma. Mekanizma, gücünü sadece bu yapılardan değil; okul müdüründen gazetecisine, vekilinden bürokratına, yargısına, ikiyüzlülüğün bayraktarlığını yapan herkesten alıyor…

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

menekşe tokyay

‘Gaslighting’, iki kişi arasındaki bir sorun olmanın ötesinde, eşitsiz bir sosyal bağlam ve güç dengesizlikleri içerisinde toplumdaki kırılganlıkları, zafiyetleri ve marjinalize edilmiş bazı gruplara yönelik stereotipleri, ırkçılığı, cinsiyetçiliği, kadın düşmanlığını ortaya çıkarıyor. En önemli enstrümanı da geleneksel medya ve yeni medya.

Amerika’nın en eski sözlük yayıncısı Merriam-Webster Sözlüğü bu yılın kelimesini seçti: Gaslighting. Bu yıl hakkındaki aramaların yüzde 1740 oranında arttığı belirtilen kelimenin kökeni, İngiliz oyun yazarı Patrick Hamilton’ın 1938 yılında kaleme aldığı aynı adlı (Gas Light) bir kitaptan geliyor.

 

Kitabın konusu, Kraliçe Victoria dönemi Londra’sında orta sınıfa mensup bir çiftin aldatmacalara dayalı evliliği. Öyle bir aldatmaca ki, koca Jack, karısı Bella’yı delirmeye başladığına ikna etmeye uğraşıyor, onun algılarını manipüle ediyor ve karısının akıl sağlığını sorguluyor; çünkü Bella evlerindeki gaz lambasının kısıldığı ve evde ayak sesleri duyduğu konusunda iddialı.

 

Oysa Bella’nın bu düşüncesinin ardında belki de küçük yaşta tanıklık ettiği bir cinayetin izi vardır. Belki de eşini bilinçli bir şekilde manipüle edip gaz lambasını kendisi kısan ama kısılmadığını iddia eden koca, onu akıl hastanesine gönderdikten sonra evde gizli olduğu iddia edilen mücevheri daha rahat arayabilecektir, kim bilir?

 

Kitap 1944 yılında Beyaz Perde’ye uyarlandı ve başrolde Ingrid Bergman’ın yer almasıyla birlikte 7 Oscar ödülü kazandı.

 

Peki ne demek bu meşhur gaslighting? Genellikle “sanrıya zorlamak”, “yanıltmak”, “gerçeklik algısını bozmak” veya “zihinsel karartmak” gibi öneriler kulağa hoş gelse de henüz bu “moda” kelimeye TDK tarafından bir karşılık önerilmiş değil. Ancak ev-içi şiddetten mobbinge, medya etiğine, siyasete dek birçok alanda aslında her gün yaşadığımız bir durum.

 

Siz de arama motorlarına başvurmadan önce arama sayılarını biraz azaltmak pahasına, Merriam-Webster’ın tanımından yola çıkarak tüyo veriyorum: Bir kişinin kendi çıkarları doğrultusunda başka birini bilinçli olarak yanıltması, psikolojik manipülasyon teknikleri uygulayarak birinin kendi bilgisinden, belleğinden, hakikate dair algılarından dahi şüphe etmesini sağlar hale getirilmesi.

 

Çağımızın Kelimesi

 

Buna bir tür “duygusal istismar” hali de denebilir. Yani, sizden daha büyük bir güce sahip olan biri veya bir seçkinler topluluğu tarafından hakikate dair algınız ve bilginiz sürekli değiştirilmek ve “zehirlenmek” isteniyor.

 

Dezenformasyonun, mezenformasyonun, sahte haberlerin, komplo teorilerinin, derin sahtelerin yılın her günü kesintisiz şekilde aramızda kol gezdiği, teknolojik araçların insanların yaşamlarını kolaylaştırmanın yanı sıra onları yanıltmak için de kullanıldığı bir dönemde tamamen “çağımızın kelimesi”nden, bir tür zeitgeist’ten söz ediyoruz.

 

Eşi üzerinde kontrol ve tahakküm sağlamak adına onu çirkin, şişman veya beceriksiz olduğuna ikna eden bir erkek düşünün. Bir noktadan sonra karşısındakini gerçekten de çirkin, şişman veya beceriksiz olduğuna ikna etmiş olsun. Dolayısıyla, eşinin hakikate dair algısını, özsaygısını ve aynada karşı karşıya kaldığı kişiliğini zedelemiş olsun.

 

Üstelik bu koca, eşine psikolojik ve fiziksel şiddet de uyguluyor. Eş, kendisini o kadar tecrit edilmiş hissediyor ki, acil yardım hatlarına dahi başvuracak bilgi ve deneyime sahip değil. Yapayalnız. Ailesine can havliyle sığınmayı deniyor, olmuyor. Karakola gidiyor, olmuyor. Kocasından şiddet görmesine rağmen “kocandır bu, sever de döver de” diyerek onu hep geri gönderiyorlar. Şiddetin tüm fiziksel kanıtlarına karşın…

 

Her akşam da, eş, eve geri dönüyor. Hem de hiçbir şey olmamış gibi… “Sen de aşırı hassas davranıyorsun” diyor; şiddetin evliliğin doğal akışında bir şey olduğuna inandırmaya çalışıyor karşısındakini. Hatta şiddete yol açmış olduğunu iddia ettiği “hafifletici nedenleri” sıralıyor, onu “histerik olmakla” suçluyor, hatta ona şiddet uygulamadığını, eşinin ayağı takılıp düşerken yüzünü dolaba çarptığını söylüyor ve bir noktada da bu yalanı tekrarladıkça eşini inandırıyor. Tahakküm ilişkisinin geçerli olduğu bu evrende, kadın bir noktadan sonra herhangi bir dış yardım almadığı sürece hakikatini deforme ediyor ve bu hayata razı oluyor. Bazen ölümü pahasına da olsa…

 

Acil Yardım Hatları

 

Bu konuda ABD ve Avrupa’da uzun zamandır önalıcı çalışmalar yürütülüyor. Örneğin Teksas merkezli Ulusal Hane-içi Şiddet Yardım Hattı, günün 24 saati, haftanın 7 günü 200’ün üzerinde dilde gaslighting mağduru kişiye destek hizmetleri sunuyor. Getirilen öneriler arasında ise, yaşadıklarına dair bir günlük tutmaları, bunu güvenli bir yerde saklamaları, yaşadıkları duygusal istismara dair ses kaydı almaları, görsel kanıt olarak fotoğraflar çekmeleri ve bunları gerektiğinde güvendikleri bir dosta veya aile üyesine göndererek depolamaları yer alıyor.

 

Bizde de Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’nun Acil Yardım Hattı başta olmak üzere şiddet karşısında hakikatle bağın kopmaması ve sanrıya zorlanmamak adına birçok destek seçeneği mevcut.

 

Her ne kadar kelimenin çıkışı psikoloji olsa da, toksik/marazi ilişkilere benzer şekilde hakikat-sonrası siyasette ve politik propaganda araçlarında gaslighting’e maruz kalıyoruz.

 

Seçim dönemlerinde siyasi partilerin liderleri veya bazı belediye başkanları hakkında seçmenlerin belleklerini, yargılarını, algılarını sorgulamalarına neden olan psikolojik manipülasyon tekniklerine sık sık tanıklık ettik. Bu teknikler uygulanırken, “öteki”leştirilen kişilere dair anlatılar tersine çevrildi, zaman zaman dikkat dağıtıldı, hatta seçmen o kişilere oy vermek üzere sandığa giderken kendisini suçlu hissetsin diye medya kanalları üzerinden dezenformasyona bile başvuruldu.

 

Örneğin Altılı Masa’nın her toplantısı veya ortak her projesine dair medyanın bir kanadından kasıtlı ve yanıltıcı paylaşımlar geldi. Bu paylaşımların amacı, dikkatleri asıl meseleden uzaklaştıran kurgusal söylentiler yaymak idi. Medya okur-yazarlığında sınıfta kalan toplum ise, bu manipülatif içeriklerin büyük kısmını “satın aldı”.

 

Batı ve Doğu Cephelerinde Durum Nasıl?

 

Geçtiğimiz sene İngiltere eski başbakanı Boris Johnson, vergi artışları konusunda Britanya kamuoyunda gaslighting yapmakla, çalışan kesim üzerinde vergiler artarken “vergileri kestik” iddiasında bulunarak gerçekleri saptırmakla suçlanmıştı.

 

Donald Trump’ın başkanlığı sırasında bir gün söylediği şeyi bir başka gün asla söylemediğini iddia etmesi, hakikati yok sayan ve kendi anlatısını tüm karşıt kanıtlara rağmen empoze eden, kendi gerçekliğini Amerikan halkına tek gerçeklik olarak sunan yaklaşımı da gaslighting örnekleri arasında.

 

Putin’in Ukrayna işgalini “oradaki neo-Nazileri ayıklayacağız” ve “barış koruma güçleri göndereceğiz” söylemleriyle gerekçelendirip hakikati deforme etme çabaları da buna örnek verilebilir.

 

Benzer şekilde, #MeToo hareketi de, bu terime sıklıkla başvurmuş, cinsel şiddet ve taciz mağdurlarının maruz kaldıkları şiddet esnasında kendi değerleri konusunda ne kadar da şüpheye düşürüldükleri ve itibarsızlaştırıldıkları görülmüştü.

 

Dolayısıyla, gaslighting, iki kişi arasındaki bir sorun olmanın ötesinde, eşitsiz bir sosyal bağlam ve güç dengesizlikleri içerisinde toplumdaki kırılganlıkları, zafiyetleri ve marjinalize edilmiş bazı gruplara yönelik stereotipleri, ırkçılığı, cinsiyetçiliği, kadın düşmanlığını ortaya çıkarıyor. En önemli enstrümanı da geleneksel medya ve yeni medya.

 

2020 yılında ABD’nin Minneapolis kentinde dolandırıcılık şüphesiyle gözaltına alınan siyah Amerikalı George Floyd’un yerde direnmeden yatarken ve elleri arkada kelepçeliyken “nefes alamıyorum” dediğini gösteren tüm video kayıtlarını hatırlıyor musunuz? Floyd, dokuz dakika boyunca diziyle boynuna bastırarak nefessiz bırakan bir polis memuru tarafından öldürülmüştü.

 

Peki, polis memurunun avukatı ne yapmıştı? Elbette gaslighting! Floyd’un “aşırı doz uyuşturucu kullandığı” ve “daha önce mevcut olan hastalığı” sebebiyle öldüğü yönündeki savunması, Amerikan toplumundaki ayrımcılık ve ırkçılığa dair gaslighting çabalarının bir ürünüydü.

 

Liste de Süreç de Uzun

 

Dolayısıyla, gaslighting aslında toplumda kurumsallaşmış olsun veya olmasın mevcut makro düzeydeki eşitsizlikler ile gündelik yaşantımızda yaşadığımız mikro düzeydeki tahakküm girişimleri arasındaki etkileşimin, yani devasa bir sürecin ürünü.

 

Hakikatimizi eğer sağlam temeller üzerine kurgulamadıysak, medya okur-yazarlığımız güçlü değilse, her duyduğumuza ve her gördüğümüze inanıyorsak, gaslighting’in olağan kurbanlarına ve açık hedeflerine dönüşüveriyoruz.

 

Upuzun bir gaslighting kaynağı var karşımızda… Alıcı uçta da bizler…

 

Ekonomik durumu abartıyorsunuz, aynı enflasyon oranı tüm dünyada var” veya “Çok uzun kuyruklar oluşuyordu, bu nedenle zam yaptık” diyerek cüzdanlara ve geçim dertlerine yansıyan acı gerçeklerin yapısal sebeplerini unutmamızı isteyenler… Bir litre sütün hangi ara 20 lira olduğunu, çocukların en temel gıdalar olan et ve sütü artık tüketemediğini görmememiz için çabalayanlar…

 

“Sahte hekimcilik” oynarken ameliyathanede dikiş atacak kadar psikolojik sorunlarını başkalarının canıyla oynamaya vardıranlar karşısında “Meslek aşkının cesaretlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yok mu hekim olmak için yanıp tutuşan bu kızı burslu okutacak bir tıp fakültesi?” diyerek meslek etiğine, sahtecilikle mücadeleye, dürüstlüğe dair algı çerçevelerimizi bozmak için köşelerini kullananlar…

 

Gerçekleri hakikat bağlamından koparmakta giderek çığır açan, bir gün ak dediğine ertesi gün kara diyen, bir gün yerin dibine soktuğunu diğer gün baş tacı eden, enflasyon kelimesini zikretmemek için sürekli “fiyat artırımı” diyen anaakım medya organları…

 

“Anayasa’da kadına, engellilere ve çocuklara karşı pozitif ayrımcılık var” diye övündükten sonra kadınların 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde özgür ve eşit bir yaşam için yürüyüş yapma hakkını engelleyenler…

 

İstanbul Sözleşmesi ve “Gaslighting”

 

“İstanbul Sözleşmesi Batı’nın Türkiye’ye dayattığı bir sözleşmedir” diyerek aslında bu sözleşmenin Türkiye’de 6284 sayılı Ailenin Korunmasına ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun başta olmak üzere kadınların şiddet karşısında koruyucu ve önleyici tedbirlerle güçlendirildiğini görmememizi, Türkiye’nin de hazırlık sürecinde Avrupa Konseyi’nde yoğun mesai harcadığı İstanbul Sözleşmesi’nin önemine dair algı çerçevelerimizi deforme etmek isteyenler…

 

Okullarda açlıktan bayılan çocukların iyi olma halini düzeltmek ve okullara ücretsiz yemek programı getirilmesini sağlamak adına birbiri ardına verilen yasa tekliflerini teker teker reddedenler…

 

Engelli-dostu olmadığı için okula erişimlerinde hep sorun yaşayan tekerlekli sandalyeli çocuklara dair hakikati gizleyen ve toplumda engellilerin olduğunu ancak takvimler Engelliler Günü’nü gösterdiğinde anımsayanlar…

 

Veya tüm mültecileri “hırsız”, “uyumsuz” veya “pis” olmakla itham edenler… Sigortasız çalıştırdığı Suriyeli mültecilere ağır çalışma koşulları hakkında kimseye şikâyette bulunma haklarının olmadığını söyleyerek onların haklarına dair algılarını manipüle eden bir patron…

 

Karşılığında ise, psikolojik travmaya uğrayan, toplumdan uzaklaşan, depresyona sürüklenen, anksiyete geliştiren, özgüveni zedelenen, anaakım medyaya güvenmeyen bireyler…

 

Gaslighting’de amaç hep ortak: “Öteki”leştirilen veya üzerinde denetim kurulmak istenen kesimin olaylar ve hakikate dair algılarını deforme etmek, onları bilişsel olarak belirli bir çerçeveye yerleştirmek ve onun dışına çıkmamaları için de onları sürekli psikolojik iplerle kukla misali idare etmek…

 

Uzun Sürede Fark Ediliyor

 

Gaslighting, fiziksel şiddet gibi anlık bir durum da olmayabiliyor. Yaşadığı duygusal istismarın bir kişi tarafından fark edilmesi aylar ve hatta yıllar alabiliyor. Dolayısıyla, etkilerinden kurtulmak da uzun zamana yayılan bir durum.

 

Medya ve toplumsal ilişkiler üzerinden yaşadığımız, zaman zaman Meclis’te ve siyaset kulislerinde de karşımıza çıkan gaslighting’i duygusal ve bilişsel bir istismar olarak kabul edip bu durum karşısında bilinçlenmemiz ise, Türkiye’deki doğruluk kontrolü ve doğrulama kuruluşları sayesinde yavaş yavaş olanaklı hale geliyor.

 

Lakin çıkmadık candan umut kesilmez. Umarım 2023’te yılın kelimesi, insan ilişkilerinde aldatmaca ve manipüle etme odaklı olmak yerine güvene, barışa, demokrasiye, insan haklarına, işbirliğine ve empatiye atıfta bulunan bir kelime olur. Hayal bu ya… Ne de güzel olur…

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Besim F. Dellaloğlu

Her semavi dinin bir ucu uhrevi olanda diğer ucu ise dünyevi olandadır. Hatta her din bir tür uhrevi/dünyevi algoritmasıdır. Bu anlamda dinler, dindarlıklar her zaman biraz sekülerdir, her zaman da öyle olmuşlardır.

Yine bir oksimoronla başladık! Türkçe okuryazarlığın çoğunluğu için. Yazının başlığından söz ediyorum. Elbette bu, en azından, benim için geçerli değil. Yani ben sekülerliği ve dindarlığı birbirlerinin karşıtı olarak görmüyorum. Üstelik bu, benim kişisel tercihime de dayanmıyor. Tarihsel olarak, özelikle vahiy dinleri bağlamında hiçbir zaman bugün Türkiye’de genelde kabul edildiği tarzda mutlak bir sekülerlik/dindarlık karşıtlığı mevcut olmamıştır da ondan. Birçok başka meselede olduğu gibi burada da kafa karışıklığı bence din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gereken tercihlerin taşıyamayacakları kadar büyük makro-politik anlamlar kazanmış olmasından ileri gelmektedir.

 

Meseleye temelinden başlayalım. Yani kavramları netleştirmeyi deneyelim. Vahiy kutsalın kökenidir ve uhrevi olanla dünyevi olan arasındaki ilk temas noktasıdır. İçerikleri, tarihsellikleri farklı da olsa tüm semavi dinler vahiy inancına, kabulüne dayanırlar. Ancak bir vahiy inancından tarihsel bir dine otomatikman geçilemez. Bir dine mensup olmak anlamında dindarlık esas olarak bu inançla, kabulle ne yapılacağına dair olandır. Eninde sonunda dindarlık, bir faninin vahiy inancını bu dünyada yaşadığı bölüm için geçerli olan bir kavramsallaştırmadır. Dindarlık tecrübesi bu dünyada vuku bulur. Bu anlamıyla da sekülerdir. Uhrevi olmayan, dünyevi olan manasında. Vahiy, Tanrı’nın insanla iletişim kurmasıdır. Din ise bu tecrübenin üzerine dindarın kendine bir hayat kurmasıdır. Bir kitabımda mealen şöyle demişliğim vardır: “Vahiy, yani kutsal yakar. Onu avucunuza alamazsınız. Din kapsamında ele alınabilecek bütün kavram ve kurumlar, örneğin ibadet, hukuk, günah vb. vahye dokunabilmeyi mümkün kılan eldiven gibidir. Din buzdağının bizim sandığımızdan çok büyük bir bölümü sekülerdir aslında”. Dolayısıyla her semavi dinin bir ucu uhrevi olanda diğer ucu ise dünyevi olandadır. Hatta her din bir tür uhrevi/dünyevi algoritmasıdır. Bu anlamda dinler, dindarlıklar her zaman biraz sekülerdir, her zaman da öyle olmuşlardır. Uzun lafın kısası ne kavramsal olarak ne de tarihsel olarak sekülerlik ve dindarlık birbirinin ötekisidir, hiç de olmamıştır. Üstelik bu algoritmanın muhasebesinin yapılacağı makam da bellidir inananlar için. Yani din dünyevidir ama sadece bu dünyada tamamlanmaz.

 

Sekülerliğin Modernlikle Sınırlanması

 

Bir diğer önemli mesele seküler olmanın modern olmakla, hatta Batılı/Batıcı olmakla, hatta ve hatta Türkiye’de Cumhuriyet Modernleşmesi sonucunda ortaya çıkan suni bir şey olarak görülmesidir. Oysa bu konuda geçtiğimiz haftalarda Perspektif’te yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi söz konusu olan daha çok siyasi laikliktir. Toplumsal sekülerleşme ise daha çok ortalama dindarın zihniyet dünyasındaki değişimlerin takibini içerir. Sekülerleşmenin modernlikle sınırlanmasının abesliğini bir önceki paragrafta zaten açıkladığımı sanıyorum. Tekrar etme pahasına bir kez daha yazayım: Seküler olan, her tarihsel dinin içinde zaten potansiyel olarak mevcuttur. Bu potansiyelin hangi yöne doğru hareket edeceğini ise genellikle müminin yaşadığı hayat belirlemiştir. Yani onun ötesi sadece bir dozaj tartışmasıdır.

 

Seküler olanı sadece Batılı/Batıcı etkiyle sınırlamak ise özellikle bugün için bir politik kurnazlık olabilir ancak. Bu mesele bütün teolojilerin, yani Tanrı veya Din felsefelerinin en ateşli temasıdır ve bütün dinleri ve insanlığı çerçeveleyebilecek bir konudur. Vahyinin tarihselleşmesinden yüzyıllar sonra bir din için “sıfır sekülerlik”ten söz açanların, bunu akıldan geçirebilenlerin gerçekten yakından incelenmesi gerekir bence. Bunun için bile asgari teoloji lazımdır. Türkçede kullanıldığı anlamıyla ilahiyat teoloji midir? Başka bir yazının konusu olarak not edeyim kenara.

 

Türkçe İslamcı okuryazarlıkta bu savın savunma mevzilerinin ilki, İslam’ın zaten dünyevi bir din olduğu, dolayısıyla bu konuda Avrupa’da olduğu gibi bir Reformasyon’a ihtiyacı olmadığı önermesidir. Ki bu tez zaten İslam’ın fıtratında seküler bir din olduğunu örtük bir biçimde de olsa kabul etmektir. Bu mevzi aşıldığında ise İslamcı okuryazarlıkta ikinci bir savunma hattı, sekülerleşme yerine ısrarla Protestanlaşma kavramına başvurmada kurulur. Bugün bile birçok İslamcı okuryazarın Protestanlaşmanın aslında Hıristiyan sekülerleşmesi olduğunu bildiğinden pek emin değilim. Yani sekülerleşme kavramsal olarak Protestanlaşmanın daha evrensel bir halidir. İslamcı zihniyet cari dindarlığın, kendisinin de pek onaylamadığı değişim hatlarını “Protestanlaşma” diye niteleyerek “seküler” kavramını pas geçer. Dolayısıyla bu şekilde İslam, seküler olana hiç temas etmeyecek bir şekilde kavramsal olarak vakumlanır. Oysa bunu sistematik olarak yapanların yaşadıkları hayata baktığımızda en azından son dönemde çok hızlı, bayağı, hazmedilmemiş bir sekülerleşmenin yaşandığını görmek için dahi olmaya pek gerek yoktur. Bunu görebilmek için bile asgari bir mesafe şarttır. Oluşların adını koymak, yani kavramsallaştırmak ancak belli bir mesafeden mümkündür. Bu anlamda nitelikli bir teoloji yapabilmek, bu alanda kavram üretebilmek için gerektiğinde Tanrı’ya, dine belli bir mesafeden bakabilmek gerekir. Bu sefer “bakabilmek” dedim, çünkü o da görebilmenin ön koşulu.

 

Laisizm Politikalarının Rolü

 

Ancak bütün bunların böyle olmasında geçtiğimiz yazılarda sözünü ettiğim Osmanlı-Türkiye tecrübesinin laisizm politikalarının da önemli rolü olduğunu vurgulamak gerekir. Bir toplumda bir şekilde birlikte yaşayan hiçbir ideoloji, hiçbir zihniyet, hiçbir tutum ve davranış sadece kendi vakumunda yeşermez. Toplum birleşik kaplar gibidir. Her biri diğerinin olduğu halden rol çalar. Son zamanlarda sosyolojik nazarımda gündeme gelmeye başlayan “ilişkisellik” kavramı aslında tam da bunu ifade eder. En azından ben böyle yorumluyorum. Aslında kabaca şunu söylemeye çalışıyorum: İslamcılarda “seküler” ve “laik” olana karşı bu kadar güçlü bir tepkinin birikmiş olmasının sorumlusu sadece onlar değildir. Hatırlıyorsanız geçen bir yazımda İslamcılığı laisizmin ötekisi olarak nitelemiştim. Yazının başlığı olan seküler dindarlığın oksimoronluğunu Türkçe okuryazarlığın tümü için vurgulamıştım, sadece İslamcı bölümü için değil. Bu savımın en önemli kanıtı ise laisist söylem açısından da seküler dindarlığın bir oksimoron olmasıdır. İslamcılar sekülerliği dindarlığa yakıştıramazlar. Laisistler ise dindarlığı sekülerliğe. Toplumsal varoluşların ilişkiselliğini anlatabilmek için zaman zaman derslerimde, konferanslarımda “aynı tencerede pişmiş olmak” ifadesini kullanmışlığım çoktur. Bu anlamda laisizm ve İslamcılık aynı tencerede pişmişlerdir. Lezzetleri birbirine karışmıştır.

 

Seküler dindarlık kesinlikle ve kesinlikle bir oksimoron değildir. Tarihsel bir gerçekliktir. Dindarların çoğu sekülerdir zaten. Hatta kendi sandıklarından çok daha fazla. Sekülerlerin çoğu da dindardır. Çoğu zaman kendi sandıkları tarzda olmasa bile.

 

Bu meselenin kayıtsızlık, deizm, ateizm, agnostisizm vb. boyutlarına ise henüz hiç gelmedim bile. Umarım onlar da ileride yazacağım yazıların konusu olurlar.

İLGİLİ YAZILAR

DÜNYA KUPASI

Tamam futbolu boykot edelim; ama yanı başımızdaki hibelerin, servetin ve silah tedariki anlaşmalarının izini de sürebilelim.

DÜNYA KUPASI

2022 Dünya Kupası’nın, bir süredir ekonominin güç merkezlerinden biri olan Katar’ın meşru bir kültürel ve siyasal aktör olarak uluslararası arenaya vardığını müjdelemesi bekleniyordu. Şu ana kadar beklenenin tam tersi oldu. Kupa, çarpıcı bir biçimde Katar’ın aleyhine döndü, başarabildiği tek şey de dikkatleri ülkenin göçmen işçileri istismarına, LGBTQ+’lara ve kadınlara yönelik baskısına çekmek oldu. Pazar günü gerçekleşen açılış töreni (BBC alışılmadık bir biçimde açılış törenini yayınlamamayı tercih ederek Katar 2022’nin yanlışlığına odaklandı) genel anlamda zorlama bir neşe dayatıyor ve abartılı övgülerle göz boyamaya yönelik olduğunu hissettiriyordu. Katar hükümdarının sade karşılama sözleri bile, geri planda gizlenen ve işaret edilen bir şeyler olduğu hissi uyandırıyordu.

 

Görünüşe göre, turnuva etrafında yoğunlaşan bu tuhaf hal, “etrafından dolanılan” bir insan hakları sorununun halka yansımasının zaferiydi. Bu girişimin ortaya çıkış şeklinde insanları kızdıran bir şeyler vardı. Etkinlik kış aylarında, Avrupa futbol sezonunun tam ortasında gerçekleşiyor, tesislerin inşası için ucuz emek ve emek sömürüsü kullanılıyor; böylece para dünyayı dilediği gibi eğip büküyor gibiydi. Bir Dünya Kupası elçisinin eşcinselliği “zihinde bir hasar” olarak tanımlamasının ve Danimarkalı bir gazetecinin halka açık bir alanda yayın yaptığı esnada çekim yapmayı bırakmaya zorlanmasının da yer bulduğu yakın tarihli manşetler tüm bunları doğruyor görünüyordu. Bayern Münih ve Almanya’nın eski oyuncusu Philipp Lahm gibi oldukça tanınmış futbolcular Kupa’ya katılmayacaklarını, Lionesses takımının kaptanı Leah Williamson ise bir dolu ihlalin olduğu böylesi bir müsabakaya “ilgi duymadıklarını” söylüyordu. Barselona ve Paris gibi belli başlı Avrupa kentleri maçları halka açık alanlarda yayınlamazken, kupanın elçisi David Beckham’a merasimlerden çekilmesi konusunda yoğun bir baskı yapıldı.

 

Ancak protestolara zarar veren ve dengesini bozan bir şeyler de var: Katar, muntazam bir topluma geçişini hızlandırmakta olan güçlü devletlerin desteğine talip olma yoluyla manevralar yaparak kendisini bu önemli konuma getirebildiğinde, buradaki aktörlerin, oyuncuların ve hatta izleyicilerin eylemleri odaktan düşüyor gibi. Katar; Birleşik Krallık, Avrupa ve ABD tarafından tepeden tırnağa silahlandırılmış durumda ve Avrupa topraklarında devasa ve kârlı finans ve gayrimenkul işlemlerinde ortak girişimcilerden biri. Katar devleti Britanya’da en çok mülke sahip olanlar arasında onuncu sırada. Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmaya hak kazandığı için, İngiltere tarafından kendisine gelişmiş gözetleme donanımı da dahil milyarlarca sterlinlik silah satış lisansı verildi.

 

Özellikle Londra ile özel bir ilişkisi var ve bu ilişki Westminster’in beyan edilen armağanlar defterinde de görülebilir. Dünya Kupası öncesinde Katar’ın Britanyalı vekillere verdiği armağanların değeri, hükümetleri Britanyalı vekillere bağışta bulunan diğer 15 ülkenin toplam harcamasından fazlasına karşılık geliyordu. Muhafazakâr parti vekili ve Birleşik Krallık Bakanlar Kurulu’nun gey olduğunu açıklayan ilk ismi olan David Mundell, Katar’dan 7.473 pound değerinde ağırlama hizmeti aldı ve bundan birkaç ay sonraki bir parlamento toplantısında Katar’da LGBTQ+ haklarına ilişkin olarak başka bir vekil tarafından gündeme getirilen meselelere cevaben “Katar’ı eleştirenlerin enerjilerini Birleşik Krallık’ta profesyonel futboldaki LGBT meselelerine yönlendirmesi” gerektiğini dile getirdi.

 

Yani tabii David Beckham daha iyi bilir, ama kendisi siyasal uca doğru büyük bir hamle yapmayacak. Katar bir parya devlet değil, Körfez monarşileri ile derin ittifaklar kuran ve onlara dokunulmazlık sağlayan Batılı sponsorların küresel siyasi sisteminde varlığını sürdürüyor. Ülkenin gücünün temelleri, Avrupa da dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanına ihraç edilen gaz üretimi ile gelen enerji zenginliğinde yatıyor. Yumuşak gücü ise, stratejik olarak Batı’da ve Batı ile sağlam jeopolitik bağlar geliştirmeye yatırım yaparak destekleniyor.

 

Ve işte bu bağların gücü, sorumluluğun bizde, futbolcularda, antrenörlerde ve zor sorulara yanıt vermek zorunda olan ya da katılıma ve takımlara, neyin söylenmesi neyin söylenmemesi gerektiğine karar veren organizasyon organlarında olduğu anlamına geliyor. Bu arada, hükümetlerden gelen mesaj da açık ve net. Emmanuel Macron, geçtiğimiz hafta “Sporu siyasallaştırmamalıyız” diyor, tam olarak Katar’ın (Katar’a Fransız silahları ihracı, 2017-2021 arasında 2012-2016’da olduğunun 25 katıydı) ağır toplarla birlikte olduğunu ima ediyordu. Şu hâlde, böyle bir üst düzey devlet koruması söz konusuyken etkili bir boykot ya da protesto nasıl olmalı?

 

Bundan önceki Dünya Kupası’nın Rusya’da, Skripal’ın zehirlenmesinin hemen ardından çok da irdelenmeden yapılmış olduğu gerçeği, şu aralar Katar eleştirilerinin ön saflarına itilenlerin elini daha da zayıflatıyor. Muhaliflerini avlayan ve LGBTQ karşıtı bir “eşcinsel propaganda” yasası çıkaran Rusya’nın nispi geçiş izni, Katar’ın aldığı darbeyle karşılaştırıldığında, öfkeli iyi niyete belli belirsiz bir önyargının eşlik etmediğini öne sürmeyi zorlaştırıyor. Burada, daha köklü bir futbol mirasına sahip olan Avrupa ülkelerinin, sporla tarihsel ilişkisi yok denecek kadar az olan Körfez’deki acemilerden meşru görüldüğü bir tür kültür bekçiliği var. Geçmişteki hataları hesaba katmamak, Katar’ın kendini dünyevi ilerlemenin sembolü olarak konumlamasını sağlıyor ve FIFA başkanı Gianni Infantino gibilerine ülkenin “zorbalığa uğradığını” iddia etme fırsatı veriyor.

 

Nasıl Bir Boykot?

 

Can sıkıcı bir soru da, neyin boykotu hak edecek kadar ciddi bir insan hakları ihlali sayıldığı. Son 20 yıldır yüzlerce tutuklunun yargılanmadan tıkıldığı ve birçoğunun işkence gördüğü, yasal bir boşlukta varlığını sürdüren açıkta büyük bir cezaevi işletmek sayılır mı mesela? Guantanamo, binlerce göçmen işçiye sistematik olarak kötü muamele etmekle aynı şey değil. Fakat bu gibi farklılıklar her zaman nesnel bir ölçüm meselesi olmaz, mesele bizi bazı ihlallere alıştıran ve diğerlerine duyarlı hale getiren anlatıların ne kadar başarılı bir şekilde satıldığı.

 

Şu hâlde, çabalarımız kendi hükümetlerimiz, irdelemediğimiz önyargılarımız ve çifte standartlarımızla uyuştuğunda kendimizi ahlaki masumluk testlerine tabi tutmanın ne faydası var? Mesele sizin ya da benim önümüzdeki birkaç hafta kupayı izleyip izlememiz değil. Eğer mesele bir itirazda bulunmak ve tavır almaksa, o zaman bunu yapmanın yolu boykot sanırım. Ama amaç Katar’daki göçmen işçilerin, LGBTQ+’ların ve kadınların hayatları daha iyi hale gelebilsin diye gerçek bir baskı oluşturmaksa, o zaman yakınlarımıza baksak ve çabalarımızı ülkemizde sürdürsek iyi ederiz.

 

Katar ve dünyanın demokratik olmayan diğer zengin rejimleri, Britanya’da ve bunun bir uzantısı olan küresel sahnede, lobiciliğe açık bir parlamenter sistemle, kazançlı bir silah endüstrisiyle ve küresel zengin seçkinlere yönelik bir gayrimenkul ekonomisiyle güçlendiriliyor. Katar, rekabete girerken maruz kalacağı incelemeyi hafife almış olabilir, ancak kesinlikle doğru yaptığı bir hesap var: Futbol gürültüyü bastırdığı için öfke dağılacak ve dikkatler başka yerlere çevrilecek. Dünya Kupası bir ay sürüyor; kirli siyasi ittifaklarsa sonsuza dek.

 

Bu yazı The Guardian sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sporun bir endüstriye çevrilmesi, oyuncuları robota dönüştürmeyi hedefleyen sıkı disiplinli ve teknokratik bir oyuna yol açtığı için, bozulan, profesyonel futbol ruhu oluyor. Galeano’nun belirttiği gibi, bu yaklaşım futbolun “tüm eğlencesine engel oluyor”; maksimum üretkenlik ve kârı artırmak adına “neşeyi yok ediyor, fanteziyi öldürüyor ve cüretkârlığı yasaklıyor.”

2022 Dünya Kupası Katar’da başlamadan bir ya da birkaç hafta önce, Meksika’nın güneyindeki Guerrero eyaletinin sahil kenti Zihuatanejo’da yürürken, plastik bir Coca-Cola şişesiyle futbol oynayan çocuklara rastlamıştım. Herhangi bir yerde futbol oynayan her çocuk grubu gibi neşeli ve hareketliydiler. Kola şişesininse ne yazık ki tam da kurumsallaşmış şirketlerin saldığı zehirle yönetilen bir dünyaya uygun düştüğünü düşündüm.

 

Coca-Cola ve futbolun birlikteliğinin eskiye dayandığı düşünülürse, kola şişesinin futbol topu olması uygundu. Logosu 1950’den bu yana Dünya Kupası maçlarının her yanında görülmesine rağmen şirket, 1978’den bu yana Dünya Kupası resmi sponsoru. FIFA ile resmi birlikteliğiyse 1974’te başladı. Bu ortaklık, herhalde gençliğin gelişmesi için insan sağlığına zararlı bu kahverengi sıvıyı sindirmelerinden daha iyi bir şey olmadığı için, başlangıçta gençlik gelişim programlarını teşvik etme amacındaymış gibi görünüyordu.

 

Bu birliktelik küresel kapitalizmin futbolun ruhunu sömürme, sahanın ortasında ve dışında ne varsa bir kâr aracına dönüştürerek ve metalaştırarak, iptidai bir eğlenceden geriye ne kaldıysa onu ortadan kaldırma çabası anlamında, buzdağının görünen kısmından fazlası değil elbette. “Sponsorluk” dediğimiz kurumsal propaganda seli dikkate alındığında, konudan bihaber futbol izleyicisinin Adidas’ın bir futbol takımı olduğunu ya da maçların Emirates ile Etihad havayolları arasında yapıldığını sanması mazur görülebilir.

 

Ve elbette, uluslararası marka değerini artırmak için en önemli futbol müsabakalarına sponsor olmak gibisi yok. Çin şirketleri de bunun farkında ve Katar Dünya Kupası harcamalarında başı onlar çekiyor.

 

“Hareketli Reklamlar”

 

Uruguaylı ünlü yazar ve sağlam bir futbol tutkunu Eduardo Galeano ilk kez 1995 yılında yayımlanan El Fútbol a sol y sombra (Gölgede ve Güneşte Futbol, Can Yayınları, 2017) adlı kitabında her futbolcunun, bu durumdan hoşnut olsun olmasın, nasıl “hareketli reklam”a dönüştüğüne dikkat çekiyordu. 1950’lerin ortalarında, dönemin önde gelen takımlarından olan Montevideo Penarol kulübünün formalarına reklam alması dayatıldığında takımın 10 üyesinin itiraz etmeden reklamlı formalarıyla sahaya çıktığını, Siyah oyuncu Obdulio Varela’nınsa bunu yapmayı reddettiğini hatırlatıyordu: “Biz Siyahları burnumuzdaki halkalarla çekerlerdi. O günler geçmişte kaldı.”

 

İşe aşırı derecede büyük miktarda para dahil olduğunda, elbette futbol sadece eğlence ve oyun olmuyor. Adidas’ın kurucusu, Nazi Partisi’nin partiye gönül vermiş eski üyelerinden Adi Dassler’in oğlu Horst Dassler’e bakın. Dassler, 1982’de International Sports and Leisure isimli bir şirket kurdu. Bu şirket kurulur kurulmaz Dünya Kupası da dahil olmak üzere FIFA faaliyetlerinin pazarlama ve televizyon haklarının tümünü aldı. Bu, o zamanlar FIFA’nın başkanı olan Joao Havelange’ye rüşvet verilerek yapılmıştı. Adı geçen Havelange ise, 1978’te Buenos Aires’te yapılan Dünya Kupası’nda Arjantinli diktatör Jorge Videla’nın yanında içtenlikle boy gösteren Havelange’den başkası değil.

 

Yedi yıl süren kirli bir savaşta 30 bin kadar solcu şüphelinin katlinin ya da zorla kaybedilmesinin nihai sorumlusu bu diktatörlüktü. Kirli savaşa yeşil ışık yakansa tabii ki, dünyayı kapitalizm için güvenli kılma arayışında ekibinde daima daha zararlı sağcı rejimlere yer vermeye can atan ABD’ydi.

 

1998’de Havelange’nin yerini, sınır tanımadan oy satın almak ve finansal verileri manipüle etmekle suçlanan, Galeano’ya göre Havelange’ı “Hayırsever Rahibe”ymiş gibi gösteren, Sepp Blatter aldı. Galeano 2015 yılı Nisan ayında, ABD Adalet Bakanlığı 14 FIFA yetkilisini ve kurumun yönetim kurulu üyesini yolsuzluk suçlamasıyla sansasyonel bir biçimde tutuklamadan bir ay önce hayatını kaybetti. ABD Adalet Bakanı Loretta Lynch, söz konusu şahısların “dünya futbolu işini kendi menfaatleri ve zenginlikleri için yozlaştırdıklarından” yakınıyordu.

 

ABD’nin gayet iyi bildiği gibi, yolsuzlukla zenginleşme ve kurumsal dokunulmazlık, araştırmacıların ortaya koyduğu gibi bizatihi sporda da bir “seçkinleştirme” yaratan, kapitalizmin usulüne uygun işlerdir. Royal Society tarafından 2021 yılı Aralık ayında yayımlanan bir çalışma “futbolun, üzerinden aşırı bir biçimde kazanç elde edilebilir bir hale gelmesinin” büyük Avrupa liglerindeki takımlar arasındaki eşitsizliğin artmasına ve maç sonuçlarının daha öngörülebilir olmasına yol açtığı sonucuna vardı. Bu sporun yönetiminden sorumlu olanlar dahi, bunun futbolun küreselleşmesi olduğunu iddia etseler de söz konusu süreç, metanın ve şirketlerin küreselleşmesine has eşitsizliği kopyalıyor.

 

Kaybolan Futbol Ruhu

 

Aslında sporun bir endüstriye çevrilmesi, oyuncuları robota dönüştürmeyi hedefleyen sıkı disiplinli ve teknokratik bir oyuna yol açtığı için, bozulan, profesyonel futbol ruhu oluyor. Galeano’nun belirttiği gibi, bu yaklaşım futbolun “tüm eğlencesine engel oluyor”; maksimum üretkenlik ve kârı artırmak adına “neşeyi yok ediyor, fanteziyi öldürüyor ve cüretkârlığı yasaklıyor.” Ne de olsa sihirden kâr sağlanmaz.

 

Neyse ki daima bu programa dahil olmayı reddeden birileri olur. Galeano’nun nazarında, 1933’te Rio de Janeiro’da yoksulluğa doğan Brezilyalı futbolcu Mané Garrincha tüm futbol tarihinde, bu oyunu “bir parti daveti”ne dönüştürerek izleyicisini oldukça mutlu eden gerçek bir oyuncuydu. “Açlıktan ve çocuk felcinden kurtulan, … bir bebek beynine, S şeklinde bir omurgaya sahip, bacaklarından ikisi de aynı yana eğilmiş bu şekilsiz”in atletik bir geleceği olma ihtimaline burun kıvıran doktorlara göre bu çok fazlaydı. (Sonunda kapitalizm kazandı ve Garrincha 1983’te, yoksulluk içinde ve yalnız öldü.)

 

Arjantin’in, kentin yoksul kesiminden gelen futbol virtüözü Diego Maradona da sahnenin diğer tarafında kalarak, sporda televizyon tiranlığını kınayarak, futbolda emek hakkını savunarak, futbol kulüplerinden finansal şeffaflık isteyerek, Filistin’in davasını destekleyerek sınırlara meydan okudu ve genel anlamda güçleri çileden çıkardı. 1994 Dünya Kupası’ndan atılana kadar sahada da modern vasatlığa o eski büyüyü zerk etmeyi sürdürdü.

Bu arada futbolun ruhsuz, para odaklı sığlığına yakın bir tarihte, geçtiğimiz yıl, direnç gösterildiğini gördük: Birleşik Krallık’taki öfkeli taraftarlar, baskı oluşturarak seçkin kulüp sahiplerinin ceplerini daha da doldurmaya yönelik bir Süper Lig projesinin çökmesini sağladılar.

 

Tabii ki kapitalizm profesyonel futbolla kesinlikle önemli bir gol attı.

 

Ama yine de bu spor, futbol endüstriyel kompleksinde dönen milyarlarca doların çok uzağında, Meksika’dan Mozambik’e kadar her yerde, spor sahalarında, çim sahalarda ve çamurlu arazilerde sayısız insanın kolektif kimliğinin bir ifadesi ve bir tutku kaynağı olmayı sürdürüyor.

 

22. Dünya Kupası Katar’da devam ediyor. Bugün hayatta olsaydı Galeano tümden televizyona yönelik bu manzarayı eleştirir ama yasaklanan eğlenceden biraz olsun tadabilmeyi, katıksız bir görkem ve güzellik anı yakalayabilmeyi umarak elinde birasıyla televizyonundan maçları da izlerdi şüphesiz. Çünkü Zihuatanejo yakınlarında Coca-Cola şişesini tekmeleyen çocuklardaki gibi, futbolda da kapitalizmin ha deyince ortadan kaldıramayacağı bir şeyler var.

 

Bu yazı Al Jazeera tarafından yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için buraya tıklayınız.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

dünya kupası katar

2010’da Güney Afrika’nın, 2014’te Brezilya’nın, 2018’de Rusya’nın ve 2022’de de Katar’ın dünyanın en çok izlenen spor olayına ev sahipliği için seçilmesi, söz konusu ülkelerin yükselen ekonomiler olmasıyla ilgiliydi. Küreselleşmeden dönüş göz önünde bulundurulduğunda, ileride yine bu ülkelerin seçildiğini görür müyüz?

dünya kupası katar

22’nci Dünya Kupası başladı. Yüzyılın başında, küçücük Katar’ın bir gün Dünya Kupası’na ev sahipliği yapabileceği kimin aklıma gelirdi? İşte oldu, Katar Dünya Kupası’nı ağırlıyor. Şaşırtıcı olan tek şeyse, bu durumun pek de şaşırtıcı bulunmaması.

 

Mesleki kariyerimin büyük bir kısmında, bu müthiş oyun ve küresel ekonomi arasındaki ilişkiyi araştırdım. Bu ikili takıntımı, Goldman Sachs’ta, ondan önce de Swiss Bank Corporation’da, 1994’ten 2010’a kadar oynanan Dünya Kupaları’nın her biri için özel yayınların hazırlanmasına başkanlık ederek sürdürdüm. Bu yayınların ilkinden sonra dünyanın dört bir yanındaki üst düzey merkez bankası mensuplarından mesajlar aldım. Bazıları bu yayının, yaptığımız yayınların en iyisi olduğunu söylüyordu. Ekonomi olayları ve piyasalar hakkında ne sıklıkta yayın yaptığımız dikkate alındığında, bu hem komikti hem de üzerine eğilmek gerekiyordu. Ülkelerin ulusal liderlerini ve futbolun önemli isimlerini konuk yazar olarak bize yazmaya ikna ettik. Bir keresinde Manchester United’ın efsanevi menajeri Alex Ferguson tüm zamanların en iyi dünya takımını seçti.

 

Şu ana dek, ABD, Fransa, Güney Kore ve Japonya, Almanya, Güney Afrika ve Brezilya ev sahipliğindeki altı ayrı Dünya Kupası’na katılabildim. Buralardaki deneyimlerime dayanarak, Dünya Kupası’nın farklı milletleri ve kültürleri buluşturan etkinliklerin en muhteşemlerinden biri olduğunu söyleyenlere eşlik edebilirim. Bu hissi en yoğun haliyle 2002’de Seul’da yaşamış olmakla birlikte, bu birlikteliğin canlı bir örneği sayılan Almanya’daki 2006 Dünya Kupası’nın ardından taraftar bölgelerinin ortaya çıkmasıyla birliktelik ruhu kayboldu.

 

Futbol ve dünya ekonomisinin durumu arasındaki ilişki, turnuvaya ev sahipliği yapacak ülkelerin seçiminde oldukça belirginleşiyor. FIFA’nın, içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk 20 yılında yükselen ekonomi denilen ekonomilerin istikrarlı yükselişine dayanarak, 2010’da Güney Afrika, 2014’te Brezilya, 2018’de Rusya ve şimdi de Katar seçiminin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Gelecekte diğer iki BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan grup) ülkesinin dünya kupasına ev sahipliği yapacak küçük gruba dahil olabileceği kanısındayım.

 

Son yıllarda önemli ülkelerin çoğunun içe yöneldiği dikkate alınırsa, bu olaya ev sahipliği yapmak istemenin bile sonuna gelmiş olabilir miyiz? Buna talip olan yükselen piyasa ülkeleri, dünyanın en çok izlenen turnuvasını düzenleyebilmeyi giderek daha da zor bulabilir mi? Ya da tam tersine, dünya bir süre sonra daha rahat, küreselleşmekte olan ve kapsayıcı bir uluslararası düzene doğru yön değiştirebilir mi? Çok daha derin bir soru da sorulabilir: FIFA dünya ekonomisinin ve küreselleşme derecesinin öncü veya gecikmeli bir göstergesi mi?

 

Bu yılın Dünya Kupası’nın sahip olduğu büyük önemin en açık ilk işaretlerinin, önümüzdeki dört hafta boyunca müsabakaların nasıl ilerleyeceğinde ve çok daha önemlisi kaçımızın maçları seyredeceğinde görülebileceğinden şüpheliyim. FIFA gelirlerinin omurgasını müsabakalar oluşturuyor. Muhtemelen profesyonel kulüplerin çok daha istikrarlı bir kazanç sağlama arzusunun verdiği motivasyonla, şimdiden turnuvaların iki yılda bir gerçekleşen bir etkinliğe dönüştürülmesi veya halihazırdaki dört yılda bir formatın dört yılda bir gerçekleşecek kulüp tabanlı bir müsabaka ile desteklenmesi konuşuluyor.

 

Küresel ekonominin geleceği son 20-30 yılda olduğundan farklı olursa, bu durum FIFA’nın karar sürecine de yansır. Yükselen piyasa ülkelerinin, 2010’dan bu yana turnuvalara ev sahipliği yapan ülkelerin küresel ekonominin büyümesine sağladığından daha az katkı sağlaması halinde, FIFA’nın maçların ileride bu ülkelerde oynanması konusunda isteklilik göstereceğini varsaymak güç.

 

1980’ler, 1990’lar, 2000’ler ve 2011-20 arasında küresel reel gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) ortalaması sırasıyla yüzde 3,3, yüzde 3,3, yüzde 3,9 ve yüzde 3,7 idi. Son 20 yıldaki ivme, kesinlikle gelişmekte olan ülkelerdeki güçlü büyümeden kaynaklanıyordu. Bu da FIFA’nın ev sahiplerini alışıldık futbol kalelerinin dışından seçmeye başladığı döneme denk geliyor. Hâlâ sekiz yılı varsa da içinde bulunduğumuz 10 yılda bu eğilim tersine dönebilir gibi görünüyor.

 

Kupayı Kim Alır?

 

Peki ya bu yılın kazananları kim olur? Geçmişte yaptığım yayınların popülerliğinden, yarı finale kalacak dört takımı tahmin etmenin ötesine geçmemem gerektiğini öğrendim. Zira, öncelikle ekonomi tahminlerine yaklaşımda sergilenen gerçekçiliğin Dünya Kupası’na yaklaşımda da sergilenmesi gerekiyor ve ayrıca tüyo vermediğimiz ülkelerin liderleri bunu genellikle hoş karşılamıyor.

 

Tarihle başlıyorum. Sadece sekiz ülke Dünya Kupası kazandı. Favorilerden biri her zaman beş kez kupa alan Brezilya. Brezilya bu seneki kadrosuyla turnuvanın en güçlü takımlarından biri gibi görünüyor. Daha önce kazanan diğer takımlar Arjantin, Uruguay, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve İngiltere’ydi. İtalya bu sefer elemeyi geçemedi ama kazanan büyük ihtimalle bu takımlardan biri olacak.

 

Bu yıl ya da önümüzdeki yıllardan birinde İngiltere yeniden kupa alacak, ama bu daha önce kupa alan takımlardan herhangi biri de olabilir. Diğerlerinden Danimarka, Hollanda ve Portekiz genel olarak ekonomi ve nüfus bakımından kendilerinden beklenenin üzerinde bir performans sergileyebilir. Kazanan kim olursa olsun, geleceğe dair işaretlerin tümünü takipte olacağım, hep yaptığım gibi.

 

Bu yazı Project Syndicate tarafından yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için buraya tıklayınız.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

lionel messi arjantin

Arjantinlilerin ve Arjantin muhiplerinin, ilk günden itibaren, Messi’den tek bir isteği var: Maradona’nın yaptığını yapmak ve dünya kupasını Buenos Aires’e getirmek. Kendileri için olduğu kadar, belki de ondan da çok, Messi için de istiyorlar bunu. Çünkü Messi’nin muazzam kariyerindeki tek eksiklik bu; her şeyi var ama dünya kupası yok. Ve Katar-2022 de bu eksikliğini gidermesi için son şansı!

lionel messi arjantin

Futbol dilencilerinin kısmetinin açıldığı günlere giriyoruz çok şükür, zira Dünya Kupası başlıyor. Perspektif’te işaret fişeğini Ahmet (Çiğdem) Hoca çaktı; evrensel tarafsızlık ilkesini çiğnedi, nerede durduğunu cümle âleme duyurdu. El mecbur, bizim de safımızı belli etmemiz gerek! Hem dört yılda bir gelen ve her seferinde bizi kendisine meftun eden bu ziyafet hakkında birkaç kelam etmezsek, ayıp da olur.

 

Kupanın bir asra yaklaşan tarihinde top, ilk kez Müslüman bir ülkede yuvarlanacak. Maçlar öncesinde gerek ev sahibinin Katar olarak seçilmesine gerek mevsim şartlarına ve gerek statların inşası döneminde yaşanan hak ihlallerine dair çok sayıda eleştiri yapıldı. Elbette bunların haklı oldukları taraflar var.

 

Mamafih bugünküne benzer eleştiriler kupanın dününde de vardı ve muhtemelen yarınında da olacak. Futbol artık devasa bir endüstri; hesaba katılması gereken çok sayıda dinamik ve aktör var. Herkesi tümüyle ikna ve tatmin etmenin de olanağı yok. Dolayısıyla hiçbir zaman dört başı mamur, kılçıksız ve herkesi mutlu mesut eden bir kupa organizasyonu göremeyeceğiz; her zaman çeşitli itirazlar dile getirilecek. Getirilsin de, teyakkuzda olmak iyidir.

 

Artık tecrübeli bir kupa izleyicisi sayabilirim kendimi; nihayetinde -öyle ya da böyle- kupanın 92 yıllık ömrünün neredeyse yarısına tanıklık etmişliğim var. Kupadan söz edilince, ilk 1978-Arjantin düşüyor aklıma.

 

Aslında o kupaya dair anımsadıklarım, gerçekten yaşadıklarım mıdır, yoksa sonradan okuduklarımın, izlediklerimin ve duyduklarımın etkisiyle zihnimde kurguladıklarım mıdır, pek emin değilim. Lakin ister kurgu ister gerçek olsun, kendimi üzerinde Kempes forması Diyarbekir sokaklarında top sürüklerken hatırlamak/düşünmek bana iyi geliyor.         

 

36 Yıllık Hasret

 

1982-İspanya’da ise artık ne istediğini bilen, bilinçli bir çocuktum. Gözüm bir Maradona’ya değdi ve bir daha da başka birini aramadı. Futbol sahasında hayatın gizemini çözdüm, gerçi sonu feci bir sükût-u hayal ile bitti ama olsun ben kahramanımı bulmuştum. O kahraman, dört yıl sonra, 1986-Meksika’da, bizi mutlu sona ulaştırdı. 1990-İtalya’da, bir kere daha hayallere daldıracaktı ki, Alman panzerlerine takıldı. Onun kupaya uzaktan bakan yaşlı gözleri, futbolda bir devrin kapandığını işaret ediyordu.

 

Hülasa 1978’de hayal meyal, 1982’den beri de istikrarlı ve kararlı bir Arjantin taraftarıyım. Ne yazık ki Mavi-Beyazlı takımım, 1990’dan sonra pek bir dikiş tutmadı. Maradona’nın son kez sahne aldığı 1994’te, son 16’da kupaya veda etti. 1998’de çeyrek finalde, 2002’de grup aşamasında, 2006’da çeyrek finalde havlu attı.

 

Güney Afrika’da düzenlenen 2010 Dünya Kupası, birçok Arjantinli için gündüz gözüyle görülen bir rüya gibiydi. Çünkü efsane Maradona takımın başında, onun 10 numaralı forması da halefi olarak gösterilen Messi’nin sırtındaydı. Biri kulübede diğeri sahada iki futbol büyücüsünün işbirliğiyle kazanılacak bir kupanın tadına doyum olmazdı. Fakat rüya erken bitti; Maradona tarihin en iyi futbolcusu olabilirdi ama kötü bir hocaydı; hiç de fena sayılmayacak bir kadrosu olmasın rağmen Arjantin, kupaya çeyrek finalde veda etti.

 

2014’te finalde bir kere daha Almanya’ya takılan Arjantin, 2018’de de son 16 turundan sonra evine döndü. Yani -az buz değil- tam 36 yıllık bir hasret var. Artık bu hasreti daha fazla uzatmamak lazım, Arjantin şampiyon olmalı!

 

Avrupa Merkezciliği Aşmak için Arjantin

 

Ahmet Hoca, Tangocuları neden desteklememiz gerektiğine dair dört sebep sıralamış: Bir, “Latin Amerika’nın kesik damarlarından akan yoksulluğun acısını dindirecek bir ilaç henüz icad edilmemiş durumda.” İki, Latin Amerika’nın futbol dışında dünyaya kafa tutmasını sağlayacak bir silahı da yok. Üç, Avrupa merkezciliği aşmak istiyoruz ve bunun en gerçekleştirilebilir olduğu yer de futbol sahası. Ve dört, Messi.

 

“Bu adam, oynadığı futbolun, Barcelona’daki şampiyonlukların unutulacağına dair bir inanç taşıyor. Elindeki son imkân ve son fırsat bu dünya kupası.”

 

İlk üçüne de katılırım ama doğrusu ben en çok Messi ile alakadarım. Messi, Maradona’nın Arjantin adına son dünya kupasını kaldırmasından bir yıl sonra, aynen Maradona gibi, fakir bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası her Arjantinli futbolsever gibi bir Maradona hastasıydı. Adeta futbol için yaratılmış oğlunu daha adım atar atmaz topun arkasına taktı, ona büyük bir destek verdi.

 

Messi’nin inanılması güç bir futbol zekâsı ve yeteneği vardı. Topu ayağına aldığı anda farkını hissettiriyordu; hızlıydı, çabuktu, güçlüydü. Onu durdurmak, ondan topu almak imkânsıza yakındı. En zor hareketleri basitleştiriyor, akıl almaz golleri sanki topu boş kaleye yollarmış rahatlığında atıyordu. Göz kamaştıran bir özveri ile oynuyor, çarpıcı bir sadelikle taraflı tarafsız herkesi kendine hayran bırakıyordu. 

 

Halkın Gönlündeki Sarsılmaz Taht

 

Sahip olduğu özellikleri sayesinde Messi, kısa sürede önlenemez bir yükselişe imza attı. Barcelona’ya, İspanya’ya ve bütün bir Avrupa’ya damgasını vurdu. Bir Real Madrid taraftarı olarak onun Barcelona için ter döktüğünü görmek az acı vermiyordu. Teselli, onun Arjantin için de oynayacağını bilmekti; onu Mavi-Beyaz forma içinde izlemek yürek yangınını biraz dindiriyordu.

 

Arjantinlilerin ve Arjantin muhiplerinin, ilk günden itibaren, Messi’den tek bir isteği var: Maradona’nın yaptığını yapmak ve dünya kupasını Buenos Aires’e getirmek. Kendileri için olduğu kadar, belki de ondan da çok, Messi için de istiyorlar bunu. Çünkü Messi’nin muazzam kariyerindeki tek eksiklik bu; her şeyi var ama dünya kupası yok. Ve Katar-2022 de bu eksikliğini gidermesi için son şansı!

 

Eğer kupayı kaldıramadan sahalardan çekilirse, bu hem onun hem de onu sevenlerin yüreğinde hep bir sızı olarak kalır. Oysa Messi gibi birinin futbol hayatı böyle bitmemeli; o, dünya kupasını almadan defteri kapatmamalı. Evet, belki bir kupayla tescil edilemeye ihtiyaç duymayacak kadar “büyük” oynuyor ama yine de dünya kupasını kazanmak bir başka.

 

Velhasıl Messi’nin kupayı almasını, bu son vazifesinin altından da yüzünün akıyla çıkmasını ve kariyerini müthiş bir sonla taçlandırmasını çok ama çok isterim. Çünkü onun da Maradona gibi halkın gönlünde sarsılmaz bir tahta oturabilmesi için Ortadoğu’daki son tango, mutlulukla bitmeli! Lamı cimi yok, Messi o kupayı Katar’dan alıp Arjantin’e getirmeli!

 

O halde, Vamos Messi, Viva Argentina!

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.