2023 SEÇİMLERİ

Perspektif, seçim dolayımında ortaya çıkan toplumsal fotoğrafı ve siyasetin topoğrafyasını analiz ettiği ve geçtiğimiz günlerde ikinci kısmı yayınlanan soruşturmanın üçüncü bölümü için Siyaset Bilimci ve Yazar Prof. Dr. Nuray Mert, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Mahmut Hakkı Akın ve Siyaset Sosyoloğu Dr. Cuma Çiçek’in görüşlerine başvurdu.

 

“MİLLET İTTİFAKI İÇİNDE YER ALAN MUHAFAZAKAR SİYASETÇİLER, ‘BEYAZ MUHAFAZAKARLAR’ OLARAK GÖRÜLEBİLECEK PROFİLLER”

nuray mert röportaj

Prof. Dr. Nuray Mert-Siyaset Bilimci

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Öncelikle şunu söylemeliyim; masa başında analiz yapmak kolay, seçim kazanmak zordur. O nedenle, bu sorulara cevap bulmaya çalışılırken, derin analizlere dalmadan önce Türkiye’nin mevcut durumunu kavramak açısından gerçekçi olmak lazım. İkincisi, temel yaklaşım ‘mazeret bulmak’ olmamalı. Gerçekçilik derken, ‘Türkiye’de seçmenin çoğu zaten muhafazakâr’, ‘sosyolojik gerçekler’ gibi ezberlerden yola çıkmak yerine, ‘muhafazakâr seçmen’ veya ‘Türkiye sosyolojisi’ dediğimiz aslında ne demektir sorusuna samimiyetle cevap aramayı kastediyorum. 

 

Toplumların sosyolojisi değişir, ‘muhafazakâr seçmen’ profili sabit kalmaz, değişir. Bu değişimlerin ne yönde olduğunu kavramak lazım. Nitekim AK Partisi, önce liberal demokratlar ile ittifak çerçevesinde iktidara geldi, sonra İslamcılık ideolojisine geri dönüş emareleri gösterdi, toplumsal gerçekler İslamcılık ideolojisinin sınırlarını zorladığında milliyetçi popülizme yöneldi. Laik çevre, önce eski İslamcıların ‘muhafazakâr demokrat’ diye tabir ettikleri liberal dönüşüme direndi. Sonra, İslamcılığa dönüşü, bir yandan ‘takiyye yapıyorlardı, asıllarına geri döndüler’ diye kestirip attı, diğer yandan, seçmen desteği adına ‘İslami referanslar ile siyaset yapma’ gayretine düştü. En son olarak da, ‘milliyetçi popülizmi’ baş edilmez bir güç olarak kabul edip, Kürt siyaseti ile ilişkisini iktidarın çizdiği sınırlara çekerek, milliyetçiliğe rehin düştü. Sonuçta, geleceğe ilişkin net bir söylem ve siyaset üretmek konusunda başarısız oldu.

 

MUHALEFET, MEVCUT KISITLARI AŞACAK ÖLÇÜDE UMUT VE HEYECAN YARATACAK BİR SİYASET ÜRETEBİLMİŞ DEĞİL

 

Bu koşullar altında, Altılı Masa formülü de, tehlikeye giren toplumsal barış adına bir büyük uzlaşma resmini öne çıkarmak yerine, çok başlılık, birbirine mecburiyetin bir arada tuttuğu bir dağınıklık tablosu oluşturdu. CHP siyaset söylemi bir yandan öbürüne savrulurken, özellikle İYİ Parti’nin ‘kerhen ittifak içinde’ kaldığı giderek daha iyi anlaşılır oldu. Doğrusu, Davutoğlu, Babacan ve Karamollaoğlu bu açıdan sağlam durdu, siyasi uzlaşmanın önemini vurgulamanın hakkını verdi. Onların etkisinin azlığının nedenleri farklı. 

 

AK Partisi’nin temsil ettiği muhafazakârlık, aydın kesimin sandığı gibi, dini değerlere bağlılık ve bunun sergilenmesinden ibaret değil. AK Partisi, aynı zamanda sınıfsal tepkilere ve ekonomik özlemlere hitap ettiği için toplumsal destek buldu ve hâlâ buluyor. Bu çerçevede, Millet İttifakı içinde yer alan muhafazakâr siyasetçiler, sadece CHP ile yan yana durdukları için değil, muhafazakâr denilen kesimin seçkinleri, yani ‘Beyaz muhafazakârlar’ olarak görülebilecek profiller. 

 

Tabii, konu sadece bu değil, 21 yıl iktidarda olan ve artık devletleşmiş bir yapı ve onun vadettiklerini dikkate almak lazım. Diğer taraftan, otoriter rejim koşulları altında, medyanın kontrolü ve muhalefetin baskılanması da önemli. Ama ona bakarsanız, AK Parti de, benzer koşullar altında, yani adil olmayan koşullarda iktidar oldu. Buna karşın, muhalefet Türkiye’de hâlihazırda mevcut koşullar ve kısıtları aşacak ölçüde bir umut, heyecan yaratacak bir muhalefet söylem ve siyaseti üretebilmiş değildi.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

ERDOĞAN’IN İZLEYECEĞİ YOL AÇISINDAN BAKANLAR KURULU, YURT DIŞINDAN VE İÇERİDEN DAHA ILIMLI OLARAK DEĞERLENDİRİLEBİLİR

 

Bu soruya verebileceğim cevaplar, birinci soruya verdiğim cevapları içeriyor, o nedenle mümkün mertebe kısa keseceğim. İktidar/devlet olma imkânları bir yana, AK Partisi’ne güç veren en önemli unsur, bence muhalefetin liderliğini üstlenen CHP’nin güçlü bir siyasal mesajının olmamasıydı. En az onun kadar önemli bir diğer husus ise, geçen seneden beri yazmaya, söylemeye çalıştığım gibi, Kılıçdaroğlu’nun çabalarına karşın, muhalefetin vitrinin fazlasıyla ‘seçkin kibri’ yansıtıyor olması idi. 

 

Dış faktörlere gelince, ‘CHP’nin bir dış politikası yok’ demek bence haksızlık olmaz. Dahası, dünyada olan bitenlerin pek farkında değil gibiler; belli ki AB ve ABD’ye olumlu mesaj vermenin yeterli olduğunu düşünüyorlardı. Oysa, özellikle Ukrayna savaşından sonra, dünyada çok ciddi değişimler oldu. Hele ‘AB perspektifi’, artık şaka gibi, ‘zaten Türkiye’nin üyeliğinin söz konusu olmadığı durumda, bu ısrar neredeyse AB’yi rahatsız edecek bir konu olmuştu. Nitekim Batı medyasında (The New York Times, The Guardian) Erdoğan Türkiye’sinin demokrasi ve insan hakları konularında sicili, AB’nin Türkiye’yi dışarda tutmasını kolaylaştırdığı için, seçim sonuçlarının Batı’yı rahatlattığı şeklinde yorumlar bile çıktı. Erdoğan’ın bundan sonra izleyeceği yol açısından yeni bakanlar kurulu yurt dışından olduğu kadar içeriden de daha ılımlı olarak değerlendirilebilir. 

 

Ekonomi yönetimi konusunda da muhalefete gol atmış oldu. Muhalefet, aslında neo-liberal ezberden başka bir şey olmayan ‘rasyonel, ortodoks ekonomi politikalarına dönüş’ diye tutturmuştu, Mehmet Şimşek de bu ekolün temsilcisi olarak biliniyor. Ancak, hem dünya ölçeğinde yaşanan gelişmeler (neo-liberal modelin çöküşü) hem iç siyasi kaygılar (toplumsal maliyet ve yerel seçimler) nedeniyle bu tür bir modelin katıksız olarak uygulanamayacağını düşünüyorum, bu durumda herhalde ara çözümler bulunacak.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

HDP, DEMOKRATİK SİYASETİN ALANINI GENİŞLETME ADINA, DAHA İLERİ ADIMLAR ATMAYA KAFA YORMALI

 

Öncelikle, ‘fay hatları’ gibi sabit kategorilere dayalı düşünmek yerine o fay hatları nasıl dönüşür diye kafa yormak lazım. Kürtler, Sünni muhafazakârlar, Aleviler, laikler ve bunlara yönelik söylem ve siyasetleri gözden geçirmek gerekiyor. Bakın, kim ne derse desin İslamcılık toplumsallaşamadı. Sekülerliğin, İslamcıların sandığı gibi, dayatmadan ibaret olmadığı, sanıldığından çok toplumsal kabul gördüğü ortaya çıktı. Bu çerçevede, muhafazakâr kesimler dediğimiz kesimler eski muhafazakârlar değil, değiştiler, dönüştüler. AK Partisi yönetimi döneminde, siyasal otoriterlik bir yana, toplumsal hayat liberalleşti ve AK Partisi de bu durumu gördü ve uyum sağlamak zorunda kaldı. Bunları görmek lazım. 

 

Hal böyleyken AK Partisi ve destekçisine ‘Taliban’ muamelesi yapmak çok yanıltıcı oldu, tepki çekti. Kürt siyasetçileri, Kürt modernleşmesi, orta sınıflaşmasını hesaba katmak; Türk milliyetçileri Kürt kimliğini yok sayan bir bakışın Türkiye’nin geleceğini zora sokacağını anlamak zorunda. Milliyetçi popülizmi siyasi güç haline getirerek yoluna devam eden AK Partisi, bu silahı muhalefete karşı kullanırken, sonuçta HÜDA PAR gibi radikal bir Kürt partisini MHP ile aynı çatı altında buluşturmayı başardı. Buna karşın, Millet İttifakı da İYİ Parti’ye rağmen HDP/YSP’nin desteğini almayı başardı. Ancak, maalesef, İYİ Parti Millet İttifakı’nın seçim yenilgisini CHP ve HDP desteğine yormaya, HDP ise seçim başarısızlığını Kılıçdaroğlu’na verdiği desteğe yormaya başladı. Tam tersi daha umut vadedici olurdu, yani Cumhur İttifakı’nın HÜDA PAR’ı içermesi, İYİ Partililerin de Kürt siyasetine önem vermesi gerektiği düşüncesini pekiştirmeliydi. HDP de, ‘muhalefet ile olmuyor, yaparsa Erdoğan yapar’ anlayışına savrulmak yerine, demokratik siyasetin alanını genişletmek adına daha da ileri adınlar atmaya kafa yorsa iyi olur diye düşünüyorum. 

 

Ancak, Türkiye’nin geleceği adına bir büyük muhasebe yerine, muhalefetin tüm unsurlarının ve o çevrenin yorumcularının ‘mazeret’ bulmak istikametinde emin adımlar ile yürüdüğüne tanık oluyoruz.

“ZAFER PARTİSİ’NİN DESTEĞİNİ ALMAK İÇİN YAPILAN SÖYLEM DEĞİŞİKLİĞİ BİR RİSKTİ”

Prof. Dr. Mahmut Hakkı Akın-İstanbul Medeniyet Üniversitesi

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Elbette pek çok sebepten bahsedilebilir. Öne çıkan ve belirleyici sebeplerden biri, birbirinden farklı toplumsal tabanlara sahip siyasi partilerin bir araya gelmesinin oluşturduğu riskti. Ayrıca bu ittifaka dâhil olmasa da HDP’nin Kemal Kılıçdaroğlu’na destek vermesi de riskin maliyetini artırdı. Maliyeti yüksek bu riskin kazandırabileceği, toplumu çoğunlukla ve bütün farklılıklarıyla kuşatacağı söylemi tam anlamıyla karşılık bulmadı. Kemal Kılıçdaroğlu yüksek bir oy oranına ulaştıysa da kazanamadı. Geleneksel sağ siyasete bağlı milliyetçi ve muhafazakâr seçmenlerin çoğunluğu için bir alternatif olmayı başaramadı. 

 

Birinci turdan sonra Zafer Partisi’nin desteğini almak için yapılan söylem değişikliği de başka bir riskti. Sonuçta bu tercih de fayda getirmedi. Tersine, kendisiyle ilgili son dönem siyasi söylemleriyle çelişen, kazanmak için her şeyi yapabilecek ve her tavizi verebilecek bir siyasetçi algısının oluşmasına sebep oldu. İkinci turda büyük oy kaybı yaşamamasına ve hatta bazı bölgelerde oylarını artırmasına rağmen kendisini desteklemeyen kesimin daha da kenetlenmesine de dolaylı olarak katkıda bulundu. Elbette Zafer Partisi desteği sonrasında Kürt seçmenlerden tepki gösterenler de oldu.  

 

Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimi kaybetmesinin bir başka önemli sebebi, Millet İttifakı yöneticilerinin ve seçmenlerinin seçimi kazanmayla ilgili psikolojik üstünlük elde ettiklerini düşünmeleri ve rehavete kapılmalarıdır. Bu durum, yaşanan ekonomik sıkıntılar ve büyük deprem felaketi sonrasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığına fazla prim verilmesiyle de oluşmuştu. Ayrıca anket firmalarının çok büyük çoğunluğunun ilk turda Kemal Kılıçdaroğlu’nun oy oranlarını yüksek göstermesi, Muharrem İnce’nin çekilmesiyle ilk turda büyük ihtimalle seçimi kazanacağına yapılan vurgular üstünlük duygusunu ve buna bağlı olarak rehaveti artırdı. Bununla birlikte seçimin kazanılması durumunda neler yapılacağı ve nasıl bir yol izleneceği de güçlü bir şekilde vurgulanmadı. 

 

Muhalefeti oluşturan bütün siyasi partiler için daha zor bir döneme girildi. 21’inci yılındaki bir iktidarı yenememenin getirdiği ağır bir yük söz konusu. Partilerin genel merkezlerinde ve teşkilatlarda rahatsız olanların ya da “biz haklı çıktık” diyenlerin tepkilerinin yönetilmesi gerekecek. Genel başkanlar büyük ihtimalle yola devam edecekler. Ancak pek çok şeyi yeniden kurmaları ve bu seçimin maliyetiyle uğraşmaları gerekecek. Özellikle de yerel seçimlere bir yıldan daha az bir süre kalmışken işleri kolay olmayacak.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

BU SEÇİMDE ERDOĞAN KARŞITLIĞI ÇOK KONUŞULDU, ANCAK MUHAFAZAKÂR SEÇMENDEKİ ERDOĞAN SEVGİSİ GÖZARDI EDİLDİ

 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakı, muhalefete göre daha derli toplu bir siyaset izlediler. Cumhur İttifakı’nın siyasi söylemleri ve hitap ettiği toplumsal taban arasındaki uyum daha belirgindi. Başka bir deyişle Kemal Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’na göre daha tutarlı göründüler. 

 

Bu seçimde Erdoğan karşıtlığının seçime etkisi fazlaca konuşuldu. Ancak zamanla muhafazakâr seçmende büyük bir Erdoğan sevgisi oluştuğu da göz ardı edildi. Bu seçimin önemli göstergelerinden biri, bu güçlü duygusal bağdır. Ayrıca Recep Tayyip Erdoğan’ın gençlik yıllarından beri siyasetin içinden gelen ve siyasette oyun kurma ve kazanma becerisi çok yüksek birisi olduğu da dikkate alınmalıydı ki bu da küçümsenmemesi gereken bir sebeptir. 

 

Benzer bir durum Devlet Bahçeli ve MHP için de geçerlidir. Anketler sürekli MHP’yi yüzde 7 baraj sınırında ve hatta altında göstermelerine rağmen MHP yüzde 10 oy almayı başardı. Her iki siyasetçi de “eski siyasetçi” olmalarına da bağlı olarak kendilerini destekleyen tabana ulaşma ve seçmenleri mobilize etme konusunda başarılı oldular.

 

Bir süredir Türkiye’nin bölgesinde büyük bir güç olmasıyla ilgili iddia, iktidar tarafından seçimde de öne çıkarıldı. Yerli savaş gemisi, yerli otomobil, teknoloji alanındaki yatırımlar, Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesi gibi gelişmeler, en azından kendilerini destekleyecek seçmeni motive etti. 

 

HDP’nin Kemal Kılıçdaroğlu’na desteği de Karadeniz, Orta ve Doğu Anadolu’da çoğunluğu oluşturan milliyetçi ve muhafazakâr seçmenin Recep Tayyip Erdoğan’a destek vermesini kolaylaştırdı. İlk turda bu seçmen tipinin kısmen Sinan Oğan’a da destek verdiği tespit edilebilir. Ancak bazı seçmen eğilimlerinin toplumsal hafıza ve kimlik unsurlarına güçlü bir şekilde bağlı olduğu da yeniden görüldü. 

 

Seçimlerden sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, büyük ihtimalle mevcut siyasi konuma uygun hareket etmeye dikkat edecektir. Ekonomi ve uluslararası ilişkiler konularında potansiyel meselelerin çözümünü önemsediğini de bakanlar kuruluna seçtiği bakanlar üzerinden göstermiştir. Türkiye bir değişim yaşayacak gibi gözükmektedir. Büyük ihtimalle bu değişimin zor tarafları da olacaktır. Bir yandan da güçlü Türkiye iddiası hayata geçirilmeye çalışılacaktır. Bu da bazı politika değişikliklerini ve tedbirleri beraberinde getirecektir. Böyle bir sürecin yönetilmesi kolay değil. Ancak seçmenin büyük çoğunluğunun bu sürece 21 yıllık bir iktidarla girme tercihi istikrarla ilgili beklentilerle de açıklanabilir.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

HDP’DE, GARANTİ OY ÜZERİNE SİYASET YAPMANIN ÜRETTİĞİ BİR KONFORMİZM SÖZKONUSU

 

Aslında seçimler Türkiye’de on yıllardır oluşmuş ve devam eden siyasi kimlik farklılaşmalarının devam ettiğini de göstermektedir. Elbette bu farklılaşmaların bazı kırılmaları ve alt bölünmeleri söz konusu. Ancak CHP taraftarlığı ve CHP karşıtlığı, milliyetçiliğin kendi içinde bölünmesi ve farklı milliyetçilik yorumlarının ortaya çıkması, sosyo-ekonomik duruma göre toplumsal kesimler açısından tercihlerin farklılaşması, toplumsal hafızayla birlikte var olmakta ve devam etmektedir. Kürt vatandaşların daha çok yaşadıkları bölgelerde de seçmen tercihleriyle ilgili büyük bir değişim yoktur. 

 

Türkiye’nin bir toplum olabilmesi için ortak bir kamusal bilincin oluşması ve paylaşılması gerekmektedir. Seçim öncesinde ve sonrasında kolayca kendisi gibi düşünmeyeni yargılayan, ona hakaret eden ve üstten bakabilen bir tipin siyasi tercihi fark etmeksizin var olması, yıllardır aşılamamış ciddi bir meseleyi açıkça göstermektedir. Burada sosyal medyanın tarafları kutuplaştırıcı ve manipüle edici rolü de unutulmamalıdır. Sorunuzda bahsettiğiniz siyasi fay hatlarının restorasyonu öncelikle üzerinde durulması gereken bir konu. Ancak bu konu sadece iktidarın değil, muhalefetin de bir meselesidir ve ortak çözülmelidir. Çözümünün zor olduğu ve kurumlaşmış tavır ve tarzların değişme karşısında üreteceği direnç de göz önünde bulundurulmalı. 

 

HDP/YSP blokunun da seçim sonuçlarını analiz etmesi ve özellikle oy kayıplarını tahlil etmesi gerektiği ortaya çıkmıştır. Bugüne kadar bir şekilde Kürt seçmenlerin desteğini alarak kendini devam ettiren siyasi yapı, kısa ve uzun vadede ne kadar devam edebilir? Bu partilerde belli bir kesimin garanti oyu üzerine siyaset yapmanın ürettiği bir konformizm söz konusudur. Ancak bu konformizm zamanla kendi seçmenlerinde başka tepkilerin oluşmasına ve bölünmelere de sebep olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin 1980’lerden ve 1990’lardan daha farklı şartlara ve yapıya sahip olduğunu göz önünde bulundurmaları gerekir. Yine HDP’ye destek vermeyen ve onu PKK ile ilişkilendiren seçmenlerin tutumları ve tepkilerini de analiz etmeleri gerekir. Ancak mevcut durumda bu çok yönlü muhasebeyi yapabileceklerini sanmıyorum. 

 

HDP/YSP’nin cumhurbaşkanı adayı göstermemeleri ve yukarıda bahsettiğim garanti oy konformizmi üzerinden hareket etmeleri ciddi bir riskti. Şayet aday gösterselerdi bu seçimde oluşmuş iki bloktan ayrı bir siyasi söylem iddiasını da taşıyabilirlerdi. Ancak Tayyip Erdoğan karşıtı blokta yer almayı tercih etmişlerdir ki bu reaksiyonerlik karşılık bulsa bile kendileri için üzerine siyaset inşa edilecek bir temel değildir. Özellikle büyükşehirlerde HDP’ye oy verenlerin TİP’e destek vermeleri dolayısıyla yaşanan oy kayıpları, ileride alternatifler ortaya çıkması durumunda Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki şehirlerde de yaşanabilecek bir durumdur. HDP’de yönetilenlerle yönetenler arasında ciddi bir kültürel mesafe var olduğu izlenimi de oluşmuş durumda.

“MUHALEFETİN KAZANAMAMASININ EN ÖNEMLİ NEDENİ, KAPSAYICI BİR SİYASİ TAHAYYÜLÜ İNŞA EDEMEMESİ ”

cuma çiçek röportaj

Dr. Cuma Çiçek-Siyaset Sosyoloğu

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Muhalefetin hem parlamento hem de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanamamasının birçok nedeni bulunuyor. Kanaatimce en önemlisi kapsayıcı bir siyasi tahayyülün inşa edilmemesi. Açıklamama izin verin;  

 

Türkiye’nin 1950 yılından bu yana yapılan seçimlerin makro analizleri bize şunu gösteriyor: Seçmenlerin davranışlarını belirleyen iki ana kimlik çatışması var: (1) Kürtlük/Türklük ve dindarlık/sekülerlik. Bununla birlikte kimlik temelli bu siyasi farklılaşmanın sınıf temelli ayrışmalarla çakıştığı görülüyor. Bu konuda özellikle Hasan Kirmanoğlu ve Murat Güvenç hocalarımızın kaleme aldığı “Türkiye Seçim Atlası 1950-2009” adlı çalışmayı referans verebilirim. 2010 sonrası seçim sonuçlarını analiz eden Bekir Ağırdır da benzer sonuçlara ulaşıyor.

 

Özetle, yaklaşık 70 yıllık trende baktığımızda Türkiye’de sınıf ve kimlik dinamiklerine dayanan; daha açık bir ifadeyle yoksulluk/zenginlik, Kürtlük/Türklük ve dindarlık/sekülerlik dinamikleri üzerinden şekillenen üç ayrı siyasi coğrafya bulunuyor. İlki, ülkenin en yoksul bölgesini oluşturan Kürt coğrafyası, ikincisi ülkenin en zengin bölgesini oluşturan kıyı şeridi ve sonuncusu ilk bölgeden daha zengin, ikinci bölgeden daha yoksul olan Orta ve Kuzey Anadolu bölgesi. Kürt coğrafyasında esasında Kürt meselesi seçim sonuçlarını belirliyor ve Fırat’ın batısından hem kimlik siyaseti hem de sınıf siyaseti bağlamında ayrışıyor. Kıyı şeridi ile Orta ve Kuzey Anadolu bölgeleri arasındaki sınıfsal ayrım, aynı zamanda dindarlık/sekülerlik ayrımına denk düşüyor. 

 

Muhalefet bu tarihsel trendi dikkate alan; iç içe geçen sınıf ve kimlik dinamiklerini birlikte okuyan, eşitlikçi, özgürlükçü bir siyasi tahayyül geliştiremediği için seçimi kaybetti. Muhalefet, Türkiye’nin tarihsel çatışmalarının çözümüne dönük umut veren bir hikâye oluşturulabilseydi ve etkili bir kampanyaya bu yürütülebilseydi sonuçlar farklı olabilirdi. 

 

MUHALEFET SİYASET ÜRETMEKTENSE, EKONOMİK KRİZİN VE ERDOĞAN KARŞITLIĞININ SEÇİMİ KAZANMAYA YETECEĞİNE İNANDI

 

Alternatif bir siyasi tahayyül geliştiremeyen muhalefet siyaset üretmektense ekonomik krizin siyasi iktidarı değiştireceğine, Erdoğan-karşıtı bir siyasetin seçimi kazanmaya yeteceğine inandı ve buna göre konumlandı. Bu anlamda sınıf ve kimlik çatışmaları konusunda kapsayıcı bir siyaset inşa edeceğine “piyasa araştırmasına dayalı” bir seçim stratejisi izledi. Anketlere, piyasa araştırmasına dayalı bu tercih, siyaset yapan Erdoğan karşısında kaybetti.

 

Tarihsel trendin yarattığı zorluklara ve alternatif bir siyasi tahayyül geliştirilememesine rağmen iyi bir seçim kampanyasıyla ve örgütlenmesiyle, yine iyi dizayn edilmiş bir ittifak politikasıyla muhalefet bu seçimi yine de kazanabilirdi. Ancak, bildiğiniz üzere muhalefet ne zamanı yönetebildi ne iyi bir seçim kampanyası inşa edebildi ne de etkili bir seçim örgütlenmesine gidebildi. Adaylık krizi bu konudaki zayıflığın özeti gibi. Millet İttifakı adayını seçime 70 gün kala büyük bir kriz yaşayarak belirledi. Millet İttifakı’nın iki ana kurucu aktörü CHP ve İYİ Parti arasında etkili bir ortaklık kurulamadı. 

 

Son olarak, ittifak politikasından bahsedebilirim. Ortak bir siyasi tahayyül geliştiremeyen Millet İttifakı üç ana siyasi odağı büyütmeyi merkeze alarak Erdoğan karşıtı bir cephe kurabilirdi. Ancak, muhalefetin ittifak politikası hem HDP’yi hem İYİ Parti’yi hem de muhafazakâr-dindar seçmene hitap eden DEVA, Gelecek ve Saadet partilerini küçülttü. 

 

HDP ile kurulan sınırları belirsiz ve Kürt seçmenin feragat etmesine dayalı ilişki bir yandan Kürt siyasetini zayıflattı, öte yandan Türk milliyetçilerinin önemli bir kısmını Millet İttifakı’ndan uzaklaştırdı. CHP ile İYİ Parti arasındaki cereyan eden ve özellikle aday tartışmaları ve HDP ile olan ilişkide dışa vuran kriz İYİ Parti’yi de küçülttü. Son olarak, Cumhur İttifakı’ndan oy alması beklenen DEVA Partisi, Gelecek Partisi ve Saadet Partisi CHP adıyla seçime girerek İslami-muhafazakâr seçmenin seçeneklerini daralttı. Bu konuda Erdoğan’ın kurmay aklına hak ettiği değeri vermek gerekiyor. Zira, HÜDA PAR ve Yeniden Refah Partisi’yle kurduğu ittifak, esasında muhalefetin ittifak politikasına karşı yapılmış etkili bir hamleydi.   

 

Mart 2024 yerel seçimleri muhalefeti bir arada tutabilir. Ama Mayıs seçimleri sonrası Millet İttifakı’nın bir arada durması zor görünüyor. Muhtemelen yeni ittifaklar gelişecektir. Bu konuda öngörüde bulunmak kolay değil. Bununla birlikte CHP ve HDP’de iç siyasi tartışmaların yoğunlaşacağını, DEVA, Gelecek ve Saadet Partisi arasında alternatif bir muhafazakâr siyaset odağı inşası arayışlarının artacağını bekleyebiliriz. Ayrıca, MHP, İYİ Parti, Zafer Partisi ve Büyük Birlik Partisi’nin ittifaklar denkleminde ultra-nasyonalist merkeze dönüşme potansiyeli bulunuyor.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

ERDOĞAN’IN BAŞARISI, OYUN KURMA KAPASİTESİNDEN VE MUHALEFETİ DE BU OYUN İÇİNDE TUTMA BECERİSİNDEN GELİYOR

 

Erdoğan’ın başarısı esas olarak oyun kurma kapasitesinden ve muhalefeti de bu oyun alanı içinde tutma becerisinden geliyor. 

 

Zaten siyasi alanda Erdoğan’a alternatif bir söylem sunamadı Millet İttifakı. Erdoğan, 15 Temmuz sonrası millilik ve yerlilik üzerine inşa ettiği siyasi tahayyülü seçim döneminde özellikle dış politika, savunma sanayii ve Kürt meselesi üzerinden yeniden üretti. Bu konuda sadece muhafazakâr-dindar kimliğiyle konumlanan seçmenleri değil, aynı zamanda milliyetçi kimliğine öncelik veren seçmenleri de mobilize edebildi. 

 

Erdoğan’a başarı getiren ikinci dinamik, muhalefet cephesindeki çatışmalar üzerinden iyi siyaset yürütmesi. Kürt meselesi üzerinden hem Millet İttifakı ve HDP arasındaki krizi hem de CHP ve İYİ Parti arasındaki krizi iyi değerlendirdi Erdoğan. Daha önce de ifade ettiğim gibi HÜDA PAR ve Yeniden Refah Partisi’yle kurduğu ittifak, Yeniden Refah Partisi’nin kendi adıyla seçime girmesi, ittifak politikasında Erdoğan’a başarıyı getiren temel dinamiklerdendi.

 

ERDOĞAN’IN RAKİPSİZ OLDUĞU ALANLARINDAN BİRİ, KRİZLERE RAĞMEN TARAFTARLARI NEZDİNDE GÜVEN OLUŞTURMASI

 

Muhalefetin başarı için yatırım yaptığı ekonomik alanda da Erdoğan’ın krizi iyi yönettiğini düşünüyorum. Bir yandan seçimin son aylarında tartışmaları ekonomik alandan dış politika, savunma sanayii ve “terör” üzerine çekmesi önemli bir başarıydı. Öte yandan, Erdoğan, çoğu ekonomistin de altını çizdiği üzere enflasyon ve emeğin ucuzlamasını üretim ve istihdam artışıyla dengeleyebildi. Erdoğan taraftarları da en az muhalif seçmen kadar ekonomik krizin farkında ve durumdan rahatsız. Bununla birlikte, Erdoğan ekonomik krizin çözümü konusunda kendisini ve partisini taraftarlarına çözüm adresi olarak sunabildi. 

 

Burada, Erdoğan’ın siyasi iradesinden bahsetmem gerekir. Erdoğan siyasi iradesi güçlü bir lider ve bu konuda taraftarları arasında büyük bir güven oluşturabilmiş durumda. Bu siyasi iradenin varlığı ve kendini yeniden üretme kapasitesi tüm krizlere rağmen taraftarlar nezdinde bir güven oluşturuyor. Kanaatimce Erdoğan’ın rakipsiz olduğu en önemli alanlardan biri de buydu.

 

Önümüzdeki dönemde ekonomik alanda uluslararası piyasaya uyum sağlayan, bu anlamda daha öngörülebilir bir siyasetin izleneceğini bekliyorum. Öte yandan, hak ve hukuk alanında, siyasal reformlar alanında bir iyileşme beklentim yok. Daha net bir tabloyu yerel seçimler sonrası göreceğimizi düşünüyorum.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

KÜRT MESELESİNDE, NORMATİF ANLAMDA UMUT VEREN BİR HAREKET YOK VE BU KONUDA TOPLUMSAL HAREKETLER DE ÇOK ZAYIF

 

Türkiye’nin sınıf ve kimlik dinamikleri üzerine inşa olan üç parçalı siyasi coğrafyası devam ediyor. 2017 yılında kabul edilen Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminden bu yana bu üçlü yapı kendisini birbirine yakın temsil gücüne sahip iki blok olarak ifade ediyor.

 

Türkiye’nin toplumsal krizlerini aşması, esasında yukarıda altını çizdiğim sınıf ve kimlik dinamiklerine dayalı üç siyasi eksende bir uzlaşının kurulmasına bağlı. Ancak bu konuda kapsayıcı bir siyasi tahayyülü olan bir partiden ya da muhalefet odağından bahsetmek zor görünüyor.

 

HDP savunduğu çoğulcu ve özgürlükçü kimlik politikası, popülist sol söylemi ve alt-orta sınıflara dayalı toplumsal yapısıyla bu konuda bir alternatif olabilir mi diye akıllara soru gelebilir. Ancak Kürt çatışmasının yarattığı derin toplumsal kutuplaşmalar, geride bıraktığımız canlar, büyük toplumsal altüst oluşlar, kanaatimce HDP’nin Türkiye genelinde güçlü bir muhalefet hareketi oluşturmasını ve Kürtlerden öteye geniş kesimleri içermesini imkânsız kılıyor. Bu belki, Kürt meselesinde şiddeti arkada bıraktığımız bir denklemde mümkün olabilir. 

 

Türkiye’deki sosyalist ve komünist partilerin toplumsal temsil düzeyinin çok zayıf olduğunu ve 1990’lı yıllarında başından bu yana Kürt siyasetinin bu aktörlerle kurduğu ittifakların anlamlı bir sonuç ortaya çıkarmadığını dikkate aldığımızda, kanaatimce Emek ve Özgürlük İttifakı gibi yapılar üzerinden de bunu sağlamak mümkün olmayacak. 

 

Hâlihazırda Emek ve Özgürlük İttifakı dışında kalan Millet İttifakı ve Cumhur İttifakı bileşenlerinin -HÜDA PAR dışarıda bırakılırsa- çoğunlukla milliyetçi ya da ultra-milliyetçi partiler olduğu görülüyor. Kürt meselesi konusunda normatif anlamda umut veren bir hareket ne yazık ki yok. Öte yandan bu konuda toplumsal hareketler de çok zayıf.  

 

Kürtler Mayıs seçimlerinden sonra daha yalnız ve daha zayıflar. Bununla birlikte, Kürt meselesinin çözümüne dönük Kürtler arası mutabakat geçmişle kıyaslanmayacak düzeyde genişlemiş durumda. Ayrıca, Kürt meselesinin sınır-ötesi dinamikleri, Türkiye’deki siyasi aktörleri rasyonel çözüm seçeneklerine yönlendirebilir. Bu konuda Suriye’deki siyasi çözüm arayışlarının belirleyici olacağını düşünüyorum. 

 

BU SEÇİMLERİN EN BÜYÜK KAYBEDENİ, HDP/YEŞİL SOL PARTİ OLDU

 

HDP/Yeşil Sol Parti’nin seçimlerdeki performansına gelirsek, herhalde ilk söyleyeceğimiz şu: Bu seçimlerin en büyük kaybedeni HDP/Yeşil Sol Parti oldu. HDP; 2015 seçimlerine kıyasla yaklaşık beş seçmenden birini, 2018 seçimlerine kıyasla dört seçmenden birini kaybetti. 


Bu kayıpları ve nedenleri üzerine Birikim Haftalık’ta iki ayrı yazı kaleme aldım. Burada sadece beş ana başlığı hatırlatayım: (1) 2013-2015 Çözüm Süreci sonrası yaşanan kent çatışmaları sonucunda Kürt siyasetinin kitleler nezdinde umut ve güven kaybetmesi ve bunun yarattığı siyasi öznelik kaybı. (2) Son sekiz yılda HDP’nin üzerindeki baskılar sonucu de facto olarak kapatılmış bir parti haline gelmesi ve kitleleri mobilize edecek kurumsal altyapısını kaybetmesi. (3) Barış süreçlerinde görece etkili olan demokratik cumhuriyet, demokratik özerklik, yerel demokrasi, Türkiyelileşme gibi ucu-açık, içeriği ve sınırları belirsiz siyasal söylemlerin Çözüm Süreci’nin sona ermesiyle birlikte kitleleri mobilize eden siyasal söylemler olmaktan çıkması ve HDP’nin yeni bir siyasi tahayyül geliştirememesi. (4) CHP ve TİP ile kurulan ilişkide dışa vuran ve esasında “feragat siyasetine” dayanan ittifak politikası. (5) Son olarak, yerelleşme taraftarı ve âdem-i merkeziyetçi söyleme rağmen merkeziyetçi usullerle adayların belirlenmesi, tercih edilen adayların çoğunlukla yerel dinamikleri temsil etme kapasitesinin zayıflığı, farklı toplumsal kesimlere hitap edecek çeşitliliği içermemesi.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

NURAY MERT

NURAY MERT

1960 Trabzon doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Tarih Bölümleri’nde lisans eğitimi alan Mert, aynı üniversitenin Tarih Bölümü’nde yüksek lisansını (Prens Sabahaddin ve Terakki Mecmuası), Siyaset Bilimi Bölümü’nde de doktorasını (Erken Cumhuriyet Döneminde Laik Düşünce) tamamladı.

MAHMUT HAKKI AKIN

MAHMUT HAKKI AKIN

1981 yılında Karaman'da doğdu. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünden 2003 yılında mezun oldu. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalında 2005 yılında yüksek lisans, 2009 yılında doktora eğitimini tamamladı. Doktora eğitiminin bir döneminde Maastricht Uluslararası İletişim Fakültesinde (Hogeschool Zuyd) siyaset ve iletişim üzerine dersler aldı. Sosyoloji alanında 2013 yılında doçent, 2018 yılında profesör oldu.

CUMA ÇİÇEK

CUMA ÇİÇEK

1980 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Diyarbakır’da gördükten sonra 2004 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü tamamladı. Aynı üniversitede 2005-2008 yılları arasında Şehir ve Bölge Planlama Yüksek Lisans Programı’nı bitirdi. Tezinde Diyarbakır’da yönetişim sürecini eleştirel bir perspektifle ele aldı. 2009-2014 yılları arasında Paris Politik Etütler Enstitüsü’nde (Institut d’Etudes politiques de Paris - Sciences Po.) Siyaset Bilimi Anabilim Dalı’nda, Siyaset Sosyolojisi ve Kamu Politikaları/Eylemleri alanında doktorasını tamamladı. Birikim, Praksis, İktisat Dergisi, Turkish Studies, Dialectical Anthropology dergilerinde Kürt meselesi, Kürt İslâmcılığı, yerel yönetimler, bölgesel eşitsizlik, sınıf ve kimlik ilişkileri, çatışma çözümü ve toplumsal barış inşası konularında makaleleri yayınladı. Şu an Paris Politik Etütler Enstitüsü Uluslararası Araştırmalar Merkezi (Centre de Recherches Internationales - CERI) bünyesinde akademik çalışmalarını sürdürüyor.

İLGİLİ YAZILAR

vahap coşkun

2023 SEÇİMLERİ

Ayrı partileşme, iki aktörün, hayati derecede önem arz eden hatalarının ilkiydi. Çünkü kamuoyu, Davutoğlu ile Babacan arasında, her birinin ayrı bir parti kurmasını gerektirecek kadar esaslı bir fark görmüyordu. Dolayısıyla güçlerini birleştirdikleri takdirde onlara kredi açabilecek bir zemin vardı; yeni partinin güçlü ve iddia sahibi olması kuvvetle muhtemeldi.

1 Kasım 2015 seçimlerinde AK Parti’nin oyu yüzde 49,5 oldu. Ancak alınan yüksek oy da, parti içindeki çalkantının durulmasını sağlamadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu arasındaki çekişme, seçimlerden altı ay sonra Davutoğlu’nun tasfiye edilmesine yol açtı. Bütün ipleri eline geçiren Erdoğan, partide tek karar verici haline geldi. 

 

Aslında AK Parti’de sular bir süreden beri alttan alta kaynıyordu. Partinin kuruluş ilkelerinden uzaklaştığı ve geçmişte eleştirdiği partilere benzediğini düşünen birçok kişi, ya resmi olarak partiden ayrılmış ya da fiili olarak parti ile arasına mesafe koymuştu. Erdoğan-Davutoğlu kapışması, fikrî ayrılığın yüzeye vurmasını ifade ediyordu. 

 

Erdoğan; Davutoğlu’nu ekarte ettikten sonra, MHP ile yoğun bir işbirliği içine girdi ve AK Parti’yi -eskisinden tümüyle farklı-yeni hatta soktu. AK Parti’nin edindiği bu yeni kimlik, zamanla rahatsız olanların sayısını artırdı. Seçim sonuçları da rahatsızlığın büyüdüğünü kanıtlıyordu. 2018’de AK Parti yüzde 42,5 aldı; parti, üç yılda 7 puan kaybetmişti. 

 

Halen partili olmakla birlikte kenara çekilen/çektirilen ve sessiz kalmayı tercih eden kimi aktörler, içeride kalarak partiyi düzeltme imkânının olmadığını görünce, yeni bir yol açmaya koyuldular. Öne çıkan iki aktör vardı: Davutoğlu ve Babacan. Kamuoyundaki beklenti; bu iki ismin beraber hareket etmeleri ve AK Parti’ye alternatif oluşturabilecek ortak bir çatı inşa etmeleriydi. 

 

Ancak beklenen olmadı; birtakım görüşmeler yapılmasına ve camianın tecrübelilerinin iyi niyetli uyarılarına rağmen güçlü bir birliktelik zemini oluşturulamadı. Her iki aktör de kendi partilerini kurdular. Davutoğlu’nun Gelecek Partisi 12 Aralık 2019’da, Babacan’ın DEVA Partisi de 9 Mart 2020’de kuruluşlarını ilan ettiler. Böylece AK Parti’nin içinden iki parti doğdu. 

 

Ağırlık Merkezi Olamama 

 

Ayrı partileşme, iki aktörün, hayati derecede önem arz eden hatalarının ilkiydi. Çünkü kamuoyu, Davutoğlu ile Babacan arasında, her birinin ayrı bir parti kurmasını gerektirecek kadar esaslı bir fark görmüyordu. Aksine ikisinin ülkeye ve dünyaya dair tasavvurlarını, siyaset etme biçimlerini birbirine çok yakın buluyordu. Dolayısıyla güçlerini birleştirdikleri takdirde onlara kredi açabilecek bir zemin vardı; yeni partinin güçlü ve iddia sahibi olması kuvvetle muhtemeldi. 

 

Ancak beklentilerin tersine yolların ayrılması ve her birinin ayrı bir parti tabelası asması, daha baştan itibaren bu zemini tahrip etti ve iddialarının altını oydu. Zira iki parti, evvela elit düzeyinde bir bölünme yarattı. Evet, AK Parti’den memnun olmayan nitelikli isimlerin bir kısmı Gelecek Partisi’ne, bir kısmı da DEVA’ya gitti. Ama daha büyük bir kısım, mânâ veremedikleri bu ayrılığa tepki göstererek ya AK Parti içinde kaldı ya da siyasetin dışında kalmayı tercih etti. 

 

Keza, elitler gibi, AK Parti’nin takip ettiği rotaya itirazı olan seçmen de hayal kırıklığına uğradı. Partisinden ayrılmaya meyyal ve güvenebileceği bir adres arayışı içinde olanların umutları erkenden soldu. Tek parti; seçmenin oylarını kıymetlendirip bir ağırlık merkezi teşkil edebilirdi. Oysa iki parti, seçmenin oylarının heba edilmesi anlamına gelirdi. Seçmen, bu nedenle, tek parti yerine iki parti kurulmasını kabul etmedi ve bu partilere yüzünü dönmedi.

 

Suya Düşen Hayaller 

 

Seçmen arka çıkmadığı için, kurulmaları öncesinde bu partilere bağlanan bütün hayaller suya düştü. Kamuoyu araştırmalarında bu iki parti bir türlü görünür hale gelmedi. Parti yöneticileri, bir süre bu gerçeğe sırtlarını döndüler; araştırmacıların bilerek kendilerini yok saydıklarını, aslında halkta ciddi bir karşılık bulduklarını ifade ettiler. Ancak gerçek ortadaydı. Toplum; ayrı parti kurma ısrarları yüzünden her iki partiyi de cezalandırmış, onları “diğer partiler” kategorisine hapsetmişti. Güneşi balçıkla sıvamanın imkânı yoktu.  

 

Davutoğlu ve Babacan’ın, bu hal karşısında külahlarını önlerine koyup yeni bir değerlendirme yapmaları gerekiyordu. 2023 seçimleri bunun için iyi bir fırsattı. Belki birlikte parti kuramamışlardı ama seçime birlikte girebilirlerdi. Altılı Masa’da beraber çalıştıkları Saadet Partisi’ni de yanlarına alarak ayrı bir ittifak kurabilir ve üç parti tek listeyle seçmenlerin karşısına çıkabilirlerdi. Eli türlü sebeplerden ötürü CHP’ye gitmeyen muhafazakâr-dindar seçmen için bir seçenek yaratabilirlerdi. 

 

Lakin burada yine yanlışa düştüler; ikinci hayati hataya imza attılar. Kendi oluşturacakları ittifakla seçim yarışına gireceklerine, gidip CHP listelerine katıldılar. MHP’nin, YRP’nin, BBP’nin ve hatta TİP’in bile kendi adıyla girmeyi göz aldığı bir mücadelede, onlar bir tür kaçak güreştiler. Muhafazakâr-dindar seçmene yeni bir kapı açmadılar, AK Parti’den kopan yüzde 7’yi yine iktidar bloku içindeki diğer partilere (MHP YRP, BBP) mecbur bıraktılar.    

 

Defteri Kapatmak 

 

Eğer Millet İttifakı seçimlerinden galibiyetle çıksaydı, CHP listesinden seçime girmek üzerinden bugünkü gibi bir fırtına kopmazdı. Fakat seçimlerin muhalefeti hoşnut etmeyen tablosu, bu tercihin hem CHP hem de Gelecek Partisi ve DEVA saflarında daha derinden sorgulanmasını kaçınılmaz kıldı. 

 

Sorgulama geçmişe yönelik olduğu gibi geleceğe de yönelik; Gelecek Partisi ve DEVA’nın dün yanlış yaptıkları noktasında genel bir mutabakat var. Peki, bu partiler bugün ve yarın için ne düşünüyorlar? Meclis’teki varlıklarına mı tutunacaklar, yoksa gerçekten yeni bir yol açmayı mı deneyecekler?   

 

Eğer var olanla yetinir ve elde ettikleri milletvekillerini kendileri için yeterli sayarlarsa, üçüncü hayati hatayı işlemiş olacaklar. Ve bu artık ölümcül bir hata olabilir, partiler de liderleri de defteri kapatmak zorunda kalabilirler. O nedenle belki de yapılması gereken en doğru iş, ilk yanlışın yapıldığı yere dönmek olabilir. İki partinin bir birleşme kongresi yapmaları ve yıpranan isimlerini de terk ederek yeni bir isim altında ortak bir çatı oluşturmaları, koyulacakları yeni yolda daha çabuk mesafe almalarını sağlayabilir. 

 

Görünen o ki, bu yönde çabalar var. Yapılan açıklamalar, Davutoğlu’nun bu işe sıcak baktığına işaret ediyor. Davutoğlu, iki yıldır herkesin “Niye ayrısınız?” sorusuna cevap vermekte zorlandığını söylüyor. 

 

Hakikaten, bu ayrılığın oturtulabileceği bir temel yok; dolayısıyla bu partiler için seçmenin ısrarla altını çizdiğine gözlerini kapatmaktan vazgeçmekten ve gereğini yapmaktan başka bir seçenek de yok!

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

seçim topografyası

2023 SEÇİMLERİ

seçim topografyası

Perspektif, seçimleri değerlendirdiği ve geçtiğimiz günlerde ilk kısmı yayınlanan soruşturmanın ikinci bölümü için Gazeteci-Yazar Etyen Mahçupyan, Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Evren Balta ve TOBB Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek’in görüşlerine başvurdu.

“İKTİDARIN YANLIŞLARININ, MUHALEFETİN KAZANMASI İÇİN YETERLİ OLMADIĞI GÖRÜLDÜ”

Devletle Toplumun Demokrasi Geriliminde Yine Devlet Kazandı

Etyen Mahçupyan-Gazeteci-Yazar

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Kim niye kazandı ya da kaybetti sorusunu ele almadan önce bir tespitin altını çizmekte yarar var: Cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan oy yüzdesiyle söz konusu adayı destekleyen ittifak partilerinin oy toplamı aynı. Yani iki blok arasında kayma olmamış (ya da bu kaymalar küçükmüş ve birbirini götürmüş). Anlaşılan seçmen iktidar ve muhalefet arasında net bir biçimde bölünmüş durumda ve desteklediği ittifaka paralel olarak belirli bir cumhurbaşkanı adayına oy vermiş.

 

Bu tespitin önemi şu: Kılıçdaroğlu yerine kim olursa olsun muhtemelen aynı oyu alacaktı. Diğer deyişle Millet İttifakı’nın adayının kim olduğu belki de bir etken değildi. Dolayısıyla seçimi kaybedenin ‘muhalefet’ olduğunu söylemek ve tahlili bu noktaya yoğunlaştırmak daha mantıklı.  

 

Muhalefetin niçin kaybettiği sorusuna da tersinden yaklaşmakta yarar var: Niye kazansın? Kamuoyunda buna verilen cevaplar çok ‘aydınlatıcı’… İktidarın ekonomiyi mahvettiği, adaletsizliklere imza attığı, keyfiliği, liyakatsizliği, yozlaşmayı hâkim kıldığı birer sebep olarak öne sürülüyor.  

 

Bu mantığa göre iktidar birçok ‘yanlış’ yaptığı için muhalefetin kazanması gerekiyor. İlk çıkarsama şu: Demek ki iktidar ‘yanlış’ yapmasa muhalefetin zaten hiç kazanma şansı yokmuş! O halde iktidarın yanlışlarının muhalefetin kazanması için yeterli olmadığı sonucuna varabiliriz.

 

Ancak daha kritik olan şu: Muhalefetin kazanmayı sağlayacak fazla bir niteliğe sahip olmadığı anlaşılıyor. ‘Niye kazanamadı’ sorusuna verilen cevaplar muhalefeti değil, iktidarı ele alarak yanıtlanıyor. 

 

Muhalefet adına ‘olumlu’ olarak zikredilebilecek öğeler, farklı siyasi partilerin bir araya gelmesi ve birlikte ‘ciddi’ bir çalışma yapmaları. Ne var ki iktidar ittifakı da son derece farklı partilerin bir araya gelmesiyle oluştu ve bunlar tamamen pragmatik bir işbirliği yaptılar. Bu gözlemden hareketle toplumun ‘ciddi’ çalışmalara fazla anlam yüklemediğini, onu da bir tür siyasi/pragmatik alışveriş olarak algıladığını öne sürebiliriz. 

 

Eğer bu gözlem doğruysa muhalefetin ‘Masa’ düzeneğinin ve ürettikleri ilkeler manzumesinin en azından ikincil önemde olduğunu söyleyebiliriz. 

 

Muhalefetin söylemine gelirsek, sadece Kılıçdaroğlu’nun şahsını betimleyen, CHP’nin ne teşkilatına ne de tabanına inen helalleşme mesajının sadece bazı kentli ve bireyselleşmiş dindarlarda karşılık bulması, ancak dindar cemaatin bütününce yüzeysel bulunması şaşırtıcı değil. Öte yandan bu mesaja göçmen/mülteci karşıtı bir söylemin eklemlenmesi inandırıcılığı daha da azaltmış olabilir. Hele son hamlede tutunulan milliyetçilik dalı ve Zafer Partisi ile mutabakat, (Altılı Masa’nın ilkelerini kenara koyduğu ölçüde) muhtemelen muhalefetin ilkesizliğine işaret olarak hissedilmiştir.    

 

Ancak bütün bunların muhalefetin oyunu ‘azalttığını’, bu hataları yapmasaydı muhalefetin kazanacağını söylemek zor. Belki de bu seçim, iktidar ve muhalefetin zaman içinde ayrışmış oy dengesinin tescilinden ibaretti. Her iki taraf da ister doğru ister yanlış yapsın, belki de (küçük bir farkla) aynı sonuç ortaya çıkacaktı.

 

MUHALEFET, CUMHUR İTTİFAKI’NA NASIL ALTERNATİF OLUŞTURABİLECEĞİNİ İDRAK EDEMEDİ

 

Çünkü bu seçim 2016’da Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildikten bu yana ‘yeni’ bir siyasi atmosferin yansıması. Nitekim 2018 seçimlerinin sonuçlarına büyük bir paralellik taşıyor. Partilerin oyunun yükselmesi veya düşmesi belirleyici değil. İdeolojik dengeler ittifakları özneleştirmiş durumda. Seçmenler esas olarak iki ittifak arasında değil, ittifaklar içinde kararsız kalıyor ve nihayette söz konusu ittifakı tahkim etmeye devam ediyorlar. 

 

Şimdi sorumuza tekrar dönelim: Muhalefet bu seçimi niçin kazanamadı? Çünkü kazanması için diğer ittifaktan oy alması lazım ve muhalefet, Cumhur İttifakı’na nasıl alternatif oluşturulabileceğini idrak edemedi. 

 

Cumhur İttifakı’nın yeni bir kurucu kimlik, Türkiye’nin dünyadaki rolü, tam bağımsızlık, devlet etrafında cemaatleşme gibi unsurlar barındıran, İttihatçı vizyonu öne çıkaran bir ‘hikâyesi’ var. Oysa muhalefetin buna rakip olabilecek bir hikâyesi yok. Dolayısıyla muhalefet, seçmenin kendisini ‘içinde’ hissedeceği, gururunu okşayan bir gelecek tasavvuru sunamamış oldu. ‘İktidar yanlış yapıyor, biz daha akıllı ve ahlaklı olduğumuz için daha iyisini yaparız’ mesajı bu tarihsel momentte (özellikle dindar) seçmenin kendisine ve ülkesine ilişkin tahayyül arayışının yanında çok sönük kaldı. 

 

Düşünün ki iktidar ekonomiyi biraz mantıklı götürseydi, belki de yüzde 55-60 aralığında oyla kazanacaktı… Yani iktidarın esas gücü ülkeyi nasıl yönettiği değildi. Esas güç, ülkeye yeni bir doğrultu vermesiyle bağlantılıydı ve muhalefet bunu görmedi ya da görmek istemedi. 

 

Söz konusu alternatif ‘hikâyenin’ yokluğunda, muhalefetin kazanabilmesi için muhtemelen iktidarın çok daha başarısız olması gerekiyordu. Muhalefet kendi olumlu niteliklerinden beslenemediği ölçüde, iktidarın olumsuz niteliklerinden yararlanmak istedi, ama iktidarla muhalefeti ayrıştıran temel ‘ideolojik’ ayrışmayı muhatap almaktan kaçındı. Bence seçimin kaybedilmesinin asıl nedeni bu…

 

Eklemek gerek, muhalefet, söz konusu ‘hikâyeyi’ üretebilse de belki kazanamayacaktı. Alternatif tasavvur gerekli koşul olsa da muhtemelen yeterli değil… Ama muhalefet en azından kendi hasletlerini öne çıkararak kazanma şansı üretebilecekti.   

 

Bu nokta muhalefetin geleceği açısından da önemli bir etken. Çünkü ülkenin geleceğine dair ortak (kimliksel ve ideolojik) tasavvur, muhalefetin bir arada kalma ihtimalini de artırabilirdi. Oysa şimdi (belki yerel yönetim seçimlerine kadar sürecek) kerhen bir arada durma eğilimi hâkim olacak gibi gözüküyor. Her parti kendi stratejisini diğerlerinden ayrı olarak çizmeye çalışacak ve muhtemelen birbirlerini rakip görmeye başlayacaklar.

 

Son bir nokta olarak, söz konusu partilerin ideolojik bir tasavvurda anlaşmasının gerçekçi bir beklenti olmadığı öne sürülebilir. Bu kanı, gelinen noktada doğru olsa da yeni bir tasavvurun gereği birkaç yıl öncesinde idrak edilebilseydi, bugünlere geliş dinamiğinin de farklı olabileceği açık. Belki ittifak içindeki parti sayısı azalır ama muhalefet (seçimi kazanamasa bile) iktidar karşısında muhakkak ki daha güçlü, tehdit edici ve ‘denetleyici’ bir işleve sahip olurdu.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

CUMHUR İTTİFAKI; DIŞ KOŞULLARIN VERDİĞİ İMKÂNI KULLANDI, İÇ KOŞULLARDAKİ BOŞLUĞU DA YENİ İTTİHATÇILIK TASAVVURU İLE DOLDURDU

 

İktidarın niçin (bunca yanlışa rağmen) kazandığı sorusunun doğal bir yanıtı var: Demek ki iktidarın (söz konusu yanlışları izale eden) bir başka olumlu yönü var. Öyle ki Erdoğan’a olan güveni tahkim ediyor, dizginlerin onun elinde olmasını daha rahatlatıcı kılıyor ve seçmen genelini kimliksel açıdan daha fazla tatmin ediyor. 

 

İktidarı bir anlamda ‘siyaset üstü’ kılan bu süreci kısaca özetlemekte yarar var: Birincisi, 1990’lar Batı modernliğinin büyük prestij kaybına uğradığı bir dönemdi. Batı’da modernliğin (özellikle göçmenler sonrası) sorun çözme kapasitesi daraldı, aksine modernlik sorun yaratan bir anlayışa dönüştü. Buna paralel küreselleşme süreci dünyadaki ideolojik kutuplaşmayı yumuşatırken bölgesel güçlerin önemi ve etkisi arttı. Türkiye gibi Batı’nın yakın çeperinde, farklı kimliksel özelliklere sahip, orta ölçekli ekonomik ve siyasi güç sahibi ülkelerde bu durum toplumsal psikolojiyi değiştirdi. İnsanlar kendi ülkelerini bir ‘özne’ olarak gördü, ülkelerinin yakın bölgede etkili olmasını istedi, geleceğin sadece güçlü ülkelerin değil kendi ellerinde olduğunu hayal etti, büyük güçlerden bağımsız bir varoluş ve duruşun mümkün olduğunu düşündü. Türkiye gibi Batı ile tarihsel bir gerilim içinde bulunan, onu ‘öteki’ olarak görmüş (ve Batı tarafından ‘öteki’ olarak görülmüş), Müslüman, imparatorluk bakiyesi, dağılma döneminde hakkının yendiğine ve ihanet gördüğüne inanan bir toplumda, söz konusu ‘özneleşme’ ihtiyacı çok daha derin bir damara oturdu. 

 

İkincisi, yine 1990’lı yıllarda Türkiye’de siyasi partiler dengesi pratikte çöktü. Siyasi partilerin güvenilirliği ve kalıcılığı zedelendi. Toplum devletle yüz yüze kaldı ve 28 Şubat’a giden çizgi ülkenin kurucu ideolojisi olarak görülen Kemalizm’in de bir yönetim cihazı olarak işe yaramadığını kanıtladı. Ulusalcılıkta belirginleşen katı laiklik normunun geri teptiği apaçık hale geldi. Sonrasında AK Parti iktidarının açılımları (AB üyeliği ve çözüm süreci) ise laik kesim tarafından engellenmeye çalışıldı ve Gülen Cemaati ile olan gizli çatışmanın kalkışmaya dönüşmesi sonrasında ilginç bir ‘sıfır noktasına’ dönüldü: Kemalizm ve (hangi türü olursa olsun) ‘İslamcı’ diye adlandırılabilecek hiçbir ideolojinin ülkeyi yönetme kapasitesine sahip olmadığı görüldü. 2016 sonrasında ülke yeni bir ideolojik damar arayışı içindeydi ve devletin itici gücünün de devreye girmesiyle bu adım atıldı. 

 

YENİ İTTİHATÇILIK, DİNDAR KESİMİN KÜLTÜREL KODLARINI VATANDAŞLIĞIN PARÇASI HALİNE GETİRDİ

 

2016 sonrası Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte Cumhur İttifakı dış koşulların verdiği imkânı kullandı ve iç koşulların ortaya çıkardığı boşluğu Yeni İttihatçılık olarak adlandırılabilecek bir ideolojik tasavvur ile doldurdu. Burada detaya girmem mümkün değil ama bu ideolojinin üç ayağı olduğunu söyleyebiliriz: 1) Devletle ataerkil ilişki içinde olan, onun rehberliğinde ‘yürümeyi’ kabullenen bir vatandaşlık; 2) Sünni İslam’ı kuşatan ve içeren, böylece ona tarihsel işlev kazandıran bir Türklük, 3) Batı karşıtlığından beslenen, bağımsızlığı hedefleyen, tarihsel haksızlıkların telafisini isteyen ve dünya genelinde söz sahibi olmayı hayal eden bir ruh hali (giderek buna uygun bir geçmiş ve gelecek okuması). 

 

Yeni İttihatçılık, dindar kesimin kültürel kodlarını vatandaşlığın parçası haline getirdi (yerlilik). Öte yandan bu kültüre sahip cemaate devletle bütünleşme duygusu verdi (millilik). Bu arada Türklüğün İslam’ı kuşatması, dolayısıyla daha öncelikli olması sayesinde milliyetçiliği de besledi ve dindarların milliyetçileşmesinin yolunu açtı. Nihayet Batı karşıtlığı ve bağımsızlık gibi temalar laik sol kulaklara da tanıdık ve sahiplenilesi bir tını olarak yansıdı. Bu kesimin din alerjisi ise Türklüğün İttihatçı ideoloji içindeki ayrıcalıklı konumu sayesinde izale adildi. 

 

Sonuçta iktidar toplumun psikolojisini yakalayan bir damarı, yani İttihatçılığı, bugünün dünyasına taşıdı, gerçekçi gözükmesini sağladı, dış politika hamleleri ile güçlendirip meşrulaştırdı. 

 

DİNDARLARIN TÜRKLÜĞÜN ÖNCELİĞİNİ KABULLENMESİ, LBGT VE AİLE MESELESİNİN ÖNEMSENMESİ İLE AŞILDI

 

Yukarda sözünü ettiğim üç ayak belirli bir sembolizm içinde siyasallaştırıldı. Kitlelerin devletle bağı doğrudan Erdoğan’ın taşıyıcılığı ile sağlandı. Dindarların Türklüğün önceliğini kabullenmesi LBGT ve aile meselesinin, yani muhafazakâr kültüre ait bahislerin önemsenmesi ile aşıldı. Bağımsızlık ve gurur arayışı ise savunma sanayiinin somut ve göz alıcı ürün seti ile tatmin edildi. 

 

Kısacası ne kadarı bilerek, ne kadarı hayatın akışı içinde kendiliğinden oldu bilemeyiz ama iktidar geçmişi geleceğe bağlayan, Türkiye’yi dünya ile ilişkilendiren, ülkenin önüne parlak bir ‘kader’ koyan, bunları yaparken de hem dindarları milliyetçilikle buluşturarak yeni bir ‘resmî’ kimliksel sentez yaratan hem de toplumun geniş kesimlerini devletle barıştıran ve onunla manevi olarak bütünleştiren bir ‘hikâye’ ortaya koymuş oldu. 

 

Bence seçimi (onca yanlışa rağmen) iktidara kazandıran unsur bu… Ve gelecekte de muhalefet benzer içerik, kapasite ve güvenilirlikte alternatif bir hikâye üretemezse, iktidarın kazanmaya devam edeceğini öngörebiliriz. Erdoğan’ın siyasetten ayrılması durumunda ise esas tercihin (o anki konjonktürün ışığında) devlet kurumlarınca yapılacağını düşünüyorum.  

 

Kısa dönemde ileriye baktığımızda iktidar seçim öncesine göre çok daha güçlü. Seçim net bir ‘zaferle’ sonuçlanmış durumda ve yeni hükümetin büyük bir özgüvenle işe başlaması beklenir. Bu durumda beklentim üç yönlü: İktidarın büyük yanlışlardan (ekonomi) döneceğini, kamusal alanı (eğitim) muhtemelen reformist öğeleri de öne çıkararak yeniden düzenleyeceğini, ideolojik düzlemde (medya, hukuk) ise sertliğin ve katılığın dozunu yüksek tutacağını sanıyorum.       

 

Bu öngörü, doğal olarak yaklaşan yerel seçimler ışığında farklı görünümler alabilir. Sözünü ettiğim üç beklentinin içeriği ve öncelikleri, seçimin üreteceği siyasi denge ve ihtiyaca bağlı olarak şekillenecektir.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

HDP’NİN, İKTİDARA VE ERDOĞAN’A OLAN KATEGORİK KARŞITLIĞI, HAREKET ALANINI DARALTIYOR

 

Seçimler zaten var olan toplumsal, siyasal ve ideolojik kırılmayı vurgulamış ve tahkim etmiş oldu. Geçmişe göre asıl farklılık, uzun zamandan bu yana laiklik ve milliyetçilik üzerinden yaşanmakta olan ayrışmanın bitmesi, bu ayrışmaları aşan nitelikte bir ideolojik fay hattının ortaya çıkmasıdır. 

 

Yeni İttihatçılık şu an için rakipsiz gözüküyor. Muhalefetin konumlanma ve tutumuna baktığımızda, hepsi siyaseten yetersiz ve yüzeysel kalmaya mahkûm dört eğilimden söz edilebilir. 1) Erdoğan karşıtlığı 2) dindar alerjisi 3) romantik siyaset algısı ve 4) naif liberalizm. Olumsuz yaklaşımların (1 ve 2) iktidar seçmenine ulaşmak açısından netice vermeyeceği belliydi. Olumlu yaklaşımlar (3 ve 4) ise ülke meselelerinin teknik olarak çözülebileceğinin, rasyonel ve ahlaki davranışın öneminin altını çizmekle sınırlı kaldı.

 

Bu açıdan ele alındığında ortadaki tablo iki farklı dünya görüşü veya toplumsal kesim ya da siyasi çizgi arasında bir gerilimi ifade etmiyor. Bugün itibarıyla sadece bir tane, iktidara ve onun seçmenine ait bir vizyon var. Gerisi bu vizyon karşısında çaresizliğin siyasetini yapıyor ve psikolojisini yaşıyor. 

 

Dolayısıyla iktidarın (yeni bakanlar kurulunun ima ettiği üzere) normal ve ‘kabul edilebilir’ bir yönetime dönmesi durumda tabanını genişleteceğini beklemek daha mantıklı gözüküyor. Muhalefetin giderek ufalıp dağınık hale gelmesi ya da birlikte davransalar bile giderek söylem açısından yüzeyselliğe savrulması şaşırtıcı olmaz. 

 

Sonuç, laik kesimin marjinalleşme pahasına katılaşması ve Kürt milliyetçiliğinin de daralma pahasına radikalleşmesi olabilir. Ne var ki bu türden bir gelişme Yeni İttihatçılığın meşrulaşması, normalleşmesi ve siyasi alanı yeniden tanımlamasıyla sonuçlanacaktır. Böyle bakıldığında Türkiye İttihatçılığın güncel yorumundan hareketle yeni bir ‘kuruluş’ dinamiğine, ‘İkinci Cumhuriyet’e doğru ilerliyor gözüküyor.

 

Alternatif bir vizyon ortaya çıkmadığı takdirde söz konusu çizginin zaman içinde yozlaşma ve özellikle Kürt meselesinde ‘sert çözümlere’ bel bağlama ihtimali yüksek. 

 

‘PKK VE SİVİL SİYASETTE KARŞILIĞI OLAN PARTİNİN MÜŞTEREK SİYASETİ’NİN ETKİNLİK AÇISINDAN SONUNA YAKLAŞIYOR OLABİLİRİZ 

 

Kürt siyasetinin rejim ve sistemde yaşamakta olduğumuz değişimi tarihsel bağlam içinde değerlendirmesi ve (özellikle muhalefetin geneli bu konuda yetersiz kalırsa) demokrat bir vizyonun üretilmesi için ön alması gerekecek. Ne var ki bu da Kürt hareketinin kendi içinde ‘serinkanlı ve sağduyulu’ bir yüzleşme yaşamasını şart koşuyor ve bunun hiç de kolay olmadığını biliyoruz. 

 

Kürt hareketi için başlangıç noktası muhtemelen ne kendisine ne ülkeye hiçbir katkı sağlamayan, aksine Kürt meselesini idealize ederek marjinalleştiren ve böylece siyasetin (iktidar tarafından) teröre indirgenmesini mümkün kılan ‘sol dayanışmadan’ kurtulmasıdır. Çünkü söz konusu tercih HDP’yi siyasetsizleştiriyor ve apolitik hale getirdiği ölçüde PKK’nın gölgesi altında tutuyor. Öyle ki HDP ile görüşme bile iktidar tarafından ‘terör’ kapsamı içinde sunulabiliyor ve kabul görüyor.   

 

HDP’nin iktidar (ve Erdoğan) karşıtlığını ‘kategorik’ (neredeyse ‘ahlaki’) bir tutum olarak benimsemesi de yukardaki sıkışmayı derinleştiriyor. Çünkü HDP’nin hareket alanını daha da daraltıyor. Böylece başkalarının ürettiği bir akıntıda kendine tutamak arayan bir görüntü ortaya çıkıyor. 

 

Şunu da ilave etmem lazım: Temsil yeteneği olmayan ve siyasete ‘kategorik’ bakan solcu partilerle işbirliği, ‘kategorik’ iktidar karşıtlığı ile bir araya geldiğinde, ortaya çıkan siyasi tutum negatif bir ‘siyasi anlam’ kazanıyor ve olumsuz çıkarsamaları ‘mantıklı’ hale getiriyor. Böylece HDP geniş kesimler nezdinde gerçekten de kolayca ‘terörle’ suçlanabiliyor. Çünkü terör bizatihi kategorik (apolitik) bir tercih, yani ontolojik bir kötülüğün dışavurumu olarak okunuyor.    

 

KÜRT HAREKETİNİN ‘KENDİSİNİ DEMOKRAT SANMA’ ALIŞKANLIĞINDAN SIYRILMASI VE KENDİ DÜNYASINI ÖZGÜRLEŞTİRMESİ GEREKİYOR

 

Velhasıl ‘PKK ve onun sivil siyasette karşılığı olan partinin müşterek siyaseti’ olarak tanımlayabileceğimiz Kürt hareketi stratejisinin etkinlik açısından sonuna yaklaşıyor olabiliriz. Söz konusu ikili yapı zaman zaman şiddetin öne çıkmasına, bazen de demokratik taleplerin sivil siyasette güçlenmesine neden oldu. PKK ile HDP (ve öncesindeki partiler) arasında yakınlaşma/uzaklaşma eğilimleri sürekli işledi ve siyaset açısından anlamlı bir ‘iç kamusal alan’ yaratıldı.   

 

Ne var ki bu strateji, Türkiye’nin ‘yetersiz bir yönetim ideolojisi’ olduğu nihayet anlaşılan Kemalizm (veya Ulusalcılık) bağlamı içinde geçerliydi. Şimdi o dünya değişti… Eski stratejinin yeni dünyada (İttihatçı bir devlet-iktidar-yönetim çerçevesinde) başarılı olma ihtimali giderek zayıflayacaktır.  

 

Böyle bir süreçte PKK HDP’ye değil, HDP PKK’ya benzeme baskısı altına girecektir. Kendini yenileyemediği takdirde HDP tabanının küçülme ve buna paralel olarak PKK şiddetinin daha da araçsal nitelik kazanması muhtemel. 

 

Bütün bunlar muhakkak ki dünya ve bölge koşullarından etkilenecektir. Ancak Kürtlerin kültürel haklarının savunulması ve kazanılması gibi bir amaç varsa, bunun ancak Yeni İttihatçılığa alternatif bir tasavvurun toplum nezdinde ‘gerçekçi ve istenilir’ kılınması ile mümkün olabileceğinin altını çizelim. 

 

Söz konusu tasavvur ancak demokrat bir zihinsel yaklaşım üzerinde inşa edilirse Kürtlerin adalet ve eşitlik taleplerini karşılayabilecek bir siyasete olanak sağlar. Zaman geçtikçe böylesi bir alternatifin üretilme şansının azalabileceğini de gözden kaçırmamakta yarar var…

 

Dolayısıyla Kürt hareketinin ‘kendisini demokrat sanma’ alışkanlığından sıyrılması ve kendi dünyasını özgürleştirmesi gerekiyor. Aksi halde aynen muhalefetin geri kalanı gibi Yeni İttihatçılığın sürükleyici gücü karşısında yetersiz kalabilir ve bu akıntının gücüyle sürüklenip ufalanma ihtimali karşısında kısa vade tepkisel siyaset üretmekten öte gidemeyebilir.

“MUHAFAZAKAR SEÇMENE BARIŞ ÇUBUĞU UZATILMASI DOĞRUYDU AMA MUHALİF SEÇMENİN ENDİŞELERİ DE GİDERİLMELİYDİ”

evren balta röportaj

Prof. Dr. Evren Balta-Özyeğin Üniversitesi

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Türkiye’nin mevcut sisteminde özgür ve adil seçimler olmadığı ve bunun sadece seçim gününe ya da oyların sayılmasına ait bir sorun olmadığı, seçimlerden çok önce oyunun kurallarının 20 yıldır iktidarda olmanın verdiği güçle iktidar partisi tarafından dizayn edildiği hepimizin malumu. Dolayısıyla bu yarış eşit ve adil bir yarış değil. Hiçbir zaman olmadı. Burada özellikle kamu kaynaklarının harekete geçirilmesini ve yüksek harcamaya dayanan seçim ekonomisini de anmalıyız. Kısacası kaynakların, kurumların ve kuralların kontrolünün iktidarın elinde olması ilk ve en önemli neden. 

 

Ama ben hâlâ bu seçimlerin kazanılabilir olduğunu ve seçimlerin kazanılamamasının temel nedeninin Millet İttifakı içindeki gerilimler ve aday belirleme süreci olduğunu düşünüyorum. Adaylık sürecinde Millet İttifakı stratejilerini, hedeflerini, planlarını şeffaf bir iletişim ile kamuoyu ile paylaşmadı. Kamuoyunu bir kenara bırakalım, 6 Mart krizinde deneyimlediğimiz üzere bunlar ittifak partilerinin kendi içinde de paylaşılmadı. Bu durum kanımca etkisi seçmene sirayet eden ve kampanya sürecinde aşılamayan bir güven krizi yarattı. 

 

Bir diğer sorun, kampanyanın yapısal açmazlarına ilişkin. Türkiye’nin halihazırda iki temel fay hattı var: Milliyetçilik ve dindarlık. Her iki fay hattında da Kemal Kılıçdaroğlu kampanyası ciddi sorunlara gebeydi ve beklenen sorunları yarattı.

 

Milliyetçilik hattından bakarsak, Millet İttifakı adayı olan Kemal Kılıçdaroğlu’na HDP’nin aday çıkarmayarak doğrudan destek vermesinin milliyetçi seçmeni bir temsil krizine ittiğini iddia edebiliriz. Muhalefetin kampanyasının ana varsayımı ekonomik kriz altında ezilen seçmenlerin milliyetçiliklerini geri plana iteceği ve ne olursa olsun Erdoğan karşıtı oy kullanacağı yönündeydi. Bu denklemde Kürtlerin desteğinin alınmasının seçim kazanmanın ana formülü olduğu düşünülüyordu. Bu varsayımın doğru çıkmadığını, hatta milliyetçi seçmenin, iktidarın yoğun dezenformasyonu altında da kalarak, oyunu değiştirmediğini ya da üçüncü bir yol arayışına girdiğini gördük. 

 

MUHALEFETİN EKONOMİYE ODAKLANMASI DOĞRUYDU, ANCAK TAM BİR GÜVEN VERİLEMEDİ

 

Araştırmalar, milliyetçi protesto oylarının varlığını çok net gösteriyordu, ancak kampanya milliyetçi aktörleri ikna edecek bir adım at(a)amadı. Bu adımı atarsa Kürt seçmeni kaybedeceğini düşündü. Ama daha önemlisi geriye iki aday kaldığında milliyetçi (seküler) seçmenin Erdoğan karşısında oy kullanacağını varsayımından hiç geri adım atmadı. Bu varsayım ilk turda yanlışlandığında söylemini değiştirse de bu radikal değişiklik bu sefer de seçmen tarafından sahici görülmedi. 

 

İkinci fay hattı olan muhafazakâr-seküler bölünmesinde muhafazakâr seçmene bir barış çubuğu uzatılması doğruydu ama bunu yaparken muhalif seçmenin göç, laiklik ve eğitim gibi politikalarda endişelerini giderici bir hat izlenmeliydi. Bu hat muhafazakâr seçmenin endişeleri ile bir araya getirilip, yeni bir hikâye yazılmalıydı. Ben bunun da muhafazakâr seçmende takiye yapıyorlar hissini, seküler seçmende de coşku ve enerjiyi azalttığını düşünüyorum. Nitekim her siyasal ittifak önce kendi tabanına ne vaat ettiğini ve bunun diğer grupların talepleriyle nasıl uzlaşacağını açıklamalı. Bunu yapabilmek bir siyasi hikâye sahibi olmanın ön koşulu, değişimin ön koşulu. Sonuç olarak kendi çekirdek seçmenini bile tam anlamıyla tatmin etmeyen, bir ortak anlatı etrafından birleşmeyen, toplama taleplerden ibaret bir kampanya ortaya çıktı. 

 

Kampanyanın bir diğer sorunu, 20 yıldır bir lider ile yönetilmeye alışmış ve en az 10 yıldır kurumsuzlaştırılmış bir ülkeye, hem de büyük bir krizin içerisinden geçerken net bir yönetim şeması sunamamış olmasıydı. Ne güçlü bir liderin olduğu ne de net (ve adil) bir yönetim şemasının olduğu bir blok, Türkiye’nin devasa sorunlarının çözümünde seçmenle güven ilişkisi kurabildi. Muhalefetin ekonomiye odaklanması doğruydu, ancak bu konuda da tam anlamıyla bir güven verilemediğini düşünüyorum. Kılıçdaroğlu, örneğin ekonomiyi şu kişiye devredeceğim diyemedi. 12 kişilik bir kadro ile kamuoyunun karşısına çıkıldı. Muhalefetin yönetme konusunda sade, net ve temsiliyette adil olması çok önemliydi, olamadı.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

MUHALEFETİN KAMPANYASI TÜRKİYE’DE GÜNDEMİ BELİRLEDİ, ANLATIYI KURDU VE BAŞARILIYDI

 

Türkiye bugün başına gelmeyen kalmamış bir travma toplumu. İntihar saldırıları, darbe girişimi, ekonomik kriz, salgın, dört bir yanımızda savaşlar ve son olarak da deprem. Bu tarz dönemler iktidarı yerinden eder gibi düşünülüyor ancak tam olarak öyle değil. Tam aksine krizler, özellikle kırılgan gruplarda bildik, tanıdık aktörlere dayanma ve onların sorunun çözümünü bildikleri aktöre devretme eğilimini artırabilir. Söz konusu olan çok sarsılmış olsa bile seçmenle inşa edilmiş bir güven ilişkisinin varlığı. Karşı tarafta ise henüz kurulamamış bir güven ilişkisi var.

 

Ancak bu güven ilişkisinin liderle kurulduğunun altını çizmek lazım. Türkiye siyasetini lider ile olan ilişkiden bağımsız okuyamazsınız. Erdoğan çok güçlü bir seçmen desteğine sahip, seçmenle doğrudan ve duygusal bağ kurabilen karizmatik bir lider. Kendi partisinin oy oranı düşerken bile kendi aldığı oy oranını bunca krize rağmen koruyabiliyor. Parti kimliklerinde, özellikle ittifaklar içi partiler arasında önemli geçişkenlikler var. Seçmenlerin siyasal parti konusunda tutum değiştirmesi de daha mümkün gözüküyor. Ama öte yandan Erdoğan kendisini bütün bu siyasal parti haritasının dışına yerleştirmeyi başarabilmiş durumda. 

 

KILIÇDAROĞLU YÜRÜTTÜĞÜ ENERJİK VE SAMİMİ KAMPANYAYA RAĞMEN, ERDOĞAN’A KARŞI YANLIŞ ADAYDI

 

Bu noktada dünya örnekleri de bize gösteriyor ki karizmatik otoritenin karşısında kimin olduğu o otoriteden çıkışta son derece önemli. Kılıçdaroğlu yürüttüğü tüm enerjik ve samimi kampanyaya rağmen Erdoğan’a karşı yanlış adaydı. Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın 10 yıldan fazladır tüm konuşmalarının ana kötü karakteri. Onun ötekisi. Ona yönelik negatif duygular iktidar seçmeni arasında kök salmış durumda. Zamanında Erdoğan’a oy vermiş, onunla siyasi/duygusal yakınlık kurmuş seçmenin oy değişikliğine gitmesini sağlamada en çok zorlanacak aday kendisiydi. Bu önemliydi, çünkü kazanabilmek için bu seçmenin bir bölümünü, hem de çok büyük olmayan bir bölümünü ikna etmek gerekiyordu. Ama seçmenin duygusu yerine, partilerin anketlerde çıkan oy oranları toplandı ve kim olsa kazanır diye düşünüldü. 

 

Burada şunun altını çizmek isterim. Bence muhalefetin kampanyası Türkiye’de gündemi belirledi, anlatıyı kurdu. Ve bu açıdan bence başarılıydı. İktidar sadece yanıt verebildi ve bu anlamda son derece reaksiyoner bir kampanya yürüttü. Devlet bekasına dayalı ve somut sorunlara çözüm önermeyen, yeni bir şey vaat etmeyen bir kampanya yürüttü. Negatif duyguları, korkuyu harekete geçirdi. Sadece devletin varlığına yönelik bir tehditten bahsetmedi, sürekli LGBTİ vurgusu yaparak ailenin varlığına yönelik de bir tehditten bahsetti. Aile ve devlet arasında bir geçişkenlik kurdu ve muhalefetin kazanması halinde hem ailenin hem devletin dağılacağı mesajını tüm kaynakları kullanarak vurguladı. Muhalefet ise korkunun artık güçlü bir duygu olmadığını varsaydı. İnsanların soyut tehditlerden daha çok somut tehditlere göre davranacağını varsaydı. 

 

Bu somut tehdit ekonomi ise, orada da muhalefetin krizi tam okuyamadığını söylemek mümkün. Çok kısaca söylemem gerekirse enflasyonist bir ekonomi evet fiyatları artırdı ama sabit borçluların yükünü hafifletti. Ayrıca asgari ücretlere yapılan zamlar asgari ücretin enflasyon karşısında azalmamasını sağladı. Ekonomi düşük ücretli de olsa iş yaratmaya devam etti. 

 

İKTİDARIN MEŞRUİYET DEVŞİRDİĞİ ALANLARINDAN BİRİ, DIŞ POLİTİKAYA EGEMEN OLAN BÜYÜK GÜÇ OLMA SÖYLEMİ

 

Erdoğan’ın seçim sonrası yol haritasına gelecek olursam, bu haritayı büyük oranda muhalefetin oy getirmese de ses getiren gündeminin belirleyeceğini düşünüyorum. Bu gündemlerden ilki hiç kuşkusuz ekonomi ve ekonomi yönetimi. Erdoğan daha ilk haftadan ekonomi yönetimine yaptığı atamalarla muhalefetin ekonomide liyakat talebi ve eleştirisini içerecek biçimde pozisyonunu esnetti. Türkiye’nin büyük bir ekonomik krize girmesini ötelemeye çalışacak kimi politikalar da uygulamaya konacaktır. Ancak bunun ne kadar sürdürülebilir ya da yapılabilir olduğu da tartışılır. Bunun yanı sıra yine toplumun gündemine seçimlerde muhalefet üzerinden çok radikal bir biçimde giren göç gibi konularda Erdoğan’ın daha katı bir tutum almasını bekleyebiliriz. Özellikle düzensiz göç ve sınır güvenliği konusunda. 

 

Dış politika hattında ise zaten son döneme özellikle Ortadoğu’da egemen olan yumuşama çizgisinin devam edeceğini düşünüyorum. Ancak bu seçim zaferi AB ile Türkiye arasında normatif koşulların tamamen geriye itildiği al-verci bir dış politika hattını kalıcılaştıracaktır. Türkiye-AB ilişkilerinde bir ilerleme beklememekle birlikte, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini kısmen onarma yoluna gideceğini düşünüyorum. Dış politikaya egemen olan büyük güç olma arzusu ve söylemi bu yeni dönemde de bütün hızıyla devam edecektir. Bu alan ve söylem, iktidarın meşruiyet devşirdiği en önemli alanlardan biri zira.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

VATANDAŞLIK BAĞI; SEKÜLERLERİ, DİNDARLARI VE KÜRTLERİ İÇERECEK BİÇİMDE RESTORE EDİLMELİ

 

Bence bu seçimlerin en önemli sonucu, eğer geri çevirmeyi başaramazsak, Türkiye’de muhalif enerji ve umuda ciddi bir darbe indirmesi oldu. Muhalif seçmen arasında seçimlerin Türkiye’de hiçbir zaman kazanılamayacağına dair ciddi bir endişe vardı. Bu endişenin güçlendiğini söyleyebilirim. Türkiye’de otoriter sistemin konsolide olamamasının ana nedeni, ciddi bir siyasal parti kültürünün, muhalif enerjinin varlığı. Kutuplaşma da aslında pozitif bir etki yaratarak muhalefeti hep diri tuttu. Yani Erdoğan iktidarı ülkenin eğitimli, kentli, seküler kesimlerine karşı bu kadar dışlayıcı olmasaydı Rusya’da Putin’in sahip olduğu onay oranlarına ulaşabilirdi. Ancak bu seçimler Türkiye muhalefetinde ciddi bir hayal kırıklığı yarattı. Hem siyasal parti sistemine hem ittifaklara hem de seçmen mobilizasyonuna bunun çok ciddi ve büyük oranda olumsuz etkileri olacağı kanısındayım. 

 

MUHALEFET SİYASET YAPIŞ BİÇİMİNİ DEĞİŞTİRMELİ

 

Seçimlere Erdoğan karşıtlığı üzerinden bakarsak, 2014 yılından beri yüzde 52-48 hattına oy oranı olarak oturmuş bir Türkiye var. Bu hattın mekânsal/coğrafi bir niteliği de var. Kıyı kentlerde ve büyükşehirlerde muhalefet daha fazla oy alırken, Karadeniz ve iç bölgelerde iktidar daha fazla oy alıyor. Bu bize kentlere konuştuğu kadar taşraya ve küçük kentlere de konuşabilen bir muhalif siyasi hattın elzem olduğunu gösteriyor. Ancak bu “konuşma” ilişkisi sadece sözden ibaret kalmamalı. Muhalefet siyaset yapış biçimini değiştirmeli, doğrudan temas ve toplumsal örgütlenme perspektifini mutlaka siyasetin temeli haline getirmeli. 

 

Türkiye’nin bugün en temel gerilimlerinden biri Türkiye’nin otantik kültürüne kimin ait olduğuna dair farklı siyasi tahayyüller. Ülkede birbiri ile rekabet halinde olan farklı yerli, milli tasavvurları var. Bir tarafta Türkiye’nin otantik kültürünün temel unsurunun din olduğunu düşünenler var. Onların ulusu kendini sınır ötesinde hayal etme biçimleri de Müslümanlık halesini ve Müslüman coğrafyaları içeriyor. Türkiye’nin seküler, Batı odaklı nüfusunu ülkenin otantik nüfusu olarak görmüyorlar. Göç konusundaki göreli daha içerici tutumlarını da bu Müslümanlık halesi belirliyor. 

 

Diğer tarafta ise ülkenin otantik kültürünü daha dil, etnik köken üzerinden görenler var. Onlar da Kürt nüfusu ülkenin otantik nüfusu olarak görmüyor, o kültürle, o kültürün sembolleriyle barışık değil. Benzer bir biçimde göçmenleri de bu otantik kültüre tehdit olarak görüyor. Bu farklı yerli ve millilik anlatıları Türkiye siyasetini belirlemeye devam edecek. Restorasyon öneren herhangi bir siyasi aktörün bu ülkenin ortaklık zemininin ne olduğu, birbirimize ne borçlu olduğumuzu, bu ülke ile bağımızın ne olduğu konusunda bir hikâye yaratması lazım. Vatandaşlık bağının sekülerleri, dindarları, Kürtleri içerecek biçimde restore edilmesi gerekiyor.

“KILIÇDAROĞLU’NA VERİLEN ONAY, PARTİLERİN ORTAK SORUMLULUĞUDUR VE BAŞARISIZLIK, HEPSİNE BUNU İZAH ETME ZORUNLULUĞU DOĞURMUŞTUR”

burak bilgehan özpek röportaj

Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek-TOBB Üniversitesi

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Asıl sebep hatalı tasarlanmış ve Kemal Kılıçdaroğlu adaylığını meşrulaştırmak için kurulan Altılı Masa mimarisidir. Bu yapı, seçimlerin halihazırda kazanıldığı düşüncesiyle hareket etmiştir ve seçimleri kazanmak için bir araya gelmiş, güçleri nispetinde müzakere eden partilerden ziyade ülkeyi seçimden sonra nasıl yöneteceğine karar veren bir seçkinler ittifakı şeklini almıştır. Böylece, toplumsal taleplere karşı hassas olma gereği duymayan ve toplumun mecburen Erdoğan’ın karşısındaki adaya oy vereceğini hesap eden, bu yüzden de elitler arasındaki dengeye odaklanan bir yapı halini almıştır. 

 

Bu denge arayışı, dört küçük partinin CHP’den aldığı vekil kontenjanı karşılığında Kılıçdaroğlu adaylığına onay verilmesiyle sonuçlanmıştır. Muhalefetin ikna edilmesi gereken iki büyük seçmen grubu olan İYİ Parti ve HDP seçmenleri ise tatmin edici bir vaat ile karşılaşmamıştır. HDP seçmeni, parti elitlerinin niçin hiçbir şey almadan Kılıçdaroğlu adaylığına onay verdiğini tam anlayamazken, İYİ Parti seçmeni ise partilerinin süreçte itilip kakılmasına ve dört küçük parti ile aynı muameleye tabi tutulmasına tanık olmuştur. Böylece her iki parti de potansiyellerinin altında oy almış ve potansiyel seçmenlerini Kılıçdaroğlu adaylığı için seferber edememiştir. 

 

Bir güç bölüşümü anlaşması üzerinden ilerleyen ve Kılıçdaroğlu’nun karizmadan yoksun siyasi personasını siyasi aktörlere adeta ulufe dağıtarak telafi ettiği bu sistem, elbette tatmin olmayan aktörler doğurmuştur. 

 

ALTILI MASA’NIN HDP İLE KURDUĞU İLİŞKİ DE SORUNLUDUR

 

Bununla birlikte, Altılı Masa’nın HDP ile kurduğu ilişki de sorunludur. Oy oranı oldukça düşük olan partilere kabinede toplam sekiz sandalye veren ve bu partilere parlamentoda 37 sandalye ayıran Kılıçdaroğlu’na HDP’nin hiçbir aleni müzakere yürütülmeden ve hiçbir somut söz almadan neden canı gönülden destek verdiği toplumda anlaşılamamıştır. Bu belirsizliği tabanına anlatmak isteyen HDP’li siyasetçiler ise 14 Mayıs sonrasını abartılı bir iyimserlikle anlatmış ve milliyetçi sağ seçmen bundan rahatsız olmuştur. Altılı Masa ile HDP arasındaki muğlak, adı konmamış ve kapalı kapılar ardında bir pazarlık olduğunu düşündüren ilişki, özellikle Kandil’den gelen mesajlar ile birlikte milliyetçi seçmeni hızlı şekilde uzaklaştırmıştır. 

 

Muhalefetin seçim sonrası durumu ise daha önceki başkanlık seçimlerinden farklı gelişecektir. Daha önceki seçimlerde kaybetmek, sadece adayın kişisel sorunu olarak kalmıştır. Ancak bu seçim, neredeyse bütün muhalif parti ve siyasetçilerin aynı gemiye bindiği ve projeye ortak olduğu bir hikâyeye sahiptir. Yani Kılıçdaroğlu adaylığına verilen onay partilerin ortak sorumluluğudur ve başarısızlık hepsine bu verdikleri onayı izah etme zorunluluğu doğurmuştur. Altılı Masa milyonlarca insanın hayatını ilgilendiren bir karar almıştır, büyük bir kampanya ile insanları motive etmiştir. Dolayısıyla başarısızlık sonrası, sadece parti kurullarına ve delegelere hesap vermek ile sınırlı bir süreç yaşanmayacak, harekete geçen toplumsal tepki muhtemelen partilerde ciddi bir değişim talep edecektir.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

ERDOĞAN, ALTILI MASA MEKANİZMASINDAN OLDUKÇA MEMNUNDU

 

Erdoğan, Altılı Masa mekanizmasından oldukça memnundu ve süreci temelden etkileyen hamlesini İmamoğlu’na siyasi yasak kararının çıkmasını sağlayarak yaptı. Bu sayede, Kılıçdaroğlu adaylık sürecinde öne çıktı. Erdoğan ulusal güvenlik, milli kalkınma sembolleri ve muhalefetin aşırılıklarını kendi tabanına teşhir ederek Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği kırılgan, ahlaki ve duygu siyasetine dayalı kampanyasını zayıflatmayı başardı. 

 

Seçimlerden sonra tercih edilen kabine ise, kampanya profiline uygun şekilde devletçilik ve güvenlikçilik etrafında örgütlenen bir kapsayıcılık sinyali yayıyor. Mehmet Şimşek’in ekonomi bakanı olması da rasyonellikten uzaklaşılmadığını gösteriyor ve birçok vatandaşa iyimserlik aşılıyor. Ancak bütün bunlar Erdoğan’ın kurumsal olmayan ve kendi iradesini bürokratik kurumlara yansıtma eğilimi düşünüldüğünde her an akamete uğrama tehlikesi barındırıyor ve Erdoğan hükumetlerine dair uzun vadeli plan yapmayı önlüyor.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

HDP, BİR ANLAMDA CHP’NİN UZANTISI OLARAK, POLİTİKA ALANINI SINIRLANDIRDI

 

HDP oldukça hatalı bir strateji izleyerek, Kılıçdaroğlu’nun aday olmasının dolaylı olarak destekçisi oldu. Dolayısıyla, HDP bir anlamda CHP’nin uzantısı olarak kendi politika yapım alanını sınırlandırdı, çünkü kendi gündem ve önceliklerinden uzaklaştı. Kılıçdaroğlu gibi riskli bir ismin önce aday, ardından da başkan olması için alınan riskler seçimin kaybedilmesiyle birlikte Kürt siyasetini ciddi bir yol ayrımına getirdi. 

 

7 Haziran seçimlerinde yüzde 13’e ulaşan HDP oyu yüzde 8,5 seviyesine kadar düştü. Bunun sebebi HDP’nin Türkiyelileşme projesinin amacından çıkıp CHP ajandasının bir enstrümanı haline gelmesiydi. Böylece hem kazanamayacak bir adaya destek verildi hem de kazanan Erdoğan’a karşı aşırı derecede bir risk alındı.

 

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

ETYEN MAHÇUPYAN

ETYEN MAHÇUPYAN

1972’de Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. 1980-1996 yılları arasında bazı şirketlerde üst düzey yöneticilik yaptı. Ardından kendi kurduğu şirketlerde çalışma hayatını sürdürdü. 1997’de Radikal Gazetesi’nde köşe yazarlığına başladı. Takip eden yıllarda Yeni Binyıl, Zaman, Akşam ve Karar gazetelerinde yazdı. Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliğine getirildi. 2010 Kasım’ında bu görevini bıraktı. Ekim 2014’te Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun başdanışmanı oldu. 2015 Mart’ında bu görevi sona erdi. Mahçupyan, Gelecek Partisi Kurucular Kurulu üyesidir.

EVREN BALTA

EVREN BALTA

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olan Evren Balta, 2007 yılında New York, CUNY- The Graduate Center’da “Rusya ve Türkiye’de Devlet Kapasitesi ve İç Çatışma” başlıklı tezi ile doktorasını aldı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasal şiddet, güvenlik, vatandaşlık ve ulusötesi siyaset alanlarında çalışmalarını sürdürmektedir. Çok sayıda yayımlanmış makale ve derleme kitaplarının yanı sıra Küresel Güvenlik Kompleksi, Tedirginlik Çağı ve Türkiye'de Amerikan Pasaportu: Ulusötesi Dünyada Ulusal Vatandaşlık (O. Altan-Olcay ile birlikte) isimli kitapları mevcuttur.

BURAK BİLGEHAN ÖZPEK

BURAK BİLGEHAN ÖZPEK

Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden lisans, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi Bölümü’nden yüksek lisans, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden doktora derecelerini aldı. Doktora sonrası araştırma projesini King’s College Savunma Çalışmaları Bölümü’nde tamamladı. 2011 senesinden itibaren TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. De Facto devletler, çatışma, demokratikleşme, Türk Dış Politikası ve güncel Ortadoğu politikaları üzerine yaptığı araştırmalar Journal of International Relations and Development, International Journal, Iran and the Caucasus, Turkish Studies, Global Governance, Israel Affairs, Middle East Critique ve All Azimuth gibi dergilerde yer aldı. 2017 senesinde Peace Process Between Turkey and the Kurds: Anatomy of a Failure kitabı Routledge tarafından yayımlandı Burak Bilgehan Özpek, Ortadoğu politikaları ve araştırma yöntemleri üzerine dersler vermektedir.

İLGİLİ YAZILAR

2023 seçimleri

2023 SEÇİMLERİ

Yönetimin değişmemesinin sebeplerinden biri, problemlerin doğru ve anlaşılır bir şekilde halka sunulamaması ve olası kadroların kimler olacağı ve çözüm yollarının ne şekilde olacağının da muğlak bırakılması. Var olan temel problemlerin yalnızca muhalefet partileri tarafından değil; sivil toplum, sanatçılar, aydınlar, akademisyenler ve gazeteciler tarafından da sürekli olarak gündemde tutulması gerekiyor. Problemleri tekrar hatırlamakta ve yönetimden neler beklendiğini ifade etmekte fayda var.

2023 seçimleri

Seçimler bitti ve iktidar kanadının az farkla da olsa galibiyetiyle sonuçlandı. Millet İttifakı’nın programlarını açıklamadaki yetersizliği, Kemal Kılıçdaroğlu’nun şahsında yoğunlaşan “lider vasfı eksikliği” gibi haklı gerekçeler, toplumun bir kesiminde “solcu” ve “Alevi” olması gibi gerekçeler ile birleşince adil olmayan bir seçim propaganda süreci sonrası Erdoğan’ın galibiyetini ilan etmesinin şaşkınlık yarattığı söylenemez. Halkın yarıya yakın bir kısmının değişim istemesi, kötüye giden şartların düzelmesi için elbette ki yeterli değil. Giderek kötüleşen şartlar, muhalefeti yönetime taşımaya yetmedi, zira çözüm vaat eden Millet İttifakı çözüm önerilerini somut olarak halka anlatmakta başarısız oldu. Öte yandan, yıllardır süregelen ve iktidarın tahakküm diliyle popülist bir şekilde halkı kutuplaştırmak pahasına kullanılan “dindarlık” ve “başörtüsü” gibi konular, seçmenin bir bölümünde geçmiş travmaların tekrar etmemesi adına hâlâ tetikleyici bir güce sahip. 

 

Seçimlerin muhalefet aleyhine sonuçlanmasının bir diğer önemli sebebi ise şüphesiz iktidarın başlıca seçim propaganda söylemlerinden olan, muhalefetin “terör ile arasına mesafe koyamama” meselesi. Seçmenin bir bölümünün Millet İttifakı’nın HDP ile yakınlığı konusu üzerinden Kılıçdaroğlu’na oy desteği sunmadığı, anketler ile sabit bir durum. Kamu kurumlarının önemli kadrolarının Erdoğan ve iktidar partisi tarafından belirlendiği, medyanın ağırlıklı bir bölümünün iktidar yanlısı yayın yaptığı böyle bir dönemde, seçmenin tercihini mevcut yönetimin devamından yana kullanması şaşırtıcı değil. Yönetimin değişmemesinin sebeplerinden bir diğeri ise problemlerin doğru ve anlaşılır bir şekilde halka sunulamaması ve olası kadroların kimler olacağı ve çözüm yollarının ne şekilde olacağının da muğlak bırakılması.

 

Var olan temel problemlerin yalnızca muhalefet partileri tarafından değil; sivil toplum, sanatçılar, aydınlar, akademisyenler ve gazeteciler tarafından da sürekli olarak gündemde tutulması gerekiyor. Problemleri tekrar hatırlamakta ve yönetimden neler beklendiğini ifade etmekte fayda var.

 

Sığınmacı Sorunu ve Yabancıların Türk Vatandaşlığına Geçisi

 

2011’de patlak veren Suriye Savaşı’nın üstünden 12 yıl geçti, artık tartışılan konu, savaş koşullarından kaçan Suriyelilere kucak açılması meselesi değil. Ülkemizin büyük bir bölümü, özellikle gençlerimiz giderek artan ekonomik kriz ve işsizlik gibi sorunlar ile boğuşurken mülteci sayısının azalmaması ciddi bir sorun haline geldi. Elbette ki mültecilerin ülkesine gönderilmesi konusu belli bir kimliği aşağılamaya yönelik ve yabancı karşıtlığı içeren bir nefret söylemine dönüşmemeli, ancak artan enflasyon gibi sorunlar ile boğuşan bir halkın kaynaklarını başkalarıyla paylaşmasını istemek adil değil.

 

Öte yandan, belli bir döviz miktarına karşılık gelen gayrimenkul alımları ile yabancılara Türk vatandaşlığına geçiş imkânı tanınması ise kabul edilmemesi gereken bir diğer konu. Muasır medeniyet seviyesini yakalamaya çalıştığımız Batı ülkelerinde bırakın vatandaş olmayı, bir ülkeye göçmen olarak gidebilmek için bile ciddi şartlar gerekiyor. Örneğin ABD’ye göçmen olarak gidebilmek için önemli bir icadınızın, buluşunuzun olması veya eserlerinizin ve araştırmalarınızın Amerikan çıkarlarına hizmet ettiğini kanıtlamanız gerekli. Para ile vatandaşlık satışı olarak da adlandırılabilecek bizdeki durum, bu ülke için şehit olanların yakınları, gaziler ve tüm vatanseverler için kabul edilmesi imkânsız bir konu.

 

Ekonomik Sorunlar, Haksız Kazançlar ve Kayırmacılık

 

Avrupa Birliği İstatistik Ofisi’nin (Eurostat) 2022 yılında paylaşılan verilerine göre, Türkiye’de halkın yüzde 37’si kırmızı et, tavuk veya balık yemeye maddi olanak bulamıyor ve Türkiye, bu veriler ile Avrupa’da en az oranda et tüketen ülke. Yerli insansız hava araçları üreten bir ülkenin vatandaşlarının, Avrupa’da en az et tüketen grubu oluşturması ise anlaşılması hayli güç bir durum.

 

CHP vekili Ömer Fethi Gürer, 2021 yılında yaptığı bir açıklamada, genç nüfusun yüzde 25’inin işsiz, her dört işsiz gençten birinin de üniversite mezunu olduğuna dikkat çekmişti. Gürer’in ifadelerini aynen aktarmakta fayda var:

 

“Resmi verilere göre İŞKUR’ a kayıtlı işsizlerin 767’si doktora mezunu işsizlerden oluşmaktadır. Kayıtlı işsizlerin 417.890’ı lisans mezunu, 17.688’i yüksek lisans mezunu ve 330.331’i ise ön lisans mezunudur. Bu veriler dahi diplomalı işsizliğin boyutları açısından önemlidir. İş bulma umudunu yitirenlerle bu rakam 2 milyonu bulmuştur.”

 

Artan enflasyon karşısında vatandaşın alım gücünün giderek zayıflamasının yanında bir de haksız yere kazanç elde edenler var. CHP vekili Deniz Yavuzyılmaz bu konuyu sıkça gündeme taşımıştı. Yavuzyılmaz’ın sosyal medya hesabından ifşa ettiği “en az iki maaş alan isimler”e basit bir internet araştırması ile ulaşabilirsiniz. Maaş oranlarının aylık 44.000 TL’den kâr payları ile 176.000 TL’ye kadar çıktığı görülüyor. Bürokrasideki çift maaş konusunu yok sayan yöneticilerin “millete hizmet” söylemi içi boş bir retorikten ibaret.

 

Bir de milletvekili maaşları konusu var. 2021 yılında milletvekili maaşı 25.000 lira olarak belirlenmişti. 2022 yılının ilk yarısında milletvekili maaşı 40.000 liraya yükseltilirken yılın ikinci yarısında 56.000 liraya yükseltildi. Milletvekillerinin 2023 yılında aldıkları aylık maaş ise 73.379 lira. Aynı oranda maaş zamları emekliler veya işçiler için de olsa sorun ortadan kalkacak.

 

Demokrasinin Zayıflaması ve Hukukun İçinin Boşaltılması

 

Demokrasi sadece belli aralıklar ile seçime gidilerek var olan bir sistem değildir. Demokrasi; hukuk önünde eşitlik, erkler ayrılığı, özgürlüklerin güvence altında olması, basın özgürlüğü ve güçlü sivil toplum gibi birçok koşula göre kalitesi artan bir düzendir. Adil bir toplumsal düzen olmadan demokrasinin kazanımlarından faydalanmak mümkün değil. Adalet sistemimizdeki aksaklıklar hem toplumun hem de devletin kanayan yarası olmaya devam ediyor. Şahan Gökbakar’ın sosyal medya paylaşımı, vurgulamak istediğim temel fikrin özeti olan veciz ifadeler. Gökbakar, yaptığı paylaşımda şunları dile getirmişti: “Hırsızın, uğursuzun, katilin, tecavüzcünün, dolandırıcının, kaçakçının, yolsuzun dışarda gezdiği, ama haber yapan gazetecinin hapse girdiği bir sistem içerisinde olmak beni çok üzüyor, yoruyor ve mutsuz ediyor.”  

 

Nice seçimler gelir geçer, sorunları çözmeyi gönülden isteyen, kendi çıkarlarını değil memleketin geleceğini düşünen ve kendi zümresi için değil tüm halkın huzuru ve yarınları için çaba gösteren bir yönetimdir umarım bizi bekleyen…

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

muhalefetin hataları

2023 SEÇİMLERİ

Muhalefeti imkânsızı başarmadığı için suçlamanın anlamı yoktur. CHP ve diğer muhalefet partileri elbette seçim sonuçlarını titizlikle analiz etmeli, kampanya sürecinde birtakım taktik hataları yapılmış ve sandıkları korumakta tam bir başarı sağlanamamışsa bunların düzeltilmesi yoluna gitmeli, fakat bir “dip dalga” hayaliyle acele bir lider değişikliğinden mucizevî sonuçlar beklememelidir.

muhalefetin hataları

14-28 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerini Cumhur İttifakı kazandı. İttifak TBMM’de salt çoğunluğu elde ederken, Sayın Erdoğan ikinci turda yüzde 52 oyla bir dönem daha Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Türkiye, otoriter bir rejimi seçimler yoluyla değiştiren çok az sayıdaki ülkeler arasına giremedi. Bu sonuç, seçime kesin zafer ümidiyle giren muhalefet cephesinde derin bir hayal kırıklığı yarattı ve çeşitli özeleştirilere yol açtı. Bu yazıda bu eleştirilerin ne derece isabetli olduğu tartışılacaktır. 

 

Millet İttifakı’nın Yapısı

 

Bu özeleştirilerin muhtemelen en radikali, Millet İttifakı’nın yapısına ilişkin olanıdır. Bu iddiaya göre CHP’nin beş muhafazakâr eğilimli partiyle kurduğu ittifakın kazanma şansı zaten çok azdı. Çünkü muhafazakâr seçmenlerin önemli bir bölümü, CHP aleyhindeki önyargılarını terk etmeyecek ve CHP’li bir Cumhurbaşkanı adayına oy vermeyeceklerdi. Bu çevrelerce sık sık dile getirilmiş olan “kazanacak aday” ifadesi, bu bakış açısının bir ürünüdür. Üstelik, aralarında temel görüş ayrılıkları olan bu muhalefet partileri, bir ittifak halinde iktidara gelebilseler dahi ortak bir istikrarlı politika izleyebilmeleri son derece güç olacaktı. Gene, Altılı Masa’nın oluşmaya başladığı günlerden itibaren ona yöneltilen “beş (daha doğrusu altı) benzemez” nitelendirmesi de aynı menfi bakış açısının ifadesidir. 

 

Bu iddiaları temelsiz ve gerçek-dışı bulduğumu daha önce çeşitli vesilelerle ifade etmiştim. Kanımca Altılı Masa (Millet İttifakı), farklı siyasal geleneklerden gelen altı siyasal partiyi aynı hedefler etrafında bir araya getirmekle, Türk siyasal hayatında şu ana kadar başka örneği olmayan bir başarı sağlamıştır. Bu ittifak, Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim önerisi, anayasa değişikliği önerisi ve Ortak Politikalar Mutabakat Metni gibi çok önemli ve kapsamlı konularda mutabakat sağlamıştır. Ortak Politikalar Mutabakat Metni, 2300 küsur konuda hangi politikaların izleneceğini belirtmek suretiyle, gerçek bir hükümet programı niteliğindedir. Altı partinin üzerinde anlaşmaya vardığı hususlar, aralarındaki fikir ayrılıklarından çok daha önemli ve geniş kapsamlıdır. Kaldı ki böyle bir ittifak olmaksızın rejimi demokratik yönde değiştirecek bir anayasa değişikliği için gerekli çoğunluğu bulmak imkânsızdır. İttifakın en büyük partisi CHP’nin oy oranı, çok-partili dönemin büyük bölümünde yüzde 25-30 arasında seyretmiştir. Bu oran bütün çok-parti dönemi boyunca sadece iki defa (1957 ve 1977) olağanüstü şartlar nedeniyle yüzde 40’ı geçebilmiştir. 2000’li yıllarda bu oran, yüzde 30’un altında kalmıştır: 2000: 19,4; 2007: 20,9; 2011: 20,6; 2015: 25,32; 2018: 22,65. Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’yi ittifak ve helalleşme politikaları nedeniyle suçlamak, bu partiyi görünür gelecek için yüzde 20-30 bandına mahkûm etmek demektir. Rejim değişikliğini hedefleyen bir CHP’nin muhafazakâr partilerle ittifaka girmesi bir zorunluluktur. 

 

Aynı nedenlerle, parlamenter rejime geçiş sürecinde ittifak partileri liderlerine eşit imza, başka bir deyimle veto yetkisi tanındığı, bu yüzden sistemin sürekli olarak tıkanacağı yolundaki eleştiride de isabet yoktur. Altı partinin mutabakatıyla hazırlanan Geçiş Süreci Yol Haritası’nda böyle bir zorunluluk yoktur. Kaldı ki böyle bir hüküm, yürürlükteki Anayasa’ya açıkça aykırı olurdu. Yol Haritası’nda vurgulanan husus, yürütme organı politikalarının müzakere ve uzlaşma yoluyla belirlenmesidir ki, bunda eleştirilecek bir yön yoktur. Temel kararların tek adamın istekleri yerine ortak aklın ürünü olmasını memnuniyetle karşılamak gerekir. 

 

Bütün bu eleştirilerin temelinde, Türk kamuoyunun önemli bir bölümüne hâkim olan koalisyon korkusunun yattığı açıktır. Oysa bu, yersiz bir korkudur. Avrupa demokrasilerinin hemen hepsi, birçoğu uzun süreli ve başarılı olan koalisyon hükümetlerince yönetilmektedir. Türkiye’nin bugünkü siyasal parti sisteminin yapısı düşünüldüğünde, görünür gelecekte bizim de koalisyon hükümetlerince yönetilmemiz kaçınılmaz görünmektedir. Koalisyonlardan kurtulmak gerekçesiyle meşrulaştırılmaya çalışılan bugünkü ucube hükümet sisteminde de adı konulmamış bir koalisyon hükümeti söz konusudur. 

 

Eleştirilerin bir uzantısı da, 2023 seçimlerinin Millet İttifakı, özellikle CHP bakımından bir yenilgi olduğu, dolayısıyla CHP’de bir lider değişikliği gerektiği görüşüdür. İlk bakışta bu görüşte bir gerçeklik payı olduğu düşünülebilir. Gerçekten Cumhur İttifakı’nın, son yıllardaki yakıcı ekonomik sorunlara, artan işsizliğe, gelir dağılımındaki bozulmaya, ayyuka çıkan yolsuzluklara ve kayırmacılığa, toplumun büyük bölümünün şikâyetçi olduğu sığınmacılık sorununa, devlet kurumlarındaki çürümeye rağmen seçimi kazanması, açıklanması güç bir durumdur. Ancak yakından bakınca bu iddianın da abartılı olduğu görülmektedir. 

 

Eşitsiz Şartlar

 

Her şeyden önce 2023 seçimlerinin son derece eşitsiz şartlar altında cereyan ettiği unutulmamalıdır. İktidar, devletin tüm kaynaklarını kendi çıkarları için kullanmış, medyanın yüzde 90’dan fazlasını kendi kontrolüne almış, muhalefetin ifade hürriyetini çok büyük ölçüde sınırlandırmış, hatta daha önceki dönemlerden de ileri giderek yalan, iftira, montaj kasetleri gibi yollara başvurmuştur. 

 

İkincisi, çok-partili siyasal hayatımızın başlangıcından bugüne kadar, sağ veya merkez-sağ partilerin daima çoğunluğu sağlamış olması da unutulmamalıdır (Ergun Özbudun, Türkiye’de Parti ve Seçim Sistemi, İstanbul, 2011, s. 85-86). Bu tablonun bir günde değişebileceğini ummak, aşırı bir hayalperestliktir. 2023 seçimleri, daha önceki birçok seçim gibi seçmen davranışlarının ekonomik faktörlerden çok kimliksel aidiyetlerle belirlendiğini doğrulamıştır. Bu nedenlerle 2023 seçim sonuçlarını CHP ve Millet İttifakı bakımından açık bir yenilgi saymak yanlıştır. Ünlü bir özdeyişle “Siyaset, mümkün olanın sanatıdır.” Muhalefeti imkânsızı başarmadığı için suçlamanın anlamı yoktur. CHP ve diğer muhalefet partileri elbette seçim sonuçlarını titizlikle analiz etmeli, kampanya sürecinde birtakım taktik hataları yapılmış ve sandıkları korumakta tam bir başarı sağlanamamışsa bunların düzeltilmesi yoluna gitmeli, fakat bir “dip dalga” hayaliyle acele bir lider değişikliğinden mucizevî sonuçlar beklememelidir.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

özgür ünlühisarcıklıoğlu

2023 SEÇİMLERİ

Muhalefet blokunun seçim yenilgisinin ardından kazanımlarının hepsini kaybetmesi tehlikesi ile karşı karşıyayız. Seküler orta sınıfın yeniden kabuğuna çekilmesi, yenilmişlik duygusunu kibirle telafi etmesi, mahallelerin arasındaki yüksek duvarlarda son yıllarda açılmış gediklerin yeniden kapatılması, tüm farklılıklarıyla birlik içinde olmasını hayal ettiğimiz Türkiye’nin yeniden birbirinden nefret eden toplum kesimlerine bölünmesi tehlikesi ile karşı karşıyayız.

18 Mayıs’ta gerçekleştirilen Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Seçimi ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi birinci tur sonucu pek çok insan için çok büyük sürpriz oldu. 28 Mayıs’ta gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçiminde sürpriz faktörüne zaten pek bir yer kalmamıştı. Bu seçimin kaybedeni yok, 80 milyon kazandı söyleminin hiçbir karşılığı yok, zira var olan seçim sistemi ve siyasal düzen birilerinin kazanması için diğerlerinin mutlaka kaybetmesini gerektiriyor. Zaten kazanan adayın taraftarlarının pek çoğu sadece kendileri kazandıkları için değil ötekiler kaybettiği için de seviniyor. Hangisi için daha çok sevindiklerini Allah bilir.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı görevini iki dönem yürüttükten sonra bir dönem daha bu görevi yürütmeye hak kazandı. Bu üçüncü dönemi midir yoksa bir önceki birinci dönemiydi de bu ikinci dönemi mi sayılıyor sorusu anlamlı olsa da cevabı pratikte pek bir önem taşımıyor. Yeni katılımlarla genişleyen ve Yeniden Refah Partisi ve HÜDA PAR ile ideolojik olarak nitelik değiştiren Cumhur İttifakı da TBMM’deki çoğunluğu güçlendirerek korudu. Ortak paydası kısa vadede “tek adam rejimi” olarak adlandırdıkları Erdoğan yönetimine son vermek, orta vadede ise parlamenter demokrasiyi yeniden tesis etmek hedefi olan Millet İttifakı hedeflerinin ilkine ulaşamadı, ikinci hedef ise artık ufukta görünmüyor.

 

Bu sonuçlar sürprizdi, zira Türkiye 2018’den beri ekonomik bir darboğazdaydı, ücret artışları yaşam maliyeti artışlarının çok gerisinde kalmış, genç işsizliği yapısal bir hal almış, barınma sorunu kangrene dönmüştü. Pek çok kamuoyu yoklaması toplumda çok güçlü bir Erdoğan karşıtlığının büyümekte olduğunu gösteriyordu. Muhalefet partileri Türkiye’de eşine daha önce rastlanmamış bir birlik sergilemiş, ortaya ortak bir vizyonun ötesinde ortak politikalar ve yol haritası da koymayı başarmışlardı. Ama kazanamadılar. Bu sonucun muhasebesi yapılmakta ve yapılacaktır da. Bu muhasebenin “seçimler adil değildi” kolaycılığına kaçmadan yapılması gerekiyor, zira bir sonraki seçimin adil olacağını düşünmemiz için hiçbir sebep yok. 

 

Köprüden Önceki Son Çıkış mı?

 

Gerek yerli gerek yabancı medyada bu seçimler Türk demokrasisinin son şansı, bir diğer ifade ile köprüden önceki son çıkış gibi ele alındı. Uluslararası çevrelerin ilgisinin bir sebebi de, bu seçimi, rekabetçi otoriter sistemlerde yönetimlerin demokratik seçimler yoluyla değiştirilip değiştirilemeyeceğine ilişkin bir deney olarak görmeleriydi. Bu bakış açılarını kabul edecek olursak Türkiye’nin demokrasi için son şansını da kaybettiğini, köprüden önceki son çıkışı kaçırdığını ve dahası sadece Türkiye’de değil rekabetçi otoriter sistemlerle yönetilen ülkelerde yönetimlerin seçimler yoluyla değiştirilmesinin mümkün olmadığını düşünmek zorundayız.

 

Türkiye’nin hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi alanlarda son yıllarda çok geriye gittiği ve önümüzdeki dönemde daha da geriye gitmesinin sürpriz olmayacağı bir gerçek. Ancak tarih doğrusal akmıyor, dolayısıyla son şans veya köprüden önce son çıkış diye bir şey yok. Kaldı ki muhalefet bugünlerde tartışılan bazı hataları yapmamış olsa kazanması gayet de mümkündü. Dolayısıyla gördünüz işte, otoriter yönetimlerin seçim yoluyla değiştirileceğini düşünmek naifçe bir yaklaşım diye düşünmenin de bir geçerliliği yok. Zira bir şeyin mümkün olması illa gerçekleşeceği anlamına gelmediği gibi gerçekleşmemiş olması da kategorik olarak imkânsız olduğu anlamına gelmez. 

 

Gelelim bu bakış açısını neden çok tehlikeli bulduğuma. Bakın Türkiye’de muhalefetin asla seçim kazanamayacağını düşündüğümüz zaman neler olur? 

 

Kadri Gürsel’in 2010 yılı Kasım ayında, yani 12 Eylül 2010 referandumundan kısa bir süre sonra yayınlanan Neolevanten Türkler… adlı yazısını okumadıysanız mutlaka okumanızı, benim gibi defalarca okuduysanız bile son gelişmelerden sonra bir kez daha okumanızı öneriyorum. Gürsel, bir dostunun “AKP iktidara geldikten sonra kendimi bir Neolevanten olarak görmeye başladım” ifadesinden yola çıktığı yazısında Anayasa referandumu sonrasında depolitize olma eğilimi gösteren, kendi özel alanındaki sınırlı özgürlüğüne izin verilmesi karşılığında toplumsal alandan dışlanmayı gönüllü olarak kabul eden kesimleri eleştiriyor.

 

Gürsel, bu kesimlere şunu öneriyor: “Halen memleketin ekonomi ve kültür hayatında çok güçlü olan bu büyük kitle, bu ülkenin asli unsurlarından biri, geleceğinde en önemli rollerden birini oynamaya aday ve dahası Levantenlerin aksine siyasetin alanı önlerinde açık…

 

Tek yapmaları gereken, içe kapanmak yerine kibir ve üstünlük duygularını bir yana bırakıp, tıpkı büyük kentlere göçen muhafazakâr kitlelerin 40 yıldır yapageldikleri gibi siyaseti kullanmayı öğrenmek, artık nihayet değişebilmek, demokratik ittifaklar oluşturmayı bilmek, empati kurmak… İşe dindar kitlelerin artık geçmişte kalan dışlanmışlıklarını gözlerinde canlandırarak ve Kürtlerin halen süren acılarını duyumsayarak başlayabilirler.”

 

Son 10 Yılda Neler Değişti?

 

Gürsel bu yazıyı yazdıktan sonra Türkiye’de köprülerin altından çok sular aktı. 2013 yılında, Gezi Protestoları adlı toplumsal patlama gerçekleşti. Şehirli ve seküler orta sınıf “Biz varız, bu ülkenin asli unsurlarından birisiyiz ve hiçbir yere gitmiyoruz” dedi. Daha önce birbirine mesafeli duran farklı muhalif kesimler ilk defa Gezi Protestoları’nda bir araya geldiler, karşılıklı önyargılarını kırmanın ilk adımlarını attılar. 2015 yılında FETÖ’nün başını çektiği başarısız darbe girişimi gerçekleşti. Başarısız darbe girişimi, o güne kadar, hatta o gün darbe girişiminin gerçek niteliği ortaya çıkana kadar askeri müdahaleden medet umanlar için tam anlamıyla bir soğuk duş etkisi yarattı. Bugün bile kısmen var olan askeri darbelere teşne olma veya en azından kayıtsız kalma eğilimini çok zayıflattı. 2017 yılında, başarısız darbe girişiminin psikolojik ortamında ve olağanüstü hâl koşullarında gerçekleşen anayasa referandumunda yüzde 48,59 ret oyu çıktı. Bu oy belki sonucu değiştirmedi ama Türkiye’deki muhalefetin o güne kadarki en geniş uzlaşmasını ortaya çıkardı. 2019 yılında gerçekleşen yerel seçimlerde ise muhalefet partileri İstanbul ve Ankara dahil olmak üzere hemen bütün metropollerde seçimi kazandı.

 

Yerel seçim başarısı ile daha da motive olan muhalefet partileri, 2023 TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini gözlerine kestirdiler. Onların temsil ettiği toplum kesimleri ise daha fazla siyasallaştılar ve toplumsallaştılar. Kemal Kılıçdaroğlu’nun helalleşme yolculuğu toplumsal karşılık buldu. Aslında her zaman var olan ancak son yıllarda istisna gibi görülen farklı kültürel gruplara mensup kişiler arasındaki kişisel dostluklar veya siyasal/toplumsal işbirlikleri normalleşti. Şahsen bu süreçte ben de çok değiştiğimi, geliştiğimi ve daha iyi bir insan haline geldiğimi hissediyorum. Bu konuda yalnız olmadığımı bilmek bana ayrıca mutluluk veriyor. 

 

Muhalefet blokunun seçim yenilgisinin ardından bu kazanımların hepsini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Seküler orta sınıfın yeniden kabuğuna çekilmesi, yenilmişlik duygusunu kibirle telafi etmesi, mahallelerin arasındaki yüksek duvarlarda son yıllarda açılmış gediklerin yeniden kapatılması, tüm farklılıklarıyla birlik içinde olmasını hayal ettiğimiz Türkiye’nin yeniden birbirinden nefret eden toplum kesimlerine bölünmesi tehlikesi ile karşı karşıyayız. Ve eğer sandığa olan güven tamamen ortadan kalkacak olursa demokrasi dışı arayışların hortlaması tehlikesi ile karşı karşıyayız.

 

Umarım kaygılarım yersizdir.

İLGİLİ YAZILAR

menekşe tokyay

2023 SEÇİMLERİ

Makro politikaların seçmende yarattığı etki sınırlı kalabiliyor. İşte tam da bu noktada, değerli ekonomist Mahfi Eğilmez’in de vurguladığı gibi, “mikro politika” ihtiyacı doğuyor ve sosyal yardım politikalarından yoksul hane ziyaretlerine, geniş istihdam çözümlerine, parti üyeliklerine dek seçmenin “kalbine” giden birçok “anahtar” devreye giriyor. Seçmenin her zaman rasyonel davranmayacağını ve duygularının olduğunu da sürekli akılda tutmak gerekiyor.

Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’ın yüzde 52 ile kazanması ve muhalefetin ortak adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun onun karşısında yüzde 48 ile kaybetmesinin ardından herkes bu tablo karşısında günah keçileri aramaya başladı. 

 

Ancak bir kısmımız da bu tabloyu ne büyük bir başarı ne büyük bir yenilgi olarak görüyor. 

 

Zira böylesine kutuplaşmış bir atmosferde, boş tencerenin, imar aflarıyla yerle bir olmuş kentlerin, kuru ekmekten başka bir besin konamayan beslenme çantasının, gençlerin boşa çıkan umutlarının ve içi boşaltılmış hak arama mücadelelerinin bile ikna edemediği ve desteğini alamadığı bir toplumda, dur durak bilmeyen dezenformasyon dalgası arasında sesi kısılan bir medyanın olduğu ve sınırsız devlet imkânlarının kullanıldığı bir ortamda, Kılıçdaroğlu’nun, hakkında ve Millet İttifakı’na dair yapılan onca kara propagandaya rağmen ikinci turu geçmesi oldukça zordu, olsaydı da kıl payı olurdu ve hatta büyük bir mucize olurdu. Bunun da hepimiz farkındaydık. 

 

Ortak Yaşam Projesi 

 

Biz işte bu mucizelere, bir değişim kıvılcımına inandık. Biz, bu seçim sürecinde farklı siyasi görüşlerin bir masa etrafında bir araya gelerek ortak paydalar üzerinden bir olabilme becerisine, bu zamana değin birbirini ötekileştirmiş bazı seçmen kitlelerinin, diğerini tanıma uğraşına hayran kaldık. Ortada, hatasıyla, eksiğiyle dahi olsa bir “kardeşçe ortak yaşam projesi” vardı. 

 

Oysa yaşamdaki başarılarımız kadar karşılaştığımız, parçası olduğumuz, büyük bir hayal kırıklığına uğradığımız başarısızlıklar da bizim toplu eserimiz. Ve bunların kökenini doğru teşhis edip, doğru tedavi yöntemlerini ortak akılla ve analitik bir bakış açısıyla bulmalıyız. Bunun için de, sorunu yekpare bir bütün olarak değil binbir parçaya ayırıp her birini iyice inceleyip değerlendirerek, kendi aralarındaki ilişkileri analiz edip en sonunda bütün üzerinden sentez yaparak bulmalıyız. 

 

Tüm bunlar da bir nevi dedektifin “olay yeri incelemesi” titizliğiyle yapılmalı ve yargılayıp yaftalamak yerine bir sosyal bilimcinin “toplumun her kesimindeki davranışların nedenini anlama” merakıyla yaklaşılmalı. Şu aşamada sonuç değil süreç odaklı olunmalı. 

 

Ortaya çıkan bu tablonun kolay bir formülü yok. İktidar/muhalefet ikiliği üzerinden siyah/beyaz netliğinde bir açıklama ve bir çözüm de yok. Ancak doğru bir inceleme, tarafsız bir analiz ve sahada önalıcı çözümlerle başarısızlıktan ancak bu şekilde sürdürülebilir dersler çıkarılabilir. Hırsla, fanatiklikle ve öfkeyle değil, akılla ve sağduyuyla hareket etmek gerekir. 

 

Günah Keçileri Yaratmayalım

 

Bu aşamada Kılıçdaroğlu’nu istifaya davet etmek, suçu onun kimliğine yüklemek veya gayrimenkulle vatandaşlık alan yabancılar, Suriyeliler ve Kürt seçmenler üzerinden günah keçileri yaratmak, salt bir kolaycılıktan ibaret. Muhalefetin tam da bu kritik süreçte yapması gereken değerli şeyler var.  

 

Öncelikle, seçmen sayısındaki bir türlü açıklanamayan artışı istatistiksel olarak çözmek gerekiyor. Bu konuda Füsun Sarp Nebil, “seçmen sayısının nüfusa göre neden 6,7 milyon fazla” olduğuna dair sorgulayıcı bir yazı kaleme almıştı. 

 

Benzer şekilde, seçim sürecinde hangi bölgelerdeki sandıklara müşahit, sandık görevlisi veya avukat gönderilmediğini tespit ederek Aşil topuklarını bulmak gerekiyor. 

 

Seçim kampanyası sürecinde adeta birer popstar gibi karşılandıkları Anadolu kentlerini, seçim sonrasında unutmamak, bağları her zaman sıkı tutmak, kendini çok iyi anlatmak da önemli.  

 

Kentlere global perspektiften değil, mahalleler üzerinden bakarak sorunların ve taleplerin kaynağına en yakın yerden siyaset yapmak, bunu da sırf esnaf ziyaretlerinden veya muhtarlarla toplantılardan ibaret görmemek, miting meydanlarında yapılan kalp işaretlerini toplumsal ilişkilerin tabanına somut şekilde yaymak gerekiyor. 

 

Makro-Mikro Politika Ayrımı

 

Bunu geçtiğimiz gün değerli iktisatçı Mahfi Eğilmez de bir yazısında çok güzel açıkladı. Mahfi hocaya göre; “Rakibin iyi organize olduğu, mahalle düzeyinde birebir propaganda yaptığı yerde makro politikayla yol alamazsınız.” Çünkü farklı ölçeklerin farklı sorunları vardır ve farklı sorunlara da farklı çözüm önerileriyle yaklaşmak gerekir. 

 

Makro politikayla kastettiği, ülkenin tümünü ilgilendiren konulara ilişkin, geniş bir tabanı içeren bir siyaset üretmek. Yani, Millet İttifakı’nın teknoloji ve bilgi temelli bir ekonomi yaratmayı önceleyen, çocukların, gençlerin ve kadınların insan haklarını gündeme getiren, toplumsal cinsiyet eşitliğinin gereklerini anımsatan, Avrupa Birliği ile tam üyelik hedefini vurgulayan, laikliği temel alan, demokrasi ve ifade özgürlüğünün alanını açmaya yönelik önermeleri “makro politika” kapsamına giriyor. 

 

Ancak bu politikaların seçmende yarattığı etki sınırlı kalabiliyor. İşte tam da bu noktada “mikro politika” ihtiyacı doğuyor ve sosyal yardım politikalarından yoksul hane ziyaretlerine, geniş istihdam çözümlerine, parti üyeliklerine dek seçmenin “kalbine” giden birçok “anahtar” devreye giriyor. Seçmenin her zaman rasyonel davranmayacağını ve duygularının olduğunu da sürekli akılda tutmak gerekiyor. 

 

Yani, bu politika önermelerinin, Balıkesir’in dağ köyünde henüz 13 yaşında nişanlanan bir Yörük kızının hayatına nasıl dokunacağı, onun haklarının nasıl savunulacağı konusunda “mikro” düzeydeki çözümlerle desteklenmesi gerekiyor. Bu Yörük kızının ailesine “toplumsal cinsiyet eşitliği önemlidir”, “erken yaşta evlilikler yanlıştır” demek yetmiyor; onun henüz çocuk yaşta evlendirilmesini önleyecek mikro mekanizmaları, yerel düzeyde doğru iletişim taktikleriyle, yerel temsilcileri kullanarak, halkla o organik ve samimi bağı hiç koparmaksızın, akılcı, sevecen ve etkin bir şekilde, seçim döneminde de iki seçim arasında da hayata geçirmekten, eğitim ve istihdam ayaklarını güçlendirecek projeler yürütmekten, gerektiğinde kadın hakları konusunda mücadele eden güçlü derneklerin yereldeki insan gücünü kullanmaktan, tabandan sürdürülebilir bir örgütlenmeden söz ediyorum. 

 

Örneğin bu dağ köyünde seçmen ne istiyor? O seçmenin “evde bir boğaz daha eksilsin diye” kızının erken yaşta evlenmesini normalleştirmesi veya barınma sorunu olduğu için üniversiteye giden genç çocuğunu bir tarikat yurduna teslim etmesi gibi bir yerel dinamik, bir geleneksel kabul, normalleştirilmiş bir uygulama var mı? 

 

Varsa, o bölgede geçim kaynaklarını geliştirmek üzere iş dünyasından ve yerel örgütlerden nasıl bir destek alınabilir? Çocukların okul devamsızlıkları takip ediliyor mu? Kadın dernekleri bu bölgelerde yeterince farkındalık çalışmaları yapıyorlar mı? UNICEF’in çocuk hakları özelindeki projeleri bu bölgelere ulaşıyor mu? Öte yandan, bu konularda muhalefetin politika önerileri, yerel halk tarafından “anlaşılıyor” mu, yoksa “elitist” veya “üstenci” mi görülüyor? En önemlisi de halkı, hem ülke hem de kendisi için demokrasi, laiklik, eşitlik ve sosyal adalet istemine ikna edebiliyor muyuz? Sosyal yardım dağıtılan evlerin kapı kapı dolaşıldığı bilinirken, toplumsal sorunlar yaşayan hanelere benzer destekler verebiliyor muyuz? 

 

Mars’a Uydu Göndermek 

 

Mahfi hocanın çok değerli bir tespiti daha var: “İç Anadolu’da bir köyde yaşayan insanların laiklikle, kadın-erkek eşitliğiyle ilgisi Mars’a uydu gönderilmesine olan ilgisinden fazla değil. Bu söylemler elbette makro politikanın temelini oluşturmalı ama bunların yanında yerel alanda mikro politikaya da ağırlık verilmeli.” 

 

Dolayısıyla, seçim sonrası sürece dair analiz ve sentez sürecini “liyakatsizlik”, “beceriksizlik”, “yanlış aday seçimi”, “Alevi kimliği” gibi günah keçilerine indirgemek yerine, sorunun halkalarını yerel dinamikler üzerinden “mikro” düzeyde de okumak önemli; elbette makro düzeyde Batılı bir demokrasiye yaraşır hedeflerden de hiçbir zaman sapmadan ve taviz vermeden… 

 

Öte yandan, oy kullanmayan 10 milyon seçmen olduğunu hesaba katarak, bir önceki seçimden bu yana neden sandığa gitmeyen kişi sayısının arttığını, seçme psikolojisini bilen uzmanlarla etraflıca görüşüp buna yönelik bir diskur geliştirmek de gerekiyor. 

 

Bir sonraki seçimden birkaç ay önce değil, tüm bu süreç zarfında siyasetin ve demokrasinin tüm kanalları, doğru bir organizasyon şemasıyla, doğru kişilerin doğru yerel kanallarda görevlendirilmesi suretiyle, Altılı Masa’nın zamanında simgelediği geniş ideolojik yelpaze içerisinde Meclis’te yer alan milletvekillerinin yereldeki etki gücünün de aracılığıyla “insan kazanmaya” ve aktif siyasete odaklanılmalı, birbirinin kuyusunu kazmaya değil. 

 

Bu organizasyon sağlamlaştırılmadıkça kişiler ve günah keçileri değişir, ama sonuç hep aynı olur ve olumsuz sonuçların mağduru değil mimarı oluruz.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

helalleşme siyaseti

2023 SEÇİMLERİ

“Helalleşme” seferine gönülsüz katılanlar çoktu muhalefet safında. Onları bu söylemde tutan ise zafer vaadiydi. Kendilerini olmak istemedikleri pozisyonda tutan, bana göre erdemli bu denemeye dayanmakta zorlandı birçoğu. Şimdi görünen o ki amaçsız kalan bu yığınlar evlerine geri dönmek istiyorlar. CHP’nin “klasik” çizgisini yeniden canlandırmak için on binlerin dönüşü başlıyor.

 

helalleşme siyaseti

Tarihimizde ilk defa yaşadığımız iki turlu başkanlık seçimini bitirdik. Seçim öncesi sık sık dile getirilen sokak olayları olmadı. Sevinen sevindi, üzülen üzüldü; fakat ilk turda karışan muhalefet cephesi ikinci turun tamamlanmasıyla Kolpaçino filmindeki “kumar masası” misali bir kaosa sürüklendi. 

 

Seçim akşamı sonuçlar belli olduktan sonra televizyon kanallarında yorumcular, güzide yorumlarını bizlerle paylaştılar. Suçlular, sorumlular, az çalışanlar, çok çalışanlar, dersler, ödevler, bir dolu fikir… Ben biraz ortamın durulmasını, umutsuzluğumun hafiflemesini, sokağa çıktığımda yine hiçbir şeyin -şimdilik- değişmediğini görerek sakinleşmeyi bekledim. Ve sonunda ilk turun sonunda biraz da sinirle yazdığım fakat yayınlanmasını ikinci tura bıraktığım yazımı revize etmek için klavyeyi önüme aldım. 

 

14 Mayıs akşamı, taze veriler üzerinden ışık hızıyla analiz yapan yorumcular, piyasa tabiriyle, ulusalcılık söylemini satın aldılar. Bu engin analizlerin yanında muhalefetin içinde sıkılmış dişler bir anda gevşedi. Seçim gecesi ve sonrası yaşanan feci iletişim performansıyla başlayan ve çorap söküğü gibi gelen “Kılıçdaroğlu’nun doğru aday olmadığı”, Altılı Masa’nın yeni ortaklarına verilen milletvekilliği tartışmaları derken ikinci tura gelindi ve 28 Mayıs Pazar gecesini hep beraber yaşadık. İlk turun sonunda başlayan tartışmalar şimdi daha da şiddetlenmiş biçimde devam ediyor. AK Parti’ye yakın medyanın bile dahil olduğu bir CHP tartışması başlamış durumda. Herkes CHP konuşuyor, herkes CHP’nin iyiliğini istiyor, herkes CHP’nin tek muhalefet alternatifi olduğu konusunda hemfikir. Belki bu bile CHP için önemli başarıdır. 

 

CHP, hepimizin şahit olduğu gibi, uzunca süredir duruşunu ve söylemini değiştirme çabası içindeydi. Daha kucaklayıcı, kimliklere sıkışmayan bir söylem üretme amacıyla uzunca yol aldı ve sonunda Ankara ve İstanbul gibi iki önemli büyükşehri yıllar sonra kazanmayı başardı. Buradan gelen cesaretle 2021 yılında Kılıçdaroğlu’nun yaptığı “helalleşme” çağrısıyla birlikte yeni CHP’nin duruşu da vücut bulmuş oldu. İstanbul seçimlerini kazanan Millet İttifakı’nın başat aktörünün bu cesur hareketi, aslında Altılı Masa’nın da adı konulmamış motivasyonuydu. Ancak DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin katılımıyla oluşan bu ittifak, “helalleşme” seferinin samimiyetini sorgulayacak arızaları ortaya çıkardı. Muhalefet tabanı, daha doğru tabirle seküler ve uzun yıllardır AK Parti muhalifi olan kesimler, bu partilerin temsilcileriyle şartlı veya zoraki birliktelik içinde gibiydiler.

 

Bu hâl en başından beri kendini bir şekilde gösteriyordu aslında. Bütün süreç boyunca, muhalefetin kanaat önderi, yorumcu ve gazetecileri, bu partiler ve liderleriyle bir nevi hesaplaşma ve onları özeleştiriye zorlama yolunu tercih ettiler. En zor görevi üzerine almış olan bu partiler, AK Parti’den kopan seçmene hitap etmek yerine kendilerini bu yeni ittifakın tabanına kabul ettirme sınavına tabi tutuldular. Bu tavır, muhalif bloka geçmek isteyen muhafazakâr seçmen için olacakların fragmanıydı âdeta.

 

Meclis’i Kazanmak

 

Başkanlık sistemine geçildiğinden beri Meclis’in bu sistem yüzünden işlevsiz kaldığı yönünde fikir beyan eden muhalefet yorumcuları, CHP listelerinden girenleri görünce aniden Meclis’in de önemli olduğunu idrak ettiler. Oysa zaten gerçek, Meclis’in sistem yüzünden işlevsiz olduğu değil, iktidar partisinin Meclis’te çoğunluk olması ve Erdoğan’ın bu çoğunluk üzerindeki şahsi hegemonyasıyla alakalıydı. Meclis’in, cumhurbaşkanı ile aynı çizgide olmaması durumunda, çıkardığı yasalar ile Cumhurbaşkanı Kararnamelerini iptal etme gücü olduğundan, dolayısıyla Meclis’i kazanmanın öneminden hiç bahsetmediler. 

 

İttifak oluştuktan sonra günlerce ortak politikalar üzerine yapılan çalışmaları da “masada oturup yemek yiyorlar” diyerek küçümseyen yorumcular ve gazeteciler, oluşan mutabakatların Meclis’te ve yürütmede bütün olarak hareket etmenin teminatı olabileceğini de es geçip, seçim sonrası neden o metinlerin düzgün anlatılmadığından dem vurmayı tercih etti. Bu es geçme hâli güvensizliğin yansımasıydı aslında. Pek tabii birçok iletişim hatası yapılmakla birlikte muhalif cenahın “kanaat önderleri”, kendilerinin haberdar olabilecekleri birçok çalışmayı, gelişmeyi görmezden gelmeyi ve binlerce defa cevaplanmış soruları tekrar tekrar sormayı tercih etti. Muhalefetin Fahrettin Altun’u olma hevesinde gibi konuşan yorumcular ve hayatı Twitch canlı yayınlarında oynadıkları strateji oyunları gibi zanneden mutsuz genç erkekler, ele geçirdikleri her fırsatta Masa’nın bu yeni ortaklarına had bildirmekten geri de durmadı. Sonuçta bu kişiler de tabanın parçasıydı ve kendilerince haklı sebeplerle AK Parti geçmişi olan bu oluşumlara yanaşamıyorlardı. Aslında içten içe istenen şey rövanştı ve bu partilerin orada olması bunun önüne geçiyordu. Ve “helalleşme”, işin özünde muhalefet için bir araçtı. 

 

Delege Edilen “Helalleşme” Görevi

 

Bu araçsallaşmanın yankıları İstanbul seçimlerinden itibaren hafif hafif görülmüyor değildi. Ekrem İmamoğlu’nun Eyüpsultan’da hutbe okutmasından sonra oluşan homurdanmalar, kazanılan zaferin hatırına kısık sesle dile getiriliyordu. İmamoğlu’nun her kesimle iletişim kurma çabası sonuç getirmişti. Taban, Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu’na bu “helalleşme” görevini delege etti. “Helalleşme”, zafer kazandırdığı müddetçe işe yarayacak bir tavırdı. Bunun böyle olduğunu açık açık konuşmaktan ve tartışmaktan geri de durmadılar. Çünkü delege etmişlerdi ve kendileri uzaktan izleyecekti. 

 

Muhalefet gazetecilerinin ısrarla aday üzerinde tartışması da bence politika üretmek yerine bu delege etme tavrının ürünüydü. Politikaların özü ve ne söylediğiyle ilgilenmeden Tayyibyen Mitolojinin şekil şartlarını yerine getirmeye ve onun emarelerini aramaya girişildi muhalefete yakın yorumcular tarafından. İstanbul Belediyesi kazanılmıştı, bir de üstüne siyasi yasak baskısı gelince mitolojinin eksik parçaları yerine oturuyor gibiydi. Bu hamle kendisinin adaylığına engel teşkil ediyor görünse de, İmamoğlu’nun doğal aday konumunu perçinliyordu muhalefet açısından.

 

Fatih Terim’ini arayan Fenerbahçe halini almış bu aday tartışması iyi yönetilmemiş olabilir. Buna katılabilirim, fakat kimsenin şu soruya cevap verdiğini de hatırlamıyorum: İmamoğlu, bu seçimde aday olsaydı bir noktada istifa etmek zorundaydı. Bu durumda Meclis çoğunluğu sayesinde İstanbul’u ele geçiren AK Parti yönetiminde, muhalefetin kampanya gücü daha da kısıtlanmayacak mıydı? 2019 yerel seçimlerinde bir gecede billboardları değiştiren kuvvet iki ayda neler yapamazdı? Tartışma bu eksende hiç yürümedi. 

 

Akşener’in 3 Mart’ta Millet İttifakı’nı “kumar masası”na benzeterek çıkardığı krizi, orada sarf edilen sözlerin Erdoğan’ın mitinglerinde “ama montaj ama şu ama bu” değil, doğrudan izletmesinin etkilerinden söz edilmediği gibi. Ya da BaBaLa TV’de başörtülü rehber kadının sorusuna Kılıçdaroğlu’nun verdiği güzel cevaba yoğunlaşmak yerine, soru soran genç kadının AK Parti bağlantısının araştırılması ve aslında rehberlik lisansı olmadığı yönünde başlatılan linç gibi.

 

Tüm sorun bu yeni partilerdi, onların adayları, onların programları, onların bagajları ve onların temsiliyetleri. TİP’inden İYİ Parti’sine bütün seküler muhalefet blokunun her fırsatta hedefinde yer aldılar. Bu atmosferde AK Partili seçmenin oylarını alması beklendi onlardan. DEVA ve Gelecek Partisi’nin hiç hatası yok mu? Elbette var, bunu tartışmıyorum. Partilerin tek tek tercihlerinden veya yanlışlarından ziyade temelde daha farklı bir dinamik olduğunu göstermeye çalışıyorum sadece. 

 

Söylemlerim Temsiliyet Problemi

 

AK Parti’ye eli gitmeyen “muhafazakâr” seçmenin, CHP ve dolayısıyla da Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısının sokakta ve sosyal medyada temsilini göremediğini, muhalefet tabanının, yorumcularının, gazetecilerinin İmamoğlu’nu da Ali Babacan’ı da araçsallaştırdığını farklı vesilelerle görebildiğini düşünüyorum. Erdoğan’ın Atatürkçülüğü bile daha gerçekçi kaldı bu “helalleşme” çağrısı yanında. 14-28 Mayıs arası yaşananların nedenlerinden birisi de söylemlerin temsiliyet problemiydi belki de.

 

Bunları hangi pozisyondan yazdığımı bilmenizi isterim. Ben seküler ve çoğunluğu CHP, kalanı da solculardan oluşan bir çevrede yetiştim, hâlâ da aynı mahallede yaşıyorum. Buradaki durum Ksenophon’un Anabasis’inde, kendilerini hiç ait hissetmedikleri bir sefere çıkan on bin kişilik Grek ordusunun, evlerinden uzakta, Irak çöllerinde amaçsız kalması gibi. Kadıköy’de, İzmir’de, Beşiktaş’ta bu “helalleşme” seferine gönülsüz katılanlar çoktu muhalefet safında. Onları bu söylemde tutan ise zafer vaadiydi. Kendilerini olmak istemedikleri pozisyonda tutan, bana göre erdemli bu denemeye dayanmakta zorlandı birçoğu. Sade vatandaşından yorumcusuna, politikacısından danışmanına yol boyunca rahatsızlıklarını bir şekilde belli ettiler. Şimdi görünen o ki amaçsız kalan bu yığınlar evlerine geri dönmek istiyor. CHP’nin “klasik” çizgisini yeniden canlandırmak için on binlerin dönüşü başlıyor. 

 

Bu tarz geri dönüşün CHP ve Türkiye siyaseti açısından, genel kanının aksine, uzun vadede olumlu sonuçları olacağı kanaatindeyim. CHP’nin toplumsal muhalefeti kendi içinde eritme çabası; yeni söylemlerin, yeni fikirlerin ve bunun ötesinde yeni kimliklerin önünde engel gibi duruyor. Tabanının gönül rahatlığıyla oy verdiği, daha popülist, daha korumacı bir CHP, en azından muhalif siyasetin önünü açar ve kimse çıkmak istemediği bir sefere ikna edilmek zorunda kalmaz. Tabii böyle bir CHP olursa, Ersan Şen’in adaylık talebini kısa süre de olsa düşünen İYİ Parti nerede ve nasıl pozisyonlanır? Onu da biz düşünmeyelim.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

mesut yeğen

2023 SEÇİMLERİ

Muhalefet, bilhassa da muhalefetin iki önemli aktörü CHP’yle HDP, 2023 seçimlerinin muhasebesini kısa ve acısız bir biçimde ve yenilenerek tamamlamanın bir yolunu bulamazlarsa, milli ve yerli rejim kalıcılaşmak yolunda önemli bir fırsat bulacak gibi görünüyor. Olur da kalıcılaşırsa, milli ve yerli rejimimizin daha ne kadar yerlileşip millileşeceğine Erdoğan ve rejimin Erdoğan sonrası sahipleri karar verir.

Milli ve yerli rejim ebedileşmezse de kalıcılaşıp, uzun bir zaman daha canımızı sıkabilir gibi görünüyor. Özellikle de muhalif mahfillerin, muhalefet partilerinin seçim sonrasındaki hallerine bakınca. Seçim sonrası halleri, muhalif çevrelerin ve muhalefet partilerinin beş yıl uzatma alan milli ve yerli rejimin kalıcılaşması için ellerinden geleni esirgemeyeceklerini gösteriyor. 

 

Muhalif mahfillerin bir kısmının, muhalefet partilerinden de esas olarak CHP’nin geride kalan seçimlere dair değerlendirmeleri giderek iki ana önermeye sıkışacak gibi görünüyor: 1. Aslında fena değildik, 2. Burası böyle, buradan bir halt olmaz. Bu iki değerlendirmeden ilkine göre, seçimleri kazanamamış olsa da, Kılıçdaroğlu’nun yüzde 48 oy alması hiç fena bir sonuç değil; çünkü daha önce Erdoğan karşısında hiç kimse bu kadar yüksek bir oy alamadığı gibi CHP tarihinde de bu kadar büyük seçmen desteğine erişmiş bir genel başkan yok. İkinci değerlendirmeye göreyse, çoğunluk sağcı ya da muhafazakâr olduğundan ya da seçimler adil ve demokratik olmadığından Türkiye’de demokrasi isteyenlerin seçim kazanması mümkün değil. 

 

Türkiye’nin şaşırma yetisini körelten bir yer olduğuna, artık hiç bir şeye şaşırmamak gerektiğine kani olmakla beraber, bu iki değerlendirme karşısında şaşkınlığa düşmekten kendimi alamıyorum. Şaşırmama yol açan, bu iki değerlendirmenin içeriğinden çok müellifleri. Görebildiğim kadarıyla neredeyse bir sene öncesinden başlayarak 2023 seçimlerinin muhalefet tarafından kazanılmasının kati olduğunu, adayın vs. önemli olmadığını, Erdoğan’ın artık siyasi bir mevta olduğunu söyleyenlerin epey bir kısmı seçimlerde alınan sonucu ya fena bulmamaya başlamış ya da Türkiye’den bir halt olmayacağını düşünmeye. Şaşırmama yol açan bu. Daha dün, “seçimler o adayla ya da bu yöntemle kazanılmaz” diyenleri septiklikle, bozgunculukla, birilerinin payandası olmakla itham edenlerin epey bir kısmı sonuçların aslında o kadar kötü olmadığına ya da Türkiye’ye demokrasinin asla gelmeyeceğine kani olmuş. 

 

Kimin ne düşündüğüne, kimin neye kani olduğuna edecek bir lafım yok. Lakin, bu sinik düşüncenin muhalefet partilerini yönetenlere, karar alıcılara sirayet etmesinden ciddi manada endişe duyduğumu itiraf etmek zorundayım. Şundan: Başta CHP’dekiler olmak üzere muhalefet mahfillerinin karar alıcıları, içine yerleştikleri dar statüko değişmesin diye olsa gerek bu sinik düşünceyi benimseyip çoğaltma eğiliminde ve lakin bu eğilim milli ve yerli rejimimizin ebedileşmesine, ebedileşmezse de kalıcılaşmasına yataklık edebilir. Niyesini açıklamaya çalışayım. Ama öncelikle “seçim sonuçları aslında o kadar da kötü değil” ya da “seçimleri muhalefetin kazanması zaten imkânsızdı” türünden sinikliklere dair toptan bir-iki laf etmek isterim. 

 

Kestirmeden söyleyeyim: Bu milli ve yerli rejimi yolundan çevirmek 2023’te zaten mümkündü ama aslında çok öncesinde de öyleydi. Hatta, siyasi aktörler zamanında uygun adımları atsaydı bu milli ve yerli rejime hiç düşmeyebilirdik bile. Mesela, 2015 Haziran seçimlerinden sonra PKK ‘işleri HDP’ye devredip’ Türkiye’den çekilseydi milli ve yerli rejim bir ihtimal bile olamayabilirdi. Ya da CHP 2016’daki darbe girişiminden sonra koşa koşa gidip Yenikapı Ruhu balonuna üflemeseydi, olmadı 2017 referandumunda mühürsüz pusulalarla oy kullanılmasına engel olabilseydi atı alan Üsküdar’ı geçemeyebilirdi. Daha yakında, Akşener aday olmakta ısrar etmeyip Abdullah Gül’ün ortak adaylığına razı olsaydı, Erdoğan kurduğu yerli ve milli rejimin ilk cumhurbaşkanı olamadan emekli olmuş olacaktı. Son olarak, Erdoğan’a oy vermeyi düşünmeyenlerin oranının bir ara yüzde 60’lara yaklaştığı 2023 seçimleri pekâlâ kazanılabilirdi. Niye kazanılamadı bahsine hiç girmeyeyim. Etraflı bir değerlendirmeyi Ulaş Tol Perspektif’te yaptı. İktidar mahfillerinin bile teslim ettiği üzere, 2023 seçimleri aslında kazanılmışken kaybedilen bir seçim oldu. 

 

Hülasa, söylemek istediğim şu: Bu milli ve yerli rejime düşmek kaderimiz olmadığı gibi hem 2018’de hem de 2023’te geride bırakıp gidebilirdik. Yapamamamızın sebebi Türkiye’nin aşılamaz koşulları ya da en fazla bu kadar olabilmesi değil, siyasi aktörlerin kör parmağım gözüne yaptıklarıydı. 

 

Ancak işin kötüsü şu: Gördüğüm kadarıyla, neredeyse aynı aktörler, aynı türden yanlışları yapıp milli ve yerli rejimi kalıcılaştırmaya hazırlanıyor. Gördüğüm şu: Aynı aktörlere aynı biçimde davranma imkânı verecek olursak, milli ver yerli rejim kalıcılaşmak için önemli bir fırsat bulacağa benziyor. Hele de Erdoğan’ın yapmaya hazırlandıklarına bakınca. 2024 yerel seçimlerine kadar geçecek 9-10 ayı Erdoğan’ın ve muhalefetin nasıl geçirebileceğine dair işaretlere bakınca, milli ve yerli rejimin kalıcılaşma ihtimalinden kaygılanmamak elde değil gerçekten.

 

Ebedileşmenin Eşiğinde

 

Külliyede yaptığı balkon konuşması, Erdoğan’ın 2024 seçimlerine nasıl hazırlanacağının işaretlerini fazlasıyla vermiş olsa gerek. Evvela belli olan şu: Erdoğan 2023 seçim kampanyasını kapatmadan yerel seçim kampanyasını başlattı bile. AK Parti’nin bir zamandır oy kaybettiği büyükşehirlerde toparlanamamış oluşu Erdoğan açısından 2024 seçimlerini bilhassa önemli kılıyor, görünen bu. Yine görünen o ki, Erdoğan 2024 seçimlerinde iyi bir sonuç alabilmek için ekonomide daha rasyonel bir yönetimin önünü açmaya razı olacak. Keza, ABD ve Batı’yla ilişkileri daha fazla germekten sakınmak da Erdoğan’ın atacağı adımlardan olacağa benziyor. 

 

Buna mukabil muhalefet cephesinde vaziyet şu: Bir tarafta muhalefetin üç esas aktöründen ikisi, CHP ve HDP, seçimlerde aldıkları başarısız sonuçların gerektirdiği muhasebeyi ertelemenin ya da geçiştirmenin peşine düşeceğe benziyor. Diğer taraftaysa, İYİ Parti’den gelen işaretler muhalefetin 2019 seçimlerinde aldığı başarıyı 2024 yerel seçimlerinde tekrar edebilmesinin zor olacağını gösteriyor. İşaretler, CHP, İYİ Parti ve HDP seçmenlerinin aynı adaya oy vermesini sağlayacak türden bir partiler arası işbirliğinin tehlikeye girmiş olduğuna delalet ediyor. 

 

Seçimlerin hemen ardından Erdoğan’ın ve muhalefetin yaptıklarının gösterdiği şu: Erdoğan 2024 seçimlerini alabilmek için yapması gereken doğruları yapmaya hazırlanırken, muhalefet de 2023 seçimlerinde yaptığı yanlışların benzerlerini yapmaya hazırlanıyor. Etrafına benzerlerden oluşan yüzde 50’lik bir seçmen blokunu yerleştiren Erdoğan, 2024 seçimlerine ekonomiden kaynaklanan seçmen memnuniyetsizliğini ve dışarıdan gelen basıncı azaltarak girmeye hazırlanırken, muhalefet 2023 seçimlerinden ders çıkarmak bir yana, 2019 seçimlerinde başarıyı getiren işbirliğini tekrar edebilecek gibi görünmüyor. Bütün bu hâl şuna işaret ediyor: Gelişmeler bu şekilde seyrederse Erdoğan 2024 seçimlerinden de zaferle ayrılabilir.

 

Öte yandan, bu olur da Erdoğan 2024 seçimlerinden de başarıyla çıkarsa, önünde çok muhtemelen seçimsiz bir dört sene ve çürüyüp enkaza dönmüş bir muhalefet bulacak. Bu türden bir durumu Erdoğan’ın ve başında olduğu yerli ve milli rejimin nasıl değerlendireceğini tahmin etmek zor değil. Olur da Erdoğan 2024 seçimlerinden de zaferle ayrılır, muhalefet de kendini bir enkaza çevirirse, ekonominin, bürokrasinin ve medyanın milli ve yerli rejimin ayrıcalıklılarına pay edilmesi, milli ve yerli bulunmayanlarınsa milli ve yerli kılınması, olmadı bütün buralardan tardedilmesi süreci tamamına erdirilebilir. Bu becerilirse, milli ve yerli rejimimiz şimdi olduğu gibi Erdoğan’la kaim olmaktan kurtulup, kendi otonomisine, kendi hayatiyetine kavuşabilir. Erdoğan’la kaim olmaktan kurtulması milli ve yerli rejimin geleceğinden kaygılı daha ideolojik, daha organik destekçilerini rahatlatıp şevke getirebileceği gibi, rejimi bir sisteme de oturtabilir.  

 

Özetle, muhalefet, bilhassa da muhalefetin iki önemli aktörü CHP’yle HDP, 2023 seçimlerinin muhasebesini kısa ve acısız bir biçimde ve yenilenerek tamamlamanın bir yolunu bulamazlarsa, milli ve yerli rejim kalıcılaşmak yolunda önemli bir fırsat bulacak gibi görünüyor. Olur da kalıcılaşırsa, milli ve yerli rejimimizin daha ne kadar yerlileşip millileşeceğine Erdoğan ve rejimin Erdoğan sonrası sahipleri karar verir.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

seçim ittifakları

2023 SEÇİMLERİ

Devrimin üzerinden 100 sene geçmesi ile halkımızın tümüne yakını, seçimi/sandığı politik meşruiyetin temeli olarak görmektedir. Yarısı, katı-muhafazakâr olarak -ne pahasına olursa olsun- değerlerine bağlılığını sürdürmektedir. Diğer yarısı ise, Batı’nın geliştirdiği hukuk devleti, anayasal demokrasi, kuvvetler ayrılığı, şeffaflık/denetim, laiklik (sekülerlik değil), kurum-kural ve hukuku talep etmektedir.

seçim ittifakları

Seçimi ufak-tefek olayların dışında “oylama kurallarına” uygun olarak ve yüksek bir katılımla tamamlamış olmamız, medeni kriterler açısından toplumumuz adına övünülecek bir husustur. Sonuç, milletimize hayırlara vesile olsun. Küresel düzlemde bu seçim, “Doğu-Batı” arasında bir seçim hüviyetini haizdi. Şöyle ki: Rusya, Çin, Türk Cumhuriyetleri, Afganistan/Taliban, Körfez Arapları, Balkanlardaki Müslüman azınlıklar, Cumhur İttifakı’nı; ABD, AB ve İsrail, Millet İttifakı’nı destekledi. Bunun analizi, ayrı bir konu. Oraya girmeyeceğim. 

 

Kapitalizm çağında, teknolojik düşünmenin, -insan dahil- her şeyi stok, rezerv, kaynak, teçhizat, araç, fayda olarak gördüğü; insanlığı bir ipekböceği kozası gibi çepeçevre kuşattığı (Ge-stell/Heidegger); her şeyin haz-hız, üretim-tüketime endekslendiği bir ortamda; Türk Kültür Devrimi’nin yaratmış olduğu travmanın tezahürleri, -bir mutasyona uğramış olsa da- hâlâ devam ediyor. Toplumumuz, ana hatları ile laik-muhafazakâr olarak ikiye bölünmüştü. AK Parti’nin, daha doğrusu çatal yürekli/delikanlı/Kasımpaşalı/Reisin 20 yıllık başarısı, kapitalizmin/teknolojinin kitlelerde yaratmış olduğu “arzu” ile; “kadre uğramış” olduğuna inanan muhafazakâr kitlelerin “kültürel/dinsel” taleplerini birlikte karşılıyor olmasıdır. Bu gerçeklikle birlikte, “Yurdum İnsanı”, yüz yıllar, hatta bin yıllar boyunca gadre uğramanın karşısında hayata tutunmayı “akıllıca” zaten öğrenmişti. Buna amiyane deyimle “fırsatçılık” diyoruz. Şu deyimler, bu gerçeği ifade eder: “Gelene ağam, gidene paşam”, “Gemisini yürütene ‘kaptan’ denir”, “Her koyun, kendi bacağından asılır”, “Köprüyü geçinceye kadar, ayıya ‘dayı’ diyeceksin”, “Nerede beleş, orada yerleş”, “Salla başını, al maaşını”, “Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun”, “Şık şık eden nalçadır, işi bitiren akçedir”, “Bükemediğin eli öpeceksin”, “Benim memurum, işini bilir”, “Ayağıma yer ediyim; bak sana neler edim”… Kısaca, ne pahasına olursa olsun, gücü tanımak/tapınmak ve hayatı devam ettirmek için, ona boyun eğmek, bir seciye-karakter halini almıştır. Deprem bölgelerinde felaketin ağırlığında AK Parti’nin 20 yıllık imar affı ve depremin ilk iki günündeki gecikme mesuliyetini unutarak Reisi desteklemeye devam etmesi, halkımızın Reise güvenmesine ve “ölenle ölünmez” ferasetine bağlıdır. “Anadolu İrfanı” denen şeyin yarısı, dini hamiyet ve vatanperverlik ise; diğer yarısı da, bu “işini bilme”, “işine gelme” ve “işine bakma”dır. Bir dönemler iktidarla “illegal” yöntemlerle iş tutup, sonra iktidar-çıkar kavgası yüzünden dışlanan grubun (The Cemaat) “tape”lerine veya kişilerin (S. Peker, M. Yakut, A. Yeşildağ) videolu “ifşaat”larına, muhafazakâr halkımız iltifat/itibar etmemiştir. 

 

İttifaklarda “parti” kavramı, 2000’in başına kadar olan “ideolojik” içeriğini büyük ölçüde yitirmiştir. Genellikle, kişi kültü öncülüğünde bir “anonim şirket”e dönüşmüştür. Parti üyeliği veya taraftarlığı, artık ideolojik anlamda “partizan” anlamından daha ziyade; itibar, iş, ihale, istihdam elde eden; vakıf-dernek aracılığı ile menfaat temini, mülkiyet transferi demektir. Artık, kendini davasına adamış “militan-mücahit” yoktur; sosyal medyada “trol” vardır. Artık politik “slogan atma” yoktur; ağız dolusu sinkaflı- bolca “küfretme” vardır.

 

Bu seçimde ittifaklar, Kürt halkının taleplerini demokratik ilkeler çerçevesinde Türkiye’nin bütünlüğüne bağlama çabası yerine; onları (HDP ve HÜDA PAR) ötekileştirerek, “terör (PKK-Hizbullah)” üzerinden kriminalize ettiler. Siyaset, sorun çözme sanatıdır; beton dökme ameleliği değildir. HDP’nin, terör (PKK) ile arasına bir mesafe koyamaması da, onların demokratik zaafıydı. HÜDA PAR, bu mesafeyi koyabildi.

 

Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayının birinci turda HDP’nin oylarına talip olmasını, sayın Erdoğan, abartarak “vatan hainliği” olarak lanse etti ve halkı korkutarak sonucunu aldı. Din istismarı (Allah, ezan, cami, din-iman, Bakara-makara…) Cumhur İttifakı’nın başarısında ikinci etkendi. İşin kolayına kaçarak geleneksel dini bilinci-hafızayı rehabilite etme teşebbüsünde bulunmadı. Ondan geçinmeyi tercih etti. Genel ekonominin kötüye gitmesinin, “partili” tabanda yarattığı olumsuzluk, partili olmayanlar ile aynı düzeyde olmasa da; yine de muhafazakâr kitle, “soğan” yerine; “vatan”ı tercih etmiştir. İktidarın seçim sürecinde devletin bütün imkânlarını propaganda için kullanması; yarışın, hakkaniyet ölçüleri içinde yapılmadığının bir göstergesiydi.

 

Millet İttifakı’nın Bileşenleri

 

Millet İttifakı’nın öncüsü CHP, Kültür Devrimi’nin yaratmış olduğu seküler mutasyonun kristalleşmesidir. Batılılaşmış, muhafazakâr halka tepeden bakan, onu aşağılayan, onun, demokratik prosedürle işbaşına getirdiği iktidarlara sürekli “darbe” yapan askeri vesayet zihniyetinin politik tezahürü. CHP, M. Kemal’in yaptıklarını tartıp onu aşamayan, geliştiremeyen, onunla yarışamayan, onu bir totem ve tabuya dönüştüren muhafazakârlıktır. Kemal Kılıçdaroğlu ile (Helalleşme) bu tutumundan vazgeçme niyetini ortaya koysa bile; bu, sağcı-muhafazakârlar tarafından fazla itibar edilmeyen bir atraksiyon oldu. Ordunun, “vesayet” güvencesi olmaktan çıkması, CHP’yi demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla (parlamento, hukuk, eşitlik, adalet) savunmaya doğru evirdi. Kılıçdaroğlu’nun, girdiği onca seçimde ortaya bir “başarı” koyamamasına rağmen genel başkanlıktan çekilmemesi, “Kurultaylar Partisi” geleneğine ters bir tutumdur. Başarısız “dürüstlük”, toplumumuz tarafından genellikle satın alınmamaktadır; itibar görmemektedir. “Kendisi yesin; bizi de görsün-doyursun”, halkımızın genel kabulüdür: “Bal tutan parmağını yalar”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez”, “Win-Win”.

 

Millet İttifakı’nın ikinci bileşeni olan İYİ Parti, MHP’nin “taşralı” zihniyetinden kopup merkeze kayan, şehirli, eğitimli, orta-sınıf, yüzde10 bir kitledir. Demokrasiyi, laikliği ve hukuk devletini, yerli değerlerle (din-milliyetçilik) sentezleme teşebbüsüdür. Genel başkanının kadın olması, -İngiliz politik kültüründe olduğu gibi- uzlaşıyı ve toleransı temsil eder. İttifakın HDP ile temasını gerekçe göstererek partiden istifa eden Yavuz Ağıralioğlu da oldukça ılımlı bir isimdir.

 

Millet İttifakı’nın üçüncü bileşeni olan SP, DEVA ve Gelecek partileri ise, AK Parti’nin 20 yıllık iktidarında kişi kültü, hukuksuzluk ve yolsuzlukları gerekçe göstererek oradan kopup demokrasi, laiklik (dini istismar etmeme), hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, şeffaflık ve adaleti savunan muhafazakârları temsil ediyor. Kişi kültüne karşı çıkmalarına rağmen; kendileri eşitler arasında birinin sözcülüğünde bir konsensüs/icma/birlik sağlayamamışlardır.

 

Millet İttifakı’nın sol-sosyalist/komünist bileşenine gelecek olursak; onlar da dinsiz-imansız-Allahsız salt vicdandır. Kapitalizme, ekonomik sömürüye, ırkçılığa ve din sömürüsüne karşılar. Haklılar; ama, bu topraklarda pek bir alacakları yoktur.

 

Muharrem İnce’ye reva görülen “Kaset Kumpası”, Fetöcülerin başlattığı politik bir ahlaksızlık (belden aşağı vurma) geleneği olarak bu seçimlerde de Millet İttifakı tarafından itibar gördü.

 

Son anda Millet İttifakı’na katılan Zafer Partisi/Ümit Özdağ ise, salt göçmen karşıtlığı üzerine kurmuş olduğu milliyetçiliği ile yüzde 2,5 ilgi gördü.

 

Devrimin üzerinden 100 sene geçmesi ile halkımızın tümüne yakını, seçimi/sandığı politik meşruiyetin temeli olarak görmektedir. Yarısı, katı-muhafazakâr olarak -ne pahasına olursa olsun- değerlerine bağlılığını sürdürmektedir. Diğer yarısı ise, Batı’nın geliştirdiği hukuk devleti, anayasal demokrasi, kuvvetler ayrılığı, şeffaflık/denetim, laiklik (sekülerlik değil) kurum-kural ve hukuku talep etmektedir. Tarihsel perspektiften bakarak Avrupa’nın bu kurumları geliştirmek için ödediği faturayı göz önünde tutarsak; sonuç, normaldir. Doğu-Batı arasında bir “köprü” olan Türkiye’yi “mutasyon”a uğramış bir “yer” olmaktan çıkarıp, insanlık için ahlaki bir “değer” haline getirmek uğrunda, umutsuzluğa mahal yoktur. 200 yıldır verdiğimiz değişim mücadelesinin verimli bir tohuma ve tomurcuğa dönüşememesi, üzüntü vericidir. Batı’nın geliştirmiş olduğu, toplumsal düzeni adalet, hukuk ve iç barış gibi maslahata mebni hukuk, kurum ve kuralları, Kur’anî perspektifle sentezlemek; bizim tarihsel-politik paçozluğumuz ile Batı’nın emperyalist emellerine karşı bir duruş ve eleştiriye ihtiyacımız var.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.