seçimlerin topografyası

2023 SEÇİMLERİ

seçimlerin topografyası

Türkiye tarihsel öneme sahip bir seçimi geride bıraktı. Geride bırakmayacağı ve uzunca bir süre konuşulacak gibi görünen ise; muhalefet ve Kılıçdaroğlu’nun seçimleri kaybetmesine, iktidar ve Erdoğan’ın kazanmasına yol açan siyasal, toplumsal, kültürel, ideolojik, jeopolitik ve psikolojik dinamiklerin neler olduğu tartışması ve analizleri olacağa benziyor.

 

“Erdoğan nasıl ve niye kazandı?”, “Kılıçdaroğlu nasıl ve niye kaybetti?” şeklinde basit ve indirgemeci sorularla Türkiye’de seçimler dolayımında daha bir belirginleşen toplumsal fotoğrafı, siyasetin topoğrafyasını, ülkenin nereye evrileceğine dair gelecek projeksiyonunu betimlemek için bir soruşturma dosyası hazırladık.  

 

Perspektif, bu soruşturma dosyası için Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Fuat Keyman’ın, Işık Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Seda Demiralp’in, Reform Enstitüsü’nden Prof. Dr. Mesut Yeğen’in ve TEAM Araştırma Genel Direktörü Ulaş Tol’un görüşlerine başvurdu.

“SEÇİM SONUÇLARI, BİR KESİMİN İSTEDİĞİ EKREM İMAMOĞLU TERCİHİ OLSA DA ERDOĞAN’IN KAZANABİLECEĞİNİ GÖSTERİYOR”

Prof. Dr. Fuat Keyman-Sabancı Üniversitesi

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Doğru, bu seçimleri Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakı kazandı ama aynı derecede doğru olan, seçimleri Kemal Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’nın, dolaysıyla muhalefetin kaybetmiş olmasıdır. 

 

Muhalefetin niye kaybettiğini açıklamadan önce iki saptama yapmak istiyorum. Gerek 14 Mayıs gerek 28 Mayıs seçimleri, Türkiye siyasi tarihinde yaşadığımız, iktidarın lehine bir tarzda, “en adil olmayan” ve “en eşit olmayan” seçimlerdi. Bu bağlamda, Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’nın işi çok zordu. İkincisi, seçmen iki seçimi de ciddiye aldı, çok yüksek oranda katıldı, oylarını verdi ve sonuçla ne istediği üzerine mesajını da ortaya çıkarttı. 

 

Bu iki saptama bana, muhalefetin Erdoğan’ın seçim stratejilerini okumada ciddi hatalar yaptığını söylüyor. 

 

Bu hataların Kılıçdaroğlu tercihine indirgenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Seçim sonuçları, bir kesimin istediği Ekrem İmamoğlu tercihi olsa da Erdoğan’ın kazanabileceğini gösteriyor. 

 

Bence muhalefetin yaptığı en önemli hatalar; Erdoğan’ın, (a) Yeniden Refah, HÜDA PAR tercihlerini, (b) milliyetçilik ve güvenlik vurgusunu ve (c) post-liberal dünya düzeninin bitimini, Rusya-Ukrayna savaşı ve Rusya, Katar, Azerbaycan vb. ülkelerle işbirliği, dolayısıyla küresel ölçekte yaşadığımız değişim alanlarında yarattığı Türkiye kurgusunu hafife almasıydı.  

 

Bu noktada, birincisi, Yeniden Refah’ın Erdoğan’a destek verirken kendisinin parlamento seçimlerine girmesine karşın DEVA, Saadet ve Gelecek partilerinin CHP içinde seçime girmeleri “stratejik hata” ile sonuçlandı. 

 

İkincisi, milliyetçilik-güvenlik-muhafazakârlık karşısında sadece demokrasi-ekonomi dengesinde kurulan seçim stratejisi zayıf kaldı. Bu stratejik tercihin vatanseverlik ve değişen dünya düzeninde Türkiye’nin yeri ve dış politikasıyla birleşmesi gerekiyordu, ama bu yapılmadı.

 

Üçüncüsü, “kentli milliyetçilik” dediğim, artan güvensizlik ve belirsizlik ortamında yükselen milliyetçilik ve güvenlik duygularına karşı ekonomi ve demokrasi yeterince etkili olmadı. Kentli milliyetçilik ve güvenlik arayışına muhalefet odaklanmadı. MHP’nin kendi logosuyla seçimlere girmesi de bu nokta da kritik öneme sahipti, bunu muhalefet anlamadı. 

 

ALTILI MASA NET VE TEK BİR STRATEJİ VE ÖYKÜ OLUŞTURAMADI

 

Dördüncüsü, Altılı Masa bir türlü net ve tek bir strateji ve öykü altında hareket edemedi. 

 

Bu seçimler bize, otoriter liderlerin seçim kazanmak için her türlü mekanizmayı kullanacağını gösterdiği gibi, muhalefetin doğru ve etkili stratejiler sonucunda seçim kaybetme olasılığının da yüksek olduğunu gösterdi. Muhalefet, tüm olumsuz ortama karşın doğru stratejilerle seçimleri kazanabilirdi.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

ERDOĞAN, “ERDOĞANİZM” DİYEBİLECEĞİMİZ BİR OLGUYU TÜRKİYE SİYASETİNDE NETLEŞTİRDİ VE KAZANDI

 

Recep Tayyip Erdoğan, hem tüm devlet imkânlarını ve kaynaklarını kullanarak hem de post truth dediğimiz “algı yönetiminin gerçeğin ve gerçekliğin yerini alması” stratejisini Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi terör sorunu içinde montajlı fotoğraflarla günah keçisi olarak kurgulayarak, ama beğenmesek de seçim kazanmak için etkili stratejileri de uygulayarak, bu seçimleri hem AK Parti hem kendisi önceki seçimlere göre oy kaybetse de kazandı. Altı noktayı vurgulamak isterim: 

 

Birincisi, içeriğini, boyutlarını etraflıca tartışacağız, ama şu noktanın altını çizmek isterim: Erdoğan, “Erdoğanizm” diyebileceğimiz bir olguyu Türkiye siyasetinde netleştiren, kendisini AK Parti’nin üstünde konumlayan, kendisi ile seçmen arasındaki duygusal, ideolojik ve çıkar temelli bağları önceleyen bir stratejiyle seçmene yaklaştı. Ve kazandı. Bu seçimleri AK Parti değil “Erdoğan” kazandı. Bundan sonraki dönemde, Erdoğan-AK Parti ilişkisinin nasıl gelişeceği önemli bir soru olacak.

 

İkincisi, Yeniden Refah ve MHP’nin parlamento seçimine kendi logo ve isimleriyle girmesi önemli bir stratejik tercih oldu.

 

Üçüncüsü, güvensizlik ve belirsizlik ortamında milliyetçilik ve güçlü Türkiye, Türkiye Yüzyılı odaklanması seçim kazanmak için doğru tercih olmuş oldu.

 

Dördüncüsü, tekno-milliyetçilikten teröre karşı mücadele ve devlet bekasına dayalı kentli milliyetçiliği kendisine yeterince çekmeyi başardı.

 

Beşincisi, asgari ücret, EYT ve benzeri popülist açılımlar ile seçmene “Ben size bakarım” mesajını verdi.

 

Altıncısı, Rusya, Katar, Azerbaycan’dan başlayarak ve benzer ülkelerle ekonomik ilişkilere girerek, seçim sonrası büyük bir ekonomik kriz olmayacak mesajını kendi kitlesine verdi.

 

Seçim sonrasında Erdoğan’ı çok zor bir dönem bekliyor. Bu mesajların nereye kadar yaşama geçirileceğini göreceğiz. Ama Erdoğan için öncelik kendisinin seçimi kazanmasıydı.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

ÖNÜMÜZDE, TÜMÜYLE KUTUPLAŞMIŞ VE BÖLÜNMÜŞ İKİ TÜRKİYE VAR

 

Seçim sonrası, seçim sonuçlarını gösteren Türkiye fotoğrafı gibi, benim “İki Türkiye” dediğim tablo ortaya çıktı. Önümüzde, tümüyle kutuplaşmış ve bölünmüş iki Türkiye var. 

 

Kürtlerin seçim performansına bakarak “Üç Türkiye” diyebilirsiniz ama ben muhalefetin, geniş anlamda, HDP ve TİP dâhil, ilişkilerini ve beraberliğini devam ettireceğini ve İki Türkiye kavramının öneminin ve geçerliliğinin 2024 Mart Yerel Seçimleri ve sonrası dönemde de devam edeceğini düşünüyorum. 

 

İki Türkiye, bir yönüyle tümüyle kutuplaşmış ve bölünmüş bir Türkiye. Cumhurbaşkanı Erdoğan da nicel, yani rakamsal olarak bu tablonun kendisi için avantajlı olduğunu görüyor.  İki Türkiye tablosunda, kendisinin temsil ettiği Türkiye’nin kazandığı görüşünde. 

 

Erdoğan, 2024 Yerel Seçimlerinde de, muhalefetin temsil ettiği “Öteki Türkiye”yi ne kadar kendi içinde sorunlu hale getirirse, seçimleri kazanma olasılığının o kadar artacağını düşünüyor. 

 

HÜDA PAR, GELECEK 10 YILDA KÜRT SORUNUNU KONUŞMAMIZIN ÖNEMLİ BİR REFERANSI OLACAKTIR

 

Bu bağlamda, örneğin, kendisi için 2024 Yerel Seçimlerinde kritik önemde olan İstanbul’u kazanmak için, Ekrem İmamoğlu’na verilen cezanın onanacağını ve hukuk yoluyla seçimler öncesi İBB yönetimin AK Parti’ye verileceğini düşünüyorum. Bu, Erdoğan için, İstanbul seçmeninin kafasını karıştıracak bir manevra da olacaktır. 

 

HÜDA PAR, bana göre, Süleyman Soylu’nun bir konuşmasında vurguladığı gibi, gelecek 10 yılda Kürt sorununu konuşmamızın önemli bir referansı olacaktır. HÜDA PAR tercihinin sadece seçim kazanmak için değil, aynı zamanda Kürt sorunu tartışması içinde de önemli bir (devlet temelli) stratejik tercih olduğunu söyleyebiliriz. Bir tarafta kayyımlar, diğer tarafta HÜDA PAR ve “Kürt-İslam Sentezi”, 2024 seçimlerinde önümüzde olacaktır. HÜDA PAR ve stratejik rolünü konuşmaya devam edeceğiz.

 

Erdoğan’ın yapacağı bu ve benzeri manevralar karşısında, muhalefetin hareket tarzı ve stratejisi de çok önemli olacaktır. 

 

Muhalefet, İki Türkiye tablosu içinde seçimleri kaybeden Öteki Türkiye’nin, düşüncelerine, duygularına, psikolojisine odaklanmalıdır. 

 

Bu Türkiye, bir yönüyle ülke ekonomisine ve bilimsel üretimine yüzde 70-75 oranında katkı veren; ülkenin gelişmiş ve kilit kentlerinde yaşayan; yerli, millî ve küresel, demokrat ve vatansever kentli Türkiye’yi temsil etmektedir.

 

Diğer taraftan da kadınlar, kız çocuklarından başlayarak geleceğe güvensiz ve umutsuz bakan bir psikolojidedir. 

 

25 milyon sayısında bu kesim, aynı zamanda, seçim kazanan Türkiye’nin içinde de vardır.

 

Muhalefetin yönettiği kentlerin başarılı yönetiminin devamı, 2024 seçimleri için kritik önemdedir. 

 

Muhalefet, 2023 seçimlerini kaybederken, 2024 Yerel Seçimlerinde daha başarılı olma şansına sahiptir. Bu nedenle de, 2023 seçimlerinin muhasebesini hızla yaparak, 2024 Yerel Seçimlerine hazırlanmalıdır. 

 

Bu bağlamda önemli bir odak, İstanbul seçimleri ve Ekrem İmamoğlu’nun İBB başkanlığının hukuk yoluyla elinden alınması sürecine karşı nasıl güçlü durulacağı ve eğer olumsuz ortam doğarsa buna karşı etkili stratejinin ne olacağının belirlenmesidir. 

 

İki Türkiye bence Cumhurbaşkanı Erdoğan için de büyük riskler taşıyan bir tablodur. Ekonomiden başlayarak ülkenin iyi yönetilmemesi, sadece Rusya, Katar ve Azerbaycan gibi ülkelere dayanan dış politika, Batı’dan kopma olasılığı, kadınlarımızın ve kız çocuklarımızın geleceğinin olumsuzlaşması ve Atatürk ismine ve değerine yapılacak saldırılar, Öteki Türkiye’nin daha da kemikleşmesi ve seçim kazanan Türkiye içindeki orta sınıflar arasında da tedirginlikleri artması anlamına gelecektir. Bu da, Erdoğan için, 2024 Yerel Seçimlerini kaybetmekten ülkeyi yönetememeye kadar uzanan bir alanda ciddi bir risk oluşturacaktır.

“SEÇMEN KILIÇDAROĞLU’NU İKNA EDİCİ YAHUT İLHAM VERİCİ BULMAMIŞ GÖZÜKÜYOR”

kampanyayi-masa-degil-lider-yapar

Doç. Dr. Seda Demiralp-Işık Üniversitesi

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Burada seçim kazanamamanın Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı kampanyasının eksiklikleriyle ilgili kısımlarından ve siyasi rekabet ortamının adil olmamasına yol açan koşullardan ayrı ayrı bahsetmek gerekir aslında. Ama ilk kısmına odaklanacak olursak, kampanya ve liderlik ile ilgili koşullardan söz etmeliyiz.

 

Muhalefet kampanyasının yoksulluk vurgusu yerindeydi. Geçmişteki, bilhassa CHP kampanyalarında öne çıkan ve CHP seçmenini konsolide etse de yeni seçmen grupları kazanmaya yardımcı olmayan cumhuriyetçilik yahut katı laiklik vurgusu yerine averaj seçmene hitap eden günlük ekonomik sıkıntılara yoğunlaşmak bence yerindeydi. Fakat ekonomik sorunların nasıl çözüleceği ile ilgili yeterince net ve ikna edici bir tablo çizilememiş görünüyor. Kampanya vaatlerinin dağınıklığı, ittifak liderlerinin bu vaatleri yeterince koordine biçimde kampanyaya dönüştürememesi, muhalefet seçim kazanırsa hangi ekibin (bilhassa ekonomi ekibinin) hangi kısa ve orta vadeli aksiyonlarla seçmeni rahatlatacağının tam olarak bilinmemesi, seçim başarısızlığında etkili olmuş olmalı. 

 

Burada ikinci unsur, yani liderlik konusu devreye giriyor. Muhalefet vaatlerinin seçmeni ikna etmesi için sadece vaatlerin içeriği yahut iletişim kanalları değil mesajı veren liderin kişiliği, bagajı, iletişim becerileri de mühim. Seçmen Kılıçdaroğlu’nu yeterince benimsememiş, ikna edici yahut ilham verici bulmamış gözüküyor. 2018’den bu yana AKP oyları bir nebze azalmış, CHP oyları bir nebze artmış da olsa Erdoğan oylarının düşmemiş olması seçmenin Erdoğan yerine Kılıçdaroğlu’nu lider olarak tercih etmediğini gösteriyor.

 

Dolayısıyla seçim sonrası muhalefette büyük değişimler görmek şaşırtıcı olmaz ki bunlar CHP içinde bir liderlik değişimini yahut yeni parti oluşumlarını kapsayabilir. Havadaki değişim ruhu devam ediyor ve iktidarda gerçekleştirilemediyse bu değişim, muhalefette kendini gösterebilir diye düşünüyorum.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

ERDOĞAN SEÇMENİYLE GÜÇLÜ BİR DUYGUSAL BAĞA SAHİP 

 

Burada bir yanda Erdoğan’ın kişisel liderlik becerileri ve seçmeniyle kurduğu kuvvetli gönül bağının etkisinden, bir yanda da asimetrik rekabet koşullarından öncelikli olarak bahsetmek gerekir. Erdoğan seçmeniyle güçlü bir duygusal bağa sahip. Bu bağ 2023’te kuvvetli bir teste tabii tutuldu. Ekonomik krizin bu bağı gevşetebilmesi hatta koparabilmesi mümkündü. Ama öyle olmadı. Seçmen Erdoğan’a ve onun temsil ettiği davaya olan bağını, yani manevi önceliklerini maddi kayıplarına tercih etti. Fakat şu da bir gerçek ki Erdoğan 20 yıldır iktidar olmak sayesinde elde ettiği avantajları, bu duyguları coşturmak ve seçmenin maddi kayıplarını minimize etmek için kullanabildi. Örneğin medya kontrolü sayesinde ekonomik başarısızlıklar yerine dış politika başarılarını koydu ve seçmende “kazanan tarafta olmak” duygusunu taze tuttu.  

 

ERDOĞAN’IN POLİTİKALARINDA BİR DEĞİŞİM BEKLEMEK İÇİN ELİMİZDE SEBEP YOK

 

Yine medya kontrolü sayesinde seçmende muhalefetin dava yahut millî çıkarlar açısından çok riskli bir seçenek olduğu algısını pekiştirdi. Öbür yandan devlet imkânlarına olan erişimi sayesinde asgari ücret zamları, vergi indirimleri, bedava doğalgaz, ucuz kredi gibi imkânlar sunmak suretiyle seçmenin manevi ve maddi öncelikler arasında yapacağı zorlu seçimi bir nebze kolaylaştırdı. Yargıya olan etkisi sayesinde muhalif aktörleri siyaseten iddialı pozisyonlardan uzaklaştırdı. Bugün hem yasamaya hem yürütmeye hâkim bir pozisyonda olan Erdoğan’ın politikalarında bir değişim beklemek için elimizde sebep yok. Nitekim balkon konuşmasında gerek dış politika, gerek ekonomi, gerek Kürt siyaseti, gerek dinin siyasetteki yeri, gerekse dinî muhafazakâr politikalar açısından devamlılık sinyalleri verdi. Batı’ya karşı dik duran, heteredoks ekonomik politikalarda kararlı, Demirtaş’ın tutukluluğunun devamı konusunda ısrarlı, cinsiyet politikalarında geleneksel bir çizginin sinyallerini verdi.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

MÜTEDEYYİN SEÇMEN JAKOBEN SEKÜLERİST BİR GEÇMİŞE SAHİP CHP’YE VE KILIÇDAROĞLU’NA OY VERMEKTE ZORLANDI

 

2023 seçimleri bazı kutupsal fay hatlarının silikleştiği bir süreç oldu. CHP gibi seküler bir partinin Gelecek, DEVA, Saadet gibi dinî muhafazakâr bir geçmişten gelen partilerle bir arada olması, İYİ Parti ve HDP’nin güçlerini aynı cumhurbaşkanı adayında birleştirmesi dikkat çekiciydi. Öte yandan bu gelişmelere rağmen bazı uçurumlar aşılamadı. Mütedeyyin seçmen Jakoben sekülerist bir geçmişe sahip CHP’ye ve onun adayı Kılıçdaroğlu’na oy vermekte zorlandı. Kılıçdaroğlu’nun helalleşme söylemi bence anlamlıydı ama yeterli bulunmadı. Keza milliyetçi duyarlılıkları yüksek seçmenler, HDP’nin PKK ile olan mesafesini yeterli yahut ikna edici bulmadı ve PKK’ya olan tepkilerini HDP’ye hatta tüm Millet İttifakı bileşenlerine ve onun adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na yansıttılar. HDP/YSP bir yanda Türkiyelileşme çabası, bir yanda PKK ile olan ilişkisinin muğlaklığı arasında kaldı. 

 

Önümüzdeki dönemde gerek yaşam biçimleri gerek Kürt meselesi konusunda kutuplaşma hatlarını aşmak ve bir restorasyon sağlamak söz konusu olacaksa, bunun önce duygusal seviyede ancak ondan sonra fikir seviyesinde gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Burada da kişisel karizması ve liderlik becerileriyle farklı seçmen gruplarının güvenini kazanacak bir liderin, mevcut kimliksel yahut ideolojik uçurumları aşmak için bir ön koşul olduğunu düşünüyorum. Yani önce aynı kişiyi seveceğiz, sonra birbirimizi kabulleneceğiz ve bunun verdiği pozitif enerjiyle ve motivasyonla geçmiş bagajlarımızı bırakacak, bıraktığımıza da karşı tarafı ikna edebileceğiz. Taraflar birbirine “Önce bagajlarını bırak, günahların için af dile ve ancak sonra karşıma gel” dediğinde kutuplaşmayı aşmak güçleşiyor.

“MUHALEFET, VATANDAŞLARI ETKİN BİR YÖNETİM MİMARİSİ OLUŞTURACAĞINA İKNA EDEMEDİ”

mesut yeğen

Prof. Dr. Mesut Yeğen-Reform Enstitüsü

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Çok sayıda sebep var başarısızlığa yol açan. Sebeplerden biri Erdoğan’dan memnun olmayanların bir ara yüzde 60’lara yaklaşmasından otomatik olarak muhalefet lehine bir seçim başarısı çıkacağı beklentisi oldu. Başta CHP olmak üzere muhalefet, biraz saf bir biçimde, pandemi, deprem ve yüksek enflasyonun büyüttüğü seçmen memnuniyetsizliğinin otomatik olarak muhalefetin desteğini büyüteceğine inandı. Muhalefetin Kılıçdaroğlu adaylığında ortaklaşmasının, Erdoğan memnuniyetsizlerinin hepsini yan yana getirmeye yeteceği, böylelikle 50+1’in sorunsuzca bulunabileceği düşünüldü. Bu da şu demek: Muhalefet Erdoğan’dan şikâyetçi olanları kuvvetli bir siyasi mesele, güçlü bir siyasi kimlik etrafında buluşturmaya gerek kalmadan seçimi kazanabileceğine inandı. Özetle, muhalefetin Erdoğan memnuniyetsizlerini buluşturan, birleştiren bir siyaset yapmak yerine, onları bir arada tutmayla sınırlı bir iş yapması oluşan başarısızlığın ilk sebeplerinden biri oldu. 

 

Başka bir sebep de, muhalefetin vatandaşları etkin bir yönetim mimarisi oluşturacağına ikna edememesi oldu. İki büyükşehir belediye başkanı ancak pazarlık sonucu yönetim şemasına alınırken, siyasi parti liderlerinin yönetimde ne türden bir rol üstleneceği izah edilmedi. Bu da siyaseten çok da güçlü bir figür olmayan Kılıçdaroğlu’yla özdeşlemiş bir muhalefet imajının öne çıkmasına sebep oldu. Bu da, seçimlerin tam da Erdoğan’ın istediği gibi, kuvvetli bir figür olarak Erdoğan’la çok da kuvvetli olmayan siyasi bir figür olarak Kılıçdaroğlu arasında olduğu algısının yerleşmesine yol açtı. Kısaca, muhalefetin yenilmesinin sebeplerinden biri de siyasetsizliğin yanı sıra kadrosuzluk imajı oldu.

 

ERDOĞAN’IN YÖNELTTİĞİ İTHAMA İKNA EDİCİ BİR KARŞILIK VEREMEMEK, MUHALEFET VE KILIÇDAROĞLU’NUN EN BÜYÜK AÇMAZI OLDU

 

Üçüncü ve belki de en önemli sebep muhalefetin Erdoğan’ın “Kandil destekliyor”, “muhalefet kazanırsa beka sorunu oluşur” ithamına yanıt oluşturamaması oldu. HDP’den gelen desteğe dair Erdoğan’ın yönelttiği ithama ikna edici bir karşılık verememek, muhalefetin, bilhassa da Kılıçdaroğlu’nun en büyük açmazı oldu. 

 

Sonuçta, muhalefet sekülerlerin, milliyetçilerin, muhafazakârların ve Kürtlerin bir araya geldiği bir cephe kurdu ama bu cepheye siyasi bir ruh üfleyemedi, bu cepheden bir siyasi kimlik oluşturamadı. Karşısında, bütün iticiliğine rağmen sahici ve kuvvetli bir siyasi ruh üflenmiş Cumhur İttifakı varken, muhalefet bir araya getirilen farklı toplumsal kesimlerin niye bir araya geldiğini, zayıf bir demokrasiye ve parlamenter sisteme dönüş önerisine ve ekonomik sıkıntılara vurgu yaparak ortaklaştırmaya çalıştı. 

 

Muhalefetin seçim sonrası serencamı için CHP ve İYİ Parti’ye odaklanarak konuşayım. İYİ Parti’de büyük bir sarsıntı, büyük bir dönüşüm beklemiyorum. Hem milliyetçilik kefesine epey bir parti biriktiğinden hem de Akşener’in ve etrafındakilerin yatkınlıklarından ötürü, İYİ Parti’nin milliyetçi bir parti olmaktan uzaklaşmadan bir merkez sağ parti olmaya çalışma işini devam ettireceğini düşünüyorum. Haziran sonunda yapılacak İYİ Parti kongresinin bu işin önemli merhalelerinden biri olması muhtemel. İYİ Parti açısından yönelebilecek boşluk, merkez seküler siyasette var görünüyor. CHP ve DEVA’nın dolduramadığı bir boşluğu doldurmaya çalışacağını düşünüyorum İYİ Parti’nin.

 

CHP’LİLER ONURLU BİR YENİLGİ HİKÂYESİ YARATMAYA HAZIRLANIYOR

 

CHP’den gelen ilk işaretler hiç ümit verici değil. CHP’liler Kılıçdaroğlu’nun yüzde 48 almasından onurlu bir yenilgi hikâyesi yaratmaya hazırlanıyorlar belli ki. 

 

“Seçimler ne eşit ne de adil oldu” ve “her şeye rağmen yüzde 48 destek aldık” motiflerine sığınarak CHP’de her şeyi aynı şekilde tutmanın yollarına bakacak görünüyor CHP’liler. CHP eliti partinin başarısızlığını konuşmanın, İmamoğlu’nun genel başkanlığına giden yolu açacağından korkuyor. Bu elit, bu muhtemel yolu açmak yerine İmamoğlu dalgası geçene kadar Kılıçdaroğlu’na razı olacak görünüyor. 

 

Hülasa, ne İYİ Parti ne de CHP memleketin yarısını temsil edecek kuvvette bir siyasi hayal, bu türden bir siyasi kimlik nasıl oluşturulur, memleketin yarısına yakınının feveranına nasıl bir siyasi ruh üflenir meselesi üzerine düşünmeye hazır gibi görünüyor. Ama kendi adıma bunun öyle çok uzun bir süre sürdürülemeyeceğini, sürdürülürse de muhalefetin çürümesinden başka bir sonuç vermeyeceğini düşünüyorum. Muhalefetin çürümesi de Erdoğan’ın yerli ve millî rejiminin Erdoğan sonrası döneme sarkmasına zemin oluşturabilir. Muhalefet çürürse kendimizi Azerbaycan standartlarında bir siyasi rejime hazırlayabiliriz.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

ERDOĞAN, SEÇİMLERİN ESAS KONUSUNUN KÖTÜ EKONOMİ VE LİYAKATSİZ YÖNETİM DEĞİL BEKA MESELESİ OLMASINI SAĞLADI

 

Erdoğan’ın başarısının ardında muhalefetin yapamadığını yapabilmesi var: Siyaset yapmak. Muhalefet siyaset yapmayarak çoğu az ederken, Erdoğan siyaset yaparak azı çok edebilmeyi becerdi. Bir yandan, uygun siyasi taktiklerle AK Parti’den uzaklaşanların MHP ve YRP’ye gitmesinin önünü açarak onları ittifakta tuttu, bir yandan da seçimlerin esas konusunun kötü ekonomi ve liyakatsiz yönetim değil beka meselesi olmasını sağladı. Bunları yaparak, AK Parti’nin tarihindeki en düşük oyu aldığı seçimlerden bir seçim zaferiyle çıkabilmeyi becerdi. Erdoğan’ın en büyük becerisi seçmenlerin dikkatini çarşı-pazar fiyatlarından uzaklaştırabilmesi oldu. Bunu da epey bir seçmeni Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığının yönetimde istikrarsızlık ve beka meselesi yaratacağına ikna ederek başardı. Muhalefet bu iki konuda ikna edici bir yanıt oluşturamayınca Erdoğan çarşı-pazar fiyatlarını seçim gündeminden kaçırabildi. 

 

Seçim sonrasına gelince, balkon konuşması seçimlerin Erdoğan açısından tamamlanmadığını, Erdoğan’ın 2024 Yerel Seçimlerine kadar ülkeyi seçim atmosferinde tutacağını ve yerel seçimleri de beka ve güvenlik meselelerine sıkıştırmaya çalışacağını gösteriyor. Muhtemelen ekonomide daha rasyonel bir yönetime geçileceği yolunda bir işaret verdikten sonra 2023 öncesinde yaptıklarını yapmaya, söylediklerini söylemeye devam edecek görünüyor Erdoğan. Ekonomi ayağına dolanmazsa şayet, Erdoğan yapmak istediklerini yapabilir görünüyor. Ne muhalefet ne de uluslararası durum Erdoğan’ı istediklerini yapmaktan alıkoyabileceğe benziyor şu anda. Şimdiye kadar verilen işaretler, ekonomide bir büyük tıkanma yaşanmazsa, 2018-2023 arasında yaşadıklarımızın daha kuvvetli bir tekrarını yaşayacağımızı gösteriyor. Erdoğan ve etrafındakiler bir süredir yürürlükte olan yerli ve millî rejimin ebedileşmesini sağlamanın derdine düşecek görünüyor önümüzdeki beş senede.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

HDP KENDİSİNİ “HAKLIYIZ” FİKRİNE AŞIRI YASLANDIRAN BİR APOLİTİZME VE NAFİLE BİR AKTİVİZME BIRAKMIŞTI

 

Ekonomide bir deprem olmadıkça ya da uluslararası sahada olağanüstü bir durum yaşanmadıkça önümüzdeki bir-iki senenin bir tarafta yenilmiş bir yüzde 50 ve diğer tarafta da bir kez daha kazanmış bir yüzde 50 şeklinde geçeceğini düşünüyorum. Yerel seçimlerden önce muhalefet, bilhassa da CHP bir yenilenme adımı atamazsa muhalefetin çürümesi, iktidarınsa bildiği yolda devam etmesinden başka bir ihtimal görünmüyor. Bu da ilk taraftaki yüzde 50’nin zamanla küçülmesi, küçülmese de etkisizleşmesi demek olabilir.

 

Şurası açık: Türkiye’nin iç dinamikleri doğru yönetilmedikçe, doğru siyasi adımlar atılmadıkça, siyasi failler uygun davranmadıkça Erdoğan yenilemiyor. İşin kötüsü muhalefetten, bilhassa da CHP’den gelen ilk işaretler bu durumun değişebileceğine işaret etmiyor. Bu durumda muhalefetin çürümesi türünden bir süreç kaçınılmaz görünüyor. Belki bir ihtimal toplumun bir yerinden birileri silkinip yeni bir yol gösterir. Bu ihtimal de yok değil tabii ki. Sonuçta Türkiye muhalefetin çürümesine seyirci kalmaktan daha iyisini yapabilecek bir sosyal gelişmişliğe de sahip, bunu da ihmal etmemek lazım. 


HDP’yle ilgili söyleyeceklerimin uzun versiyonunu bir Perspektif yazısına bırakarak şunu söyleyeyim: HDP’nin durumunda yaşanan, gelmekte olanın gelmesi oldu. Bir sürpriz yok. 2015 Haziran’ından beridir işlemekte olan dinamikler birikti ve bugünkü başarısızlık ortaya çıktı. Ortaya çıkan başarısızlık sürpriz değil; çünkü en politik, en hareketli parti görünmesine karşın, HDP uzun zamandır kendisini “haklıyız” fikrine aşırı yaslanmaktan türeyen bir apolitizme ve aslında bir tür hareketsizlik halinden başka bir şey olmayan nafile bir aktivizme bırakmıştı. Yaşanan başarısızlığın ardındaki önemli sebeplerden birinin bu hal olduğunu düşünüyorum.

“İKTİDAR BLOKUNDAN KOPAN DİNDARLARIN KAYGILARINA YÖNELİK ÖNLEMLER, YÜZEYSEL VE SEMBOLİK KALDI”

Ulaş Tol Röportaj

Ulaş Tol-TEAM Araştırma Genel Direktörü

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Muhalefetin yenilgisini tek bir sebebe bağlamak doğru olmaz. Ama şunu peşinen söyleyeyim: Yenilgi bir yıl önce muhalefetin en güçlü olduğu ve özgüven patlaması yaşadığı dönemde başladı. 

 

Seçimden bir sene öncesinde geçmiş seçimlerin aksine seçimi kazanmaya muhalefet, hatalar yapmaması koşuluyla daha yakın taraftı. Bir yıl öncesinde, ekonomik sorunların maksimize olduğu, iktidarın yıpranmışlığının hâkim algı haline geldiği ve muhalefetin de gündem belirleyebildiği bir dönemdi. Normal şartlarda bu fotoğrafa bakınca farklı şekilde muhalefetin kazanması beklenirdi. Ancak bir yıl içinde avantaj sağlayan tüm krediler tüketildi. Hatalar zincirinde 10 madde sıralayacağım. Yaklaşık yüzde 60’a yüzde 40 üstünlük imkânından bu maddelerdeki her hatayla bir adım uzaklaşıldı. 

 

  1. Seçim kazanılmış olarak görüldü ve konsantrasyon seçim sonrasına yöneldi; bu, kampanya dönemine verilen önemi düşürdü ve kampanyaya geç kalındı.
  2. İttifak seçimi kazanmaktan daha çok seçim sonrası gücü paylaşmak üzere dizayn edildi.
  3. Çoğunluğun kendine yakın bulduğu, benimseyeceği ve duygusal yakınlık kuracağı, buna karşın muhalif tabanın ise içine tam sinmese de razı olacağı bir aday ancak yüzde 50+1’i kazanabilirdi. Bunun tam tersine muhalif tabanın en içine sinen, çoğunluğun ise rıza göstermesi beklenen bir aday belirlendi. Bir başka deyişle hangi aday seçimi kazanmada en etkili olur sorusu yerine, muhalif tabanının hangi adayı en çok cumhurbaşkanı olarak görmek isteği sorusu baz alındı.
  4. Aday belirleme süreci geciktirildi, süreç hem ittifak içinde hem de kanaat dünyasında gerilimli bir şekilde yönetildi.
  5. İktidar ve muhalefet arasında oluşan ara blok önemsenmedi, seçim günü onların rasyonel davranacağı varsayıldı.
  6. Bu kesimi sürükleyen milliyetçi söylemlerin etkisi anlaşılmadı, bu söylemleri tetikleyen sorunlara sahici ama demokratik çözümler önermek yerine kimi zaman kaçak kimi zaman da o söylemleri güçlendiren ama eğreti duran tepkiler verildi ve bunun sonuncunda milliyetçiliğin daha da yükselmesine neden olundu. 
  7. İktidar blokundan kopan özellikle dindar kitlelerin kaygılarına yönelik önlemler, yüzeysel ve sembolik kaldı, kanıta ve güvene dayanan işaretlerle ikna edici bir çerçevede gerçekleşmedi. Seçimi kazanıyoruz duygusunun yükseltildiği muhalif tabanda bu yöndeki hamleler taviz olarak algılandı. İkna olmayan taban, helalleşme söylemine karşı hesaplaşma söylemini yükseltti ve bu gerilim kutuplaşma mekaniğini fabrika ayarlarına döndürdü.
  8. Tüm bunlar gölgesinde Meclis aritmetiği tali bir konu olarak kaldı. Ortaklık stratejisi kurulamadı, milletvekili listeleri seçim kampanyasındaki etkisi gözetilerek değil, seçim sonrasını hesap edilerek oluşturuldu.
  9. Bu seçimin sadece Cumhurbaşkanlığında değil, Meclis seçimlerinde de bir referandum hüviyetinde olduğu dikkate alınmadı ve bu seçmene de geçirilemedi. Cumhurbaşkanlığı seçimi muhalefetin birliğinin, Meclis seçimleri ise muhalefet içi rekabetin sahnesi haline geldi.  
  10. Muhalif seçmenin duygusunu okşama konusunda etkili, ancak aradaki ve iktidardan kopma ihtimali olan seçmen üzerinde başarısız olan bir kampanya dönemi geçirildi. 

 

MUHALEFETİN GEÇ BAŞLADIĞI KAMPANYA DÖNEMİNİN İYİ DEĞERLENDİREMEMİŞ OLMASI, SEÇİMİ KAYBETTİRDİ 

 

Her madde ayrı söyleşileri gerektirir aslında ama uzatmamak adına şunu belirtmek isterim: İlk dokuz maddeye rağmen seçimi kazanmak hâlâ mümkündü. Ancak son maddeyi açacak olursak, muhalefetin oldukça geç başladığı kampanya dönemini iyi değerlendirememiş olması seçimi kaybettiren, bardağı taşıran son damla oldu. Kampanya, duygu siyasetini öne çıkardı. Bu, birincisi kendi tabanını mobilize etmek, ikincisi ise topluma kucaklayıcılık mesajı ve güven vermek için iyi ve etkili bir başlangıçtı. Ancak bu duygu siyasetini rasyonel bir donatı ile beslememesi, iktidarın propagandalarını ve hamlelerini küçümsemesi ve toplumun bunlara riayet etmeyeceğini öngörmesi (umması) gibi nedenlerle kampanya muhalif seçmen dışında kalan seçmene erişemedi. Hatta muhalefetteki liderliğe tepkili muhalifleri kapsamakta dahi yetersiz kaldı. Duygular rasyonel gerekçelerle birleşmeyince, kimlik kodları geri çağrıldı. 

 

Aslında rasyonel siyaset beklentisine ekonomik alanda önemli karşılıklar üretilmeye çalışıldı. Ancak vaat enflasyonu içinde bu rasyoneller seçmene ya erişemedi ya da abartılı geldi.

 

Son olarak hâlâ muhalefetin erişemediği kesimlerin geleneksel medya etkisine sosyal medyadan daha fazla açık olduğunu bilindiği halde, bu yönde adımlar atılmadı. Sosyal medyada ise Twitter mesajları ve video yayınlar yerine, Instagram, TikTok hatta Facebook gibi mecralar öncelenmedi ve basit, yalın, karşı-propagandalara yanıt veren yaygın bir kampanya yürütülemedi.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

ERDOĞAN, OYLARINDA GERİLEME EĞİLİMİ GÖSTERMESİNE RAĞMEN KAZANAN TARAF 

 

Muhalif kamuoyundaki, seçim sonucuna rağmen Erdoğan’ın başarılı bir sonuç almadığı yönündeki kanaate ben de katılıyorum. Gerileme eğilimi bu seçimde de devam etti. Ancak buna rağmen kazanan bir taraf var ve o Erdoğan. Bu zor seçimi de kazanabilmek için çok boyutlu bir seçim planı uygulandı ve her unsur da etkili oldu. 

 

  • Meclis çoğunluğunun kazanılması ve seçimin ikinci tura kalması hedeflendi. 
  • Muhalefetteki çeşitlenme ile sönümlenme eğilimine giren kutuplaşmanın diriltilmesi için çok yönlü bir çaba sarf edildi. 
  • Denge siyaseti gerektiren muhalefetteki ittifak yapısının önüne farklılıkların altını çizen konuların gelmesini sağlayarak iç gerilimlerin artırılması sağlandı.
  • Devlet ve medya gücü sonuna kadar kullanılarak haksız rekabetten geri durulmadı. 
  • Yıpranmışlık ve sorunların müsebbibi olma dezavantajını elimine etmek üzere, muhalefetin bu sorunlar ile baş edemeyeceğini göstermeye çalıştı ve kendisini sığınılacak liman olarak konumlandırdı.
  • Popülist ekonomi sonuna kadar kullanıldı.
  • Yükselen duygu siyasetini bir avantaja çevirerek, dindarlık, Erdoğan’ın sağlık sorunları, yalnızlaşması, son dönemi olması vb. etkenlerle merhamet ve vefa duygularını mobilize etmeyi başardı. 

 

ERDOĞAN’IN NASIL BİR YENİ DÖNEM İZLEYECEĞİNDE MUHALEFETİN DÖNÜŞÜMÜ DE BELİRLEYİCİ OLACAK

 

Peki, şimdi ne olacak? Normal koşullarda ve başka ülkelerdeki benzer tecrübelere baktığımızda, uzun dönem iktidarda kalmış otoriter-popülist liderlerde gözlemlendiği üzere, artık son olması muhtemel olan bu zaferden sonra Erdoğan’da da bir yumuşama ve kapsayıcılık, bir tür helalleşme dönemine girme eğilimine yakın bir tutum beklerdik. Ancak seçimin tam bir zafer olarak hissedilmemesi, aynı zamanda da çok yakın bir zamanda yerel seçimler olması bu beklentinin aksi yönünde sinyallere neden oldu. Bu yüzden bu dönemin geçtiğimiz dönemden farklılaşma ihtimali kuvvetli görünmüyor. Tabii muhalefetin zayıflığı devam eder ve seçimler için tehdit oluşturma potansiyeli düşük kalırsa, iktidarın rahatlığı ve tavizsizliği de daha kolay devam edecektir. Dolayısıyla Erdoğan’ın nasıl bir yeni dönem izleyeceğinde muhalefetin değişimi ve dönüşümü de belirleyici olacak.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

KÜRT SİYASETİNİN SİYASET YAPMAYA GERİ DÖNMESİ VE TOPLUMA YENİ ÖNERMELER SUNMASI GEREKİYOR

 

Seçimlerde yüzde 50+1’i kazanma zorunluluğu, toplumun farklı kesimlerini aynı anda kavramayı gerektiriyor. Muhalefet bunun için bir araya gelişlerden oluşan bir ittifakı ve denge siyasetini yeterli gördü. Buna seçimi kazanma ihtimalinin yüksek olduğuna duyulan kuvvetli inanç da eklenince söz konusu denge siyaseti bir tür siyasetsizliğe yol açtı. Fay hatlarındaki sorunlara karşı siyasetten kaçış bir tercih oldu. Adeta temel sorunların tamamına yönelik politik tutumlar ve yaklaşımlar seçim sonrasına ertelendi. Ancak gerek iktidar gerek ara bloku oluşturan hat siyasi bir kampanya yürüttü. Her çekildiği yere muhalefet “miş gibi” yaparak tepki verdi. Kürtlere özgürlükçü, milliyetçilere milliyetçi, göçmen karşıtlarına göçmen karşıtı, güvenlik kaygıları taşıyanlara güvenlikçi göründü. Ele aldığı konularda politika üretmedi, bilakis sorunun sahiplerinden daha fazla söz söylemeyen ve bunu onlar gibi açık ifade etmeyen bir görüntü verdi. Bu siyasetsizlikler, muhalefeti zayıflattığı gibi siyaset sahiplerini de daha fazla güçlendirdi.  

 

Seçimlerin olumsuz sonuçlarından biri yüzeysel bir milliyetçiliğin yükselişi ve bundan dolayı göçmenler ve Kürtler başta olmak üzere toplumun çoğunluk olmayan kesimlerinin kaybedişi oldu. HDP de buna karşı etkili olamadı. 

 

Kuşkusuz HDP için şartlar hiç adil değildi. Ancak bunun ötesine geçen eksiklikler de mevcut. Bir kere ana muhalefet gibi HDP de siyaseti seçim sonrasına erteledi. Sahibi olduğu konuyla ilgili birincisi, yeni ve geçmişten getirdiği birikime artı koyan bir politika ortaya koyamadı. İkincisi, kutuplaşma siyasetinin ana unsuru olarak hatırlatılan fay hattına yönelik bir ses oluşturamadı ve bu durumda kendine yakın kesimlerle de arasında mesafe oluştu. Yükselen milliyetçilik, seçimde Kürtlerin her şeye rağmen anahtar konumdaki rolünü silikleştirdi ve seçimin kaderini milliyetçi seçmenler belirledi algısı ile mevzi kaybetti. 

 

KILIÇDAROĞLU SEÇİMİ KAZANSA, KÜRT SEÇMENLER SAYESİNDE KAZANMIŞ OLACAKTI

 

İkinci olumsuz sonuç ittifak siyasetinden kaynaklandı. HDP’nin Türk solu ile oluşturmaya çalıştığı ittifak, hem dindar hem de Kürt kimliği kuvvetli seçmenlerin olumsuz etkilenmesine yol açarken; Türk solundaki destekçilerini kaybetme eğilimini de kuvvetlendirdi. 2015 Haziran seçimlerinden bu yana seçimleri protesto eden iktidara karşı ama HDP’yi de benimsemeyen seçmenler, bu seçimlerde adressiz hissettiler ve oy kullanmadılar. 

 

Öte yandan şunu teslim etmemek de haksızlık olur: HDP siyaseti seçmenlerini muhalefet desteği konusunda mobilize etmede bir kez daha etkili oldu. Kılıçdaroğlu seçimi kazansa Kürt seçmenler sayesinde kazanmış olacaktı. Kılıçdaroğlu en büyük oy oranlarını Kürt illerinde yakaladı. Diğer yandan, özellikle ikinci turdaki fireler nedeniyle, Kürtler nedeniyle seçimin kaybedildiği de yanlış bir çıkarım. İki tur arasındaki milliyetçi savrulmaya karşın ilk turda Kılıçdaroğlu’na oy vermiş, ikinci turda sandığa gitmeyen seçmen sayısı çok yüksek değil ve farkı azaltacak boyutta değil. İlk turda Oğan’a oy vermiş Kürt seçmen de zaten çok az olduğundan, diğer yerlere oranla Kılıçdaroğlu oylarının artmamış olması da normal bir sonuç.  

Sorunuza dönecek olursam, aynı ana muhalefet gibi Kürt siyasetinin de siyaset yapmaya geri dönmesi ve sahibi olduğu konuda topluma yeni önermelerle gelmesi gerekiyor. Kısacası toplumun iktidardan ve ana muhalefetten değişim ve yenilenme beklentisi HDP için de geçerli görünüyor.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

MESUT YEĞEN

MESUT YEĞEN

Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Kürt Tarihi dergisinin editörlüğünü yapmaktadır. Milliyetçilik, Vatandaşlık ve Kürt meselesi üzerine çalışan Yeğen'in yayımlanmış kitapları: Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler, Son Kürt İsyanı, İngiliz Belgelerinde Kürdistan, Kürtler Ne İstiyor: Kürdistan'da Etnik Kimlik, Dindarlık, Sınıf ve Seçimler (Uğraş Ulaş Tol ve Mehmet Ali Çalışkan'la birlikte).

FUAT KEYMAN

FUAT KEYMAN

Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve öğretim üyesidir. Aynı zamanda İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) direktörü ve Türkiye Bilim akademisi üyesidir. Çok sayıda uluslararası düşünce kuruluşunun ve akademik derginin danışma kurulunda bulunan ve 2013 yılında başlayan Çözüm Süreci’nde Akil İnsanlar Komisyonu üyesi olarak da görev yapan Keyman; demokratikleşme, küreselleşme, uluslararası ilişkiler, sivil toplum ve Türkiye’de devlet-toplum ilişkileri üzerine çalışmalar yürütmektedir. Yurt dışı ve içinde yayımlanmış çok sayıda makaleye imza atan Keyman’ın, Hegemony Through Transformation: Foreign Policy, Identity, and Democracy in Turkey (Dönüşüm Yoluyla Hegemonya: Türkiye’de Dış Politika, Kimlik ve Demokrasi), Symbiotic Antagonisms: Competing Nationalisms in Turkey (İç içe Çatışmalar: Türkiye’de Milliyetçilik) isimli kitapları da bulunmaktadır.

SEDA DEMİRALP

SEDA DEMİRALP

1978’de İstanbul’da doğdu. 1996’da İstanbul Lisesi’nden, 2001 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. 2008 yılında Wasington DC’deki American University’de karşılaştırmalı siyaset alanında doktorasını tamamladı. 2009 yılından beri Işık Üniversitesi’nde siyaset bilimi alanında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Çalışmaları demokratikleşme, devlet-iş dünyası ilişkileri ve toplumsal cinsiyet alanlarında yoğunlaşmaktadır. Comparative Politics, Third World Quarterly, Middle East Journal, Middle Eastern Studies, South European Politicis and Society, New Perspectives on Turkey, Turkish Studies, Arab Studies Quarterly gibi pek çok bilimsel dergide çalışmaları yayınlanmıştır.

ULAŞ TOL

ULAŞ TOL

Ortadoğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümünden lisans (1998), Ankara Üniversitesi Siyaset Biliminden yüksek lisans (2001) ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset Biliminden doktora (2009) derecelerini aldı. 20 yılı aşkın bir süredir akademi dışında araştırmacı olarak çalışıyor. Ulaş Tol, kurucularından olduğu Yaşama Dair Vakıf, ADHOC Araştırma ve Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi’nde pek çok sivil toplum, tüketici davranışı ve seçmen davranışı araştırmasında yer almıştır.

İLGİLİ YAZILAR

kimlik siyasetinin üstünlüğü

2023 SEÇİMLERİ

2023 Genel Seçimlerinin sonuçları göstermektedir ki demokrasi savunması ve ekonomik tablodan ziyade kimlik siyaseti söylemi daha ağır basmış, hatta ülkenin içinde bulunduğu ve giderek kötüleşen sosyo-ekonomik şartlar karşısında seçmeni hipnotize etmiştir.

kimlik siyasetinin üstünlüğü

Türkiye’de siyasetin gündemini uzun zamandır meşgul eden ve merakla beklenen 14 Mayıs 2023 seçimlerinin birinci turunda 13’üncü Cumhurbaşkanının adı belirlenemese de siyasi partilerin parlamento içerisindeki dağılımı belirlenmiştir. Buna göre parlamentodaki çoğunluk avantajını Cumhur İttifakı yakalarken; Millet İttifakı, Türkiye genelinde beklenilen oy potansiyelini yakalayamamıştır. 28 Mayıs 2023 tarihinde gerçekleştirilen ikinci turdaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı seçilmesi, muhalefet adına tam bir yıkım oluşturmuştur. Nihayetinde 2023 seçimleri, iktidar kanadı ve Cumhur İttifakı’nın hem Meclis çoğunluğu hem de Cumhurbaşkanlığı zaferiyle sonuçlanmıştır.

 

2023 seçimlerinin sonuçları, çeşitli faktörlerin bir araya gelerek doğurduğu neticeleri itibarıyla ilginç parametreleri de beraberinde getirmiştir. Ancak en son söylenecek sözü başta söylemek gerekirse 2023 seçimlerinin “en büyük kaybedeni”, seçim sonuçlarını tahmin etmek hususunda ciddi bir yanılgıya düşen anket şirketlerinin çoğunluğu olmuştur. Zira seçimler öncesinde pek çok anket firması, seçimlerin -üstelik birinci turda- Kemal Kılıçdaroğlu’nun lehine biteceğini işaret ederken resmî sonuçlarla aralarında oluşan dağlar kadar fark, anket firmalarının güvenirliğini zedelemiştir. 

 

Kimlik Siyaseti, Dezenformasyon ve Karalama

 

Seçim sonuçlarının, anket firmalarının öngörüsü ve kamuoyunun genel kanısının aksine bir tablo resmetmesinin çeşitli siyasal ve sosyal etkenleri bulunurken, 2023 seçimlerinin Cumhur İttifakı lehine sonuçlanmasını sağlayan bu etkenlerin en önemli momentlerinden birisini; Türk siyasetinde uzun soluklu bir patolojiyi temsil eden kimlik siyaseti ve onun doğurduğu kontrast bir aktivite olan dezenformasyon ve karalama politikası oluşturmuştur. 

 

Etnisite ve din temelli hareketler, kendi inançları çerçevesinde bir siyasi ve sosyal düzen tahayyülüyle kendi ideolojilerini savunarak mevcut sisteme karşı alternatif bir zemin arayışını desteklemektedir. Kimlikler üzerinden yükselen siyaset yapma biçimi; etnisite, din, cinsiyet ve yaşam tarzı özelinde Türkiye sosyo-politiğindeki en büyük sorunlardan birini oluşturmuştur.

 

Cumhur İttifakı’nın 2023 seçimlerinde başvurduğu retoriğin başında milliyetçilik ve mezhepçiliğe dayalı bir kimlik siyaseti gelmiştir. Kendisini “milli ve yerli” addeden Cumhur İttifakı, Millet İttifakı’nı gayri millî olmakla itham eden bir söylem zemini geliştirmiştir. Türk sağının karakteristik özelliklerinden birini yansıtan bu söylemler, esasında siyaset üretilirken muhalefete karşı yöneltilen ithamların özeti mahiyetindedir. Türk siyasal hayatında Türk sağı ittifaklarının ilk bileşenini teşkil eden Vatan Cephesi’nin, dönemin muhalefetine yönelttiği “Ehl-i Salip Cephesi” (Haçlılar Cephesi) tarzındaki söylemler, günümüzde de Millet İttifakı için iktidar tarafından kullanılan “Zillet İttifakı” ithamlarıyla aynı tutumla varlığını devam ettirdiğini göstermektedir.

 

Genel itibarıyla kendisini “yerli ve millî” şeklinde konumlandıran Türk sağı ittifakları, bir taraftan ABD ve Avrupa ile siyasi ve ticari ilişkiler geliştirerek uyum anlaşmaları imzalarken, bir taraftan da karşısında bulunan muhalefet cephesine karşı “dış güçler” ile iş birliği yapmak suçlamasında bulunmaktadır. Bir taraftan demokrasiyi savunarak geçmiş dönemlerdeki anti-demokratik uygulamaları eleştiren Türk sağı ittifakları, bir yandan da demokrasinin olmazsa olmazı olan muhalefeti, kendi iktidarının tehlikesi gerçeğini perdeleyerek “devletin bekası” için bir tehdit olarak göstermektedir. 

 

Türk sağı ittifaklarında en çok görülen retoriklerden birisi de ekonomik alanda yaşanan sıkıntılar karşısında yürütülen yanlış ekonomi politikalarını kabul etmek ya da düzeltmek yerine, ekonominin dışarıdan bir saldırıya uğradığı ve dolayısıyla geçmişe atıfla bir “Ekonomik Kurtuluş Savaşı” içerisinde olunduğu söylemi olmuştur. Bozulan ekonomik denge ve yükselen enflasyonun sorumluluğunu üstlenmekten kaçınan bu anlayış, “dış güçleri” mevcut tablonun müsebbibi olarak belirlerken, ekonomi politikalarını eleştirenleri de dış güçlerin “maşası” olmakla suçlamaktadır.

 

2023 Genel Seçimlerinin sonuçları göstermektedir ki demokrasi savunması ve ekonomik tablodan ziyade kimlik siyaseti söylemi daha ağır basmış, hatta ülkenin içinde bulunduğu ve giderek kötüleşen sosyo-ekonomik şartlar karşısında seçmeni hipnotize etmiştir. Muhafazakârlar, Türk Milliyetçileri, Atatürkçüler/Sekülerler, Kürtler, Sünniler, Aleviler gibi farklı kesimlerden oluşan Türkiye toplumu üzerinde bilinçli bir şekilde yükseltilen kimlik siyaseti, seçmen nazarında baskın bir algı yaratırken, seçimlerin ikinci turundaki ittifakların genişlemesi sürecinde; Türk milliyetçileri ve Kürt seçmenin yan yana gelmesini dahi “imkânsız” bir tabloymuşçasına resmetmiştir. Halbuki demokrasi ve özgürlükler savunusuyla tek adam rejimine karşı ilkelerin buluşması ve amacın birliği kadar doğal bir süreç olmadığı gibi, mevcut konjonktürde bu uğurda mücadele vermek Türkiye demokrasisinin geleceği adına önemli bir vazifeyi temsil etmektedir. 

 

2023 seçimleri boyunca pompalanan kimlik siyaseti söylemi, seçmen nazarındaki tercihlerin gelecek inşasındaki düzen tahayyülünden ziyade geçmiş travmalar kaynaklı siyasi fobilerin altında sıkıştırılmasına neden olmuştur.

 

Yaratılan anksiyete durumundan doğan histeri; kararsız, kızgın, küskün ya da kopmuş seçmenin karar verme motivasyonuna set çekmiş, mevcut tabloyu yaşananlarla beraber değerlendirerek ona göre bir pay biçecek olan seçmenin kantarını bozmuştur. Bu doğrultuda seçmenin odağı, birlik ve beraberlik, çözüm ve yapıcılık minvalinden öteki ve aitlik, yıkım ve karşıtlık çizgisine kaymıştır. Tüm bunlarla birlikte kara propaganda ve dezenformasyonla yürütülen seçim kampanyası, seçmen zihnini iyiden iyiye bunaltırken güven ve güvensizlik sahaları arasında sıkışan tercihi bir duruma dönüştürülmüştür. 

 

Seçmenin zihin ve vicdanına seslenmesi gereken retorik; kimliğine, inancına, köklerine ve tabularına dokunmuştur. Zira Mercer’in de belirttiği üzere (Mercer, 1998); kimliğin yoğun biçimde siyasal söyleme baskıda bulunması, ayrışmaların derinleştiği koşulları da beraberinde getirmektedir. 

 

Kamusallığın Yok Olması

 

Siyasi sahadaki kimlik kavramının yurttaşlık kavramını kuşatması, özel alanın kamusal alanı işgal etmesine zemin yaratırken, kamusallığın yok olması ise nihayetinde tek tip bir totalitarizmin inşasına temel atmaktadır. Sadece kimliğe sarılmak yalnızlıktan başka bir şey getirmediği gibi, kimlik ve totalitarizm arasında yalnızlıktan kaynaklı simbiyotik bir bağ bulunmaktadır. Zira kimlikler üzerinden yükselen vurgular, ayrışımı beslemektedir. 

 

Unutulmamalıdır ki sahip olunan kimliklerin geneli üzerinde öznel tercihlerde bulunulmamaktadır. Kimliklerin en baskın özelliklerinden biri de varlığa karşı dışsal bir mahiyet taşımasıdır. Dolayısıyla öznenin nesnellik karşısındaki çaresizliğini temsil etmektedir. Çoğunlukla din, mutlak bir unsurla ise etnisite ve aile kökenleri üzerinde bir tercih yapma şansı mevcut değildir. 

 

Kimlik, farklılığın sembolüdür. Esasında ne olunduğundan ziyade ne olunmadığını tanımlamaktadır. 2023 seçim sonuçlarındaki ikiye bölünmüş bir Türkiye göstergesiyle bugün gelinen nokta, politik kutuplaşmanın zirve yaptığı ve her zamankinden daha çok demokrasiye ihtiyaç duyan Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı en büyük sosyo-politik tehdidin; ayrıştırıcı ve cinsiyetçi temeller üzerine kurulu kimlik siyaseti tehlikesi olduğunu göstermiştir. 

 

2023 seçim sonuçlarının en önemli çıkarımlarından birisi de bundan sonraki süreç için muhalefet adına esmesi kaçınılmaz olan değişim rüzgârları olmuştur. Muhalefetin 2023 seçim sonuçlarından çıkaracağı dersler, 2024 yerel seçim sonuçlarını şekillendireceği gibi Türkiye’nin geleceği adına da belirleyici etkiye sahip olacaktır. 2023 seçim sonuçları göstermiştir ki kimin kazandığından ziyade kimin ve neden kaybettiğine bakılarak seçim sonuçlarının siyasi ve sosyolojik derinliklerine inilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla muhalefetin ezber bozan bir değişime ihtiyaç duyduğu aşikârdır.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Murat Çemrek

2023 SEÇİMLERİ

Rüzgârın bilhassa içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz ve depremin sosyal sarsıntılarıyla muhalefetten yana olduğunun düşünüldüğü bir zeminde, özellikle deprem bölgesinde muhalefetin beklediği oyu alamaması yoğun bir özeleştiri yağmurunu kaçınılmaz kılıyor.

“Eşek çamura batınca, yol gösteren çok olur” atasözü adeta toplumsal dayanışmayı perçinlemek için geliştirilmiştir. Çünkü dayanışma, insanın toplum olarak yaşamasının motivasyonu olduğu gibi toplumsal yaşamın da vazgeçilmezidir. İnsanlar, dayanışmak için, kendilerinde fazla buldukları soyut ve somut eşyayı ihtiyaç sahibi olduklarına inandıkları hemcinslerine daha onlar istemeden teklifsiz sunarlar. Bu tekinsiz teklifsizlik ise en çok akıl ve tavsiye vermek konusunda belirir. Asıl cömertler ise kendilerinde olmayanı veya kıt kanaat yeteni dahi vermeye gayret edenlerdir. Şu nezakete, şu zarafete bakar mısınız lütfen? 

 

Türkiye’de alfabetik sırayla cinsellik, din, futbol ve siyaset konuları, maşallah paçalardan akan mebzul miktardaki ham veri, enformasyon ve işlenmiş bilgi sayesinde ülkedeki herkesin ortak uzmanlık alanlarıdır. Bu konularda bırakın akademik bilgiyi, veri olmasa bile kanaat sahibi olunabildiği için hiç sorun olmaz. Zira bu konulara birer sanat olarak da yaklaşıldığı için herkesin beğenisini ya da beğenmeyişini belirtmesi analarının ak sütü kadar helaldir; lakin beğenme/me/k ile bilgi aynıymış gibi kabul görmekte ya da en fazla bir madalyonun iki yüzü gibi anlaşılmaktadır. Ülkemizde yoga eğitmenlerine, yaşam koçlarına, astroloji uzmanlarına ve estetik cerrahlarına ihtiyaç her geçen gün çığ gibi büyürken, bu konularda kendi kendine yetebilen yegâne ülke olmamızı geçtim, iş ihracata dökülse dış ticaret fazlası vermekle kalmayıp cari açık sorununu net hata ve noksan olmaksızın tarihe gömeceğimiz gün gibi aşikârdır. Böylece Bor’un pazarı da kendisinden bu minvaldeki beklentileri karşılamadığından, çamurdan çıkardığımız eşeği başka pazarlara sürelim. 

 

Eleştirel aklın pek gelişmemesinden mi nedir, ülkemizde eleştiri -hangi konuda olursa olsun- baştan negatif olarak yaftalandığından küçümsenir ve ekseriyetle eleştiri sahiplerine “O zaman daha iyisini siz yapın da görelim” diye yüksek oktavlı çemkirmek bir ata sporudur. Sorsanız hepimiz eleştiriye, özellikle de pozitif eleştiriye gönül kapılarımız gibi açığızdır; hatta kucaklarız bile eleştiriyi, öyle benimseriz, ama teoride. Halbuki teorik ve pratik bilgi, eşyanın tabiatı gereği aynı düzlemde bile olsa yekdiğerinden farklıdır. Teorik ve pratik bilgi aynı olsaydı dünyanın en zenginleri, üniversitelerin finans hocaları olurdu herhalde -ki hakikatte de potansiyel olarak öyledir ama ilim aşkı daha ağır bastığından bilgilerini nakde tahvil etmekten özenle kaçınmaktadırlar. Türk siyasi tarihinden de şu örnekler verilebilir: Deniz Baykal siyaset bilimi doktorasına rağmen başbakan olamamışken, Tansu Çiller çok hızlı başbakan olan bir ekonomi profesörü olmasına rağmen başbakanlığı döneminde aldığı 5 Nisan 1994 Kararları ile Cumhuriyet tarihinin en sarsıcı iktisadi krizlerinden birisine yol açmıştır. İşin özü, kamuya açık her bilgi ve eylem eşyanın tabiatı gereği eşzamanlı eleştiriye de açılmış demektir; velev ki bazılarınca kutsal veya tabu olarak kabul edilsin, çünkü Namık Kemal’in buyurduğu gibi “Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar”. Siyaset gibi -en azından teorik olarak doğrudan kamuya hizmet gayesiyle yapılan sa’y vü amel ve failleri siyasetçiler- hazerde ve seferde hem iktidarda hem muhalefette eleştiriden müstağni kalamaz.

 

Eleştiri ve Özeleştiri

 

Hâl böyle olunca, genelde muhalefetin özelde ise Millet İttifakı’nın önce 14 Mayıs’ta parlamento çoğunluğunu yakalayamamasının getirdiği ıstırabın, 28 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığının elde edilememesiyle büyük bir hüzne hatta öfkeye dönüştüğü ortada. Lakin öğrencilik yıllarımdan kulağımda kalan slogan gibi, gözlemlediğim “yılgınlık yok direniş var” oldu. Çünkü dışarıdan gazel okuyan eleştiriler kadar içeriden sipere yatmış özeleştirilerin envaiçeşidi seçim sonuçlarının büyük ölçüde kesinleşmesiyle hızla piyasaya sürüldü. Örneğin, yenilgiyi “oylarımız çalındı” retoriğine girmeden kabul etmekle beraber adil olmayan bir yarışta “yenildik ama ezilmedik” şeklinde kararlı bir duruşun fazlasıyla içselleştirildiğini gözlemliyorum. Ekrem İmamoğlu’nun seçimden hemen sonraki gün, İstanbul’un Fethi 570’inci yıl törenlerindeki konuşmasını da bu çerçevede değerlendiriyorum. Yine de rüzgârın bilhassa içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz ve depremin sosyal sarsıntılarıyla muhalefetten yana olduğunun düşünüldüğü bir zeminde, özellikle deprem bölgesinde muhalefetin beklediği oyu alamaması yoğun bir özeleştiri yağmurunu kaçınılmaz kılıyor. Bu çerçevede iktidar ittifakı seçmenine “koyun”, “bidon kafalı” ve “göbeğini kaşıyan” gibi galiz hakaretleri zaten bir analiz olarak kabul etmek, en hafif ifadeyle analiz kavramını tahrif etmek olur. Her başarısızlık sonrasında müsebbiplerinin istifasını istemek elbette sıradandır. Haliyle bazıları için “kendi adaylığını dayatan” Kılıçdaroğlu’nun istifasını gümüş tepside görmek isteyen bir kitle de, ele geçirdiği bu fırsatı hemen aktive etmek peşinde. 2018’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olup yüzde 7,29 oy alan ve başında olduğu İYİ Parti’nin de aynı günkü genel seçimlerde yüzde 9,96 oy ile 43 milletvekili çıkarması sonrasında istifa eden Merak Akşener’in rica minnet partiye döndürülmesi gibi bir gelişmenin, CHP’de Kılıçdaroğlu’nun olası bir istifası sonrası yaşanmayacağını da kimse garanti edemez. 

 

Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı seçilemediğine göre evvel emirde ve nihai kertede başarısız olmuştur. Lakin aynı Kılıçdaroğlu bir seri katil soğukkanlılığıyla ve bir kuyumcu sabrıyla kanaviçe değil iğne oyası işler gibi Millet İttifakı altında, kendileri bir blok olarak bile seçime gitmeyi başaramayan alfabetik sırayla DEVA, Gelecek ve Saadet partilerini ittifak çatısı altında bir araya getirebilmiştir. Kılıçdaroğlu’nun, CHP listesinden bu partilere 40 milletvekilliği sağlaması, bol keseden dağıtmakla suçlanmayı da beraberinde getirmiştir. Bundan sonrasında Millet İttifakı, örneğin Hüseyin Baş’ın genel başkanı olduğu BTP’nin de eklemlenmesiyle genişleyerek devam etse bile, bir sonraki seçimde ittifak altında her partinin kendi listesiyle seçime gitmesi isteneceğini düşünüyorum. Öte yandan Millet İttifakı’nın dağılması da olasıdır ve CHP’de daha sol tandanslı bir ekibin başa gelmesi veya yönetimde ağırlık kazanmasıyla sol partilerle geniş bir ittifak altında birleşilmesi de gündeme gelebilir. Zira Kılıçdaroğlu’nun istifasını isteyenlerin hatırı sayılır bir bölümünde, hem Millet İttifakı’ndaki partilerin ideolojik kökenleri itibarıyla hem de İYİ Parti haricindekilerin cesametleri nedeniyle kazandıkları milletvekili sayısından hareketle faydadan çok zarar getirdiklerine dair anlayış giderek yaygınlaşmaktadır. Buna bir de solun varlığını sağdan devşirilenler olmadan ortaya koyma retoriğine sarılanları da eklemek gerekir. 

 

Yine Kılıçdaroğlu seçim döneminde mütevazı mutfağından çektiği videoların birinde Alevi olduğunu dile getirse ve bu malumun ilanı olsa da, iktidara göre “sırrı faş eylemek” ile neredeyse “düşkün” ilan edildi. Halbuki Kurtlar Vadisi’nin unutulmaz repliğiyle “iki kişinin bildiği sır değildir.” Kılıçdaroğlu, Cumhur İttifakı’nın kimlik baskın seçim propagandasına yine kimlik bazlı bir cevap verdiği gibi kendisine karşı kullanılan bir söylemi önleyici taktikle savuşturabilmiştir, zira sonrasında seçim sonuna kadar aleyhine kullanılma fırsatı berhava olmuştur. Bu anlamda Kılıçdaroğlu tabu bir meseleyi gündeme getirerek devrimci bir çizgi izlemiştir ama iktidarla taçlanmayan bu hamle de eleştiri oklarının nişangâhı olacaktır. Bütün bu eleştirilerin içinde en köklü olanı ise “Demedim mi? Deme-deme-dim mi? Gönül sana (aday olma) söylemedim mi? Ah” diye iç çeken gruptur. Lakin onların gönlündeki aday Ekrem İmamoğlu’nun, hakkındaki davanın adaylığını ilan etmesi durumunda hapis cezasıyla sonuçlanma ihtimali nedeniyle Kılıçdaroğlu’nun adaylığını adeta icbar ettiğini de unutmamak lazımdır. Mansur Yavaş’a gelince, Zafer Partisi’nin kendisini aday göstereceğini açıklamasına rağmen Gordion’un düğümünü baştan keserek genel başkanına cumhurbaşkanı adayı olması durumunda şeksiz şüphesiz destek vereceğini oldukça erken ilan ettiğini hatırlamak isabetli olur. Her ikisi de Meral Akşener’i terk ettiği masaya döndürmek için cumhurbaşkanı yardımcılığına rıza gösterdiler kanaatimce, daha fazlası değil.

 

Ehem ve Mühim Meselesi

 

Demokrasi nihai kertede nümerik bir oyundur, hangi seçim sistemini uygularsanız uygulayın sistemin niteliğinin kabul ettiği nicelik, seçimin galibini belirleyecektir. Siyaset günün sonunda ehem ve mühim meselesidir ve bizatihi neyin ehem neyin de mühim olacağına karar vermek siyasetin çekirdeğidir. Bulunduğumuz konumlar bakışımızı ve bakış açımızı da belirler. Bu, coğrafi konum olabileceği gibi sınıfsal konumumuz da olabilir. Homo Economicus olanlar için nasıl ki ekonomi hayatlarındaki sadece yerel ve/ya genel seçimlerdeki tercihlerini değil tüm kararlarını belirliyorsa, diğerleri de hayatlarında neyi ehem olarak önceliyorlarsa o yönde ilerleyeceklerdir. Kaldı ki bu, ‘önce can sonra canan’ şeklinde oldukça iç tutarlılığa sahip bir rasyonel tercihtir. Bu can, geride bıraktığımız seçimlerde vatan, beka veya askeri mühimmat olarak seçmenin tercihine sunulduğu gibi ekonomik kriz en fazla geçici bir sıkıntı olarak resmedilmiş ve öncekilerin daha fazla alıcısı çıktığından seçimi muhalefet kaybetmiştir. Bu çerçevede sunumun içeriği ve tarzı eleştiriye muhataptır, lakin haliyle kendisine sunulan seçmen eleştirinin konusu yapılamaz. 

 

Sonuç olarak, Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki ‘yorgan gitti kavga bittiyse’ de seçimlerin gitmesiyle asıl kavga şimdi başlıyor; genelde muhalefette özelde ise İYİ Parti’de, hassaten CHP’de. Yine de seçim kaybedildiği için kararsa da günler, muhalefet için kara gün kararıp kalmaz ve “Yiğit düştüğü yerden kalkar” ilkesi gereği en azından yiğitliğe halel getirmemek için ayağa kalkmak gerekir. Sadece kalkmak da yetmez, Mevlana’nın dediği gibi “Dünle gitti cancağızım/ Ne kadar söz varsa düne ait/ Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

İLGİLİ YAZILAR

Odadaki File Karşı Geçici Görüş Birliği

2023 SEÇİMLERİ

“Endişeli muhafazakârların” bir kısmında “konforlu bir muhaliflik” olduğunu söyleyebiliriz. Hâlihazırdaki yönetişime dair eleştirel bir dil kullansalar da, “endişeli muhafazakârlar” etrafında kurulan kurumsal ve siyasi hareketleri “iyi niyetli” bulmalarına rağmen “kazanımları kaybetmemek”, “CHP’nin açılımını samimi bulmamak” ve “Erdoğan’ın şahsına duyulan itimatla” siyaseten konforlu bir alana çekiliyor ve AK Parti lehine tercihte bulunuyorlar.

Seçimlerden önce verdiğim bir mülakatta, muhalefet cephesinde sanılanın aksine, mütedeyyin kadınların Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) genel başkanı ve Millet İttifakı cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çağrısıyla “ikna” olmadığını söyledim. Mütedeyyin pek çok kadından “CHP’ye oy vermeye elimiz gitmiyor” minvalinde mesajlar aldım. Mülakatta, Nursemaların oy tercihi değişmedi, Nursemalar yine AK Parti’ye oy verecekler” ifadesini kullandım, çünkü seçim sürecinde ve sonrasında kartopu örneklemesiyle farklı kesimlerden tesettürlü kadınlarla (ve dindar erkeklerle) görüştüm, ortak endişeleri bende bu izlenimi uyandırdı. 

 

Peki neden böyle oldu? Başörtüsü ekseninde gerçekleşen bir güvensizlik bunun tek nedeni mi? Kısa fakat öz cevap şu ki: Keşke mütedeyyin kadınların sandık tercihlerini sadece başörtüsü endişesi belirleseydi. Bu denkleme mütedeyyin erkekleri ve böylece son yıllarda sıkça dile getirilen “endişeli muhafazakârları” da ekleyebiliriz. Elbette hayatında İslami hassasiyetler ön plana çıkan insanlar sandığa belli başlı siyasi bagajlarla gidiyorlar ve “geçişken değişiklikler yapmak noktasında daha tutucu bir tavra sahipler”. Fakat asıl yol ayrımının bunun ötesinde olduğunu söyleyebiliriz. 

 

Öncelikle bahsi geçen Nursemaları netleştirelim. Kızılcık Şerbeti isimli bir popüler kültür dizisinde yer alan başörtülü, eğitimli, varlıklı ve muhafazakâr bir kadının dönüşümü üzerinden bir fenomen oluştu ve başörtülünün öteki ile ilişkisi tartışıldı. Nursema, yüksek gelir grubundan, ötekiyle minimum ilişki kurmuş bir kadını temsil ediyor. Bir televizyon programı karakteri olarak, toplumdaki yansımasının kısıtlı olması bir sürpriz değil, fakat üzerinden yapılan genellemeler bu karakteri adeta bir sosyal olgu haline getirdi.

 

Bu yazının Nursemaları ise hem kadınlardan hem erkeklerden oluşan, geneli eğitimli, orta-orta üstü gelir grubuna mensup, dindar ve bir ölçüde milliyetçi insanlar. Sadece kadınları merkeze almamak, başörtüsü ve yaşam tarzı kaygısının mütedeyyin erkekler nezdindeki önemini de görmemizi sağlar diye umuyorum. Kartopu örneklemesi kullandığım ve isimleri paylaşmadığım için görüştüğüm herkesin en içten ve dürüst tepkilerini aldığımı düşünüyorum. 

 

Yaşam Tarzı

 

Yaşam tarzını ilk soru olarak ele aldığımızda katılımcılar, CHP’nin Kılıçdaroğlu nezdinde başlattığı reform sürecini “geçici” ve “tabana yayılmamış” olarak tanımlıyorlar. Yıllarca Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a söylenen, “Reis iyi ama çevresi kötü” ifadelerinin, Kılıçdaroğlu için kullanılan hali, “O bir değişim istiyor olabilir ama benim CHP’li arkadaşlarım hâlâ hayat tarzımı anlamıyor, Canan Kaftancıoğlu’nun İslam’la ilgili tweetlerini duymadınız mı?” şeklinde tezahür ediyor. Kılıçdaroğlu’nun “partisini değiştiremediğini” söyleyen bir seçmen, eğer cumhurbaşkanı seçilirse, “Erdoğan’ın hâlihazırdaki gücünü bir CHP’linin elde edip, dindar insanları zor durumda bırakmasından” korktuğunu söylüyor. Bir kadın katılımcı, CHP’nin seçim süresinde özellikle sosyal medya kampanyasında “sarı saçlı, modern giyimli CHP adaylarının yahut eşlerinin Cumhuriyet kadını olarak lanse edilmesinden rahatsızlık duyduğunu, bu tanımlamayı kendi dış görüşüne tehdit olarak algıladığını” söylüyor. 

 

Özellikle konuşmamız Kılıçdaroğlu’nun seccadeye basması üzerine bir noktaya geldiğindeyse katılımcıların ortak noktası: “Bilerek yapmamıştır, tavırları samimi ama demek ki seccadeyi fark edemeyecek kadar bize uzak” oldu. 

 

Yaşam tarzı teması sorularına verilen cevaplarda gördüğüm nokta, seçmenlerin toplumsal meselelerin birey-odaklı hallerinin önce siyasal zemine taşınıp sonra da güvenlikleştirilmesiyle daha çok tehdit algısı hissetmeleri. Diğer bir deyişle, “sosyal ve dini tercihlerinin siyasilerin odak noktası olmasından rahatsız olduklarını” ama “CHP’nin açılımını ikna edici bulmadıklarını” söylüyorlar. Bu ifadeler, yıllar içinde gelişen siyasi süreçte şahsi tercihleri toplumsal bir alandan güvenlik alanına taşındığı için yeterince zorluk çektiğini düşünen seçmenlerin, tehdit algılarından sıyrılıp yeni aktörlerle güven inşa etmelerinin zaman alacağını gösteriyor. 

 

Tepki Oyları

 

Peki Nursemalar yalnızca yaşam tarzı odaklı bir siyasi tercih mi yapıyor? Elbette hayır. En göze çarpan ve bugünlerde sıkça konuşulan unsur, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim çalışmasını Ayasofya Camii’nde, Kılıçdaroğlu’nun Anıtkabir’de sonlandırması olsa da merkez sağ seçmeninin tercihini belirleyen başka unsular da var. “Ülkedeki ekonomik durumun iyiye gitmemesi” ve “yaşam standartlarının düşmesi”, seçim tercihini AK Parti’den yana kullanan seçmenlerin de temel kaygıları arasında. Konuştuğum seçmenlerin genelinde bir “tepki oyu” söylemine denk geldim. Tepki oylarının ilki, CHP listesinden DEVA, Gelecek ve Saadet partilerinin vekil çıkarmasını sağlayan “endişeli muhafazakârların” oylarıydı. Bulundukları illerde eğer CHP kendi listesine bu partilerden adaylar koyduysa “AK Parti’nin onaylamadıkları tutumları nedeniyle” Millet İttifakı’na oy verdiklerini söylediler. Fakat bu söylemi benimle paylaşan seçmenlerin bir kısmı, cumhurbaşkanlığı adaylığı için Kılıçdaroğlu’nu yeterince “başarılı” ve “o makamı taşıyabilecek” bir aday olarak görmediklerinden “Her şeye rağmen Reis’e oy verdik” ifadesini kullandılar. 

 

Millet İttifakı’na kayan tepki oylarının bir diğer kısmı ise, “cumhurbaşkanlığı için de Kılıçdaroğlu’nu tercih ettiklerini” söylerken, “aslında Millet İttifakı’nın adayını tam anlamıyla desteklemediklerini” ama “çoğulcu bir siyasi ortam için” oy verdiklerini belirttiler. Burada seçmenlerin genelinde cumhurbaşkanlığı adayları arasında “başarılı geçmişten pay biçme” minvalinde bir tutum olduğunu gözlemledim. Konuştuğum seçmenler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem dış politikada hem de iç politikada tutumlarını eleştirseler de onun, “uluslararası arenada ülkemizi temsil etmek için tecrübeli” olduğu düşündüklerini söylediler. Kılıçdaroğlu’nu ise “parti içi çekişmeler” ve “yeni başlattığı daha reformist duruşuyla” anmakla beraber, “uluslararası bir imajda görmediklerini” belirttiler. 

 

Tepki oylarının bir diğer ayağı, AK Parti’ye milliyetçi söylemleri ve son zamanlarda artan milli yatırımları nedeniyle oy veren, kendini “eski MHP seçmeni” olarak tanımlayan katılımcılardan geldi. Bu grupta, mülteci politikasının ve ekonomik durumun ön plana çıktığını ve seçmenlerin CHP’nin HDP tarafından desteklenmesi nedeniyle AK Parti eleştirisi yapmalarına rağmen cumhurbaşkanlığında Erdoğan’a oy verirken, Meclis’te MHP’yi tercih ettiklerini not ettim. Benzer bir reaksiyonla, Yeniden Refah Partisi’ne oy veren bir seçmen, kendisini “AK Parti’ye tepkili fakat Kılıçdaroğlu’nu da cumhurbaşkanı olarak görmek istemeyen” biri olarak tanımladı. Tepki oyu verdiklerini belirten katılımcılar öylesine farklı tercih kombinasyonları paylaştılar ki, siyasetin yüksek tansiyonunun insanları pek çok vesile ile yorduğunu, fakat bir katılımcının deyimiyle, “alternatifsizlik içinde alternatif” aradıklarını gördüm. 

 

Değişen seçim sisteminin seçmenlerde eğitim durumları fark etmeksizin bir kafa karışıklığı doğurduğu da bir gerçek. Örneğin, Yeniden Refah ve MHP’ye oy vermenin Meclis’te yine AK Parti etrafındaki Cumhur İttifakı’nı destekleyeceğini söylediğimde katılımcı, “Yine de tepkim anlaşılır, ben altı oka mühür basamam ama AK Parti de buralara uğramıyor” ifadesini kullandı. Benzer bir şekilde, CHP listesinden Meclis’e girmesi için DEVA Partisi’nin adayını destekleyen bir seçmen, oy verdiği adayın Meclis’te de CHP vekili olacağını sanıyordu. Yani aynı listede giren partilerin Meclis’te ayrılacağı anlaşılmamıştı. 

 

Milliyetçilik, Terör ve Mülteciler

 

Seçimlerin ilk turuna damgasını vuran “artan milliyetçilik” iddiası sayısal olarak pek çok analiz ile eritilmiş olsa da tepki oyunu Cumhur İttifakı’nın diğer bileşenlerinden yana kullanıp, cumhurbaşkanlığında da Erdoğan’ı destekleyen ve kendini mütedeyyin olarak tanımlayan bir katılımcı, “tercih nedeninin terör politikası” olduğunu söyledi. HDP’nin yakinen Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi, bazı kesimlerde Milet İttifakı adayının bir HDP adayı olduğu imajını uyandırdı ve Kılıçdaroğlu’nun reformist kimlik söylemi “terörle iş birliği” şeklinde algılandı. İlk turda Kürt seçmenlerin çoğunlukta olduğu illerde “Piro’ya” epeyce bir destek çıkmış olması, milliyetçi-mütedeyyin olarak kendini tanımlayan katılımcının endişelerini artırmıştı: “Kılıçdaroğlu terör konusunda esnek davranacak gibi bir imaj seziyorum.” Aynı katılımcıya Erdoğan’ın HÜDAPAR ile iş birliği hakkında ne düşündüğünü sordum. Cevabı aslında Kürt meselesi noktasında milliyetçi söylemleri olan ve geçmişte Hizbullah ile bağları olduğu bilinen parti yetkililerine rağmen, HÜDAPAR’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’la iş birliği yaptığı için güvenli alana girdiğini ve ne geçmişinin ne kadın hakları noktasındaki tavrının bilindiğini fark ettim:

 

“Erdoğan’ın dili sert, buna rağmen beraberlerse demek ki PKK’lı değiller, ben çok bilmiyorum o partiyi ama meselem Kürtler Meclis’e girmesin değil, PKK’lı olanlar girmesin”. 

 

Mülteci meselesi Nursemaların tercihini etkileyen son madde olarak ele alınabilir. Mütedeyyin camianın yıllardır sivil toplum kuruluşları ve yardım dernekleri üzerinden Suriyeli mültecilere kucak açtığı düşünülürse, topyekûn bir gönderilme politikasının desteklenmiyor olması şaşırtıcı değil. 

 

“Türkiye’nin sorunları keşke mülteciler gidince bitse ama maalesef öyle bir durum olmayacak, biz bu insanlara yıllarca baktık şimdi niye gönderelim? Mülteciler iyi yönetilmediler ama gönderilmelerini de doğru bulmuyorum.” 

 

Genç bir mütedeyyin kadından aldığım yukarıdaki cevap, aslında ekonomik ve siyasi duruma dair endişeleri olan seçmenlerin, sorunların arkasında mültecileri aramayan bir yüzünü gösteriyor. 


Endişeli Muhafazakârlar vs. Konforlu Muhaliflik

 

Bu yazı için Mayıs başından bu yana yaptığım ikili görüşmelerde temel çıkış noktası, siyasi, sosyal ve ekonomik nedenlerle AK Parti’nin reforma gitmesini veya politika değişiklikleri yapmasını bekleyen, tepki oyu kullanıp ama “en azından birinde Erdoğan’a oy veren”, kendini mütedeyyin olarak tanımlayan insanların yorumları idi. Sayılar üzerinden anketlerde belli geçişler görüyoruz, fakat seçmenlerin şahsi yorumlarının ve tutumlarının sosyolojik dönüşümü ve büyük resmi görmemizde ayrıca etkili olduğunu düşünüyorum. 

 

Genel manada kendini mütedeyyin olarak tanımlayan seçmenlerle yaptığım görüşmelerde, seçmenlerin yaşanan krizlerin ve siyasi stratejilerin farkında olduğunu, fakat hem siyasi bagajları hem de “alternatifi yetersiz ve güvensiz” bulmaları nedeniyle merkez-sağ odaklı bir tercih yaptıklarını söyleyebiliriz. Birkaç yıldır siyaset bilimi tartışmalarında gördüğümüz “endişeli muhafazakârlar” ifadesinin kesinlikle sahada bir karşılığı var. Her ne kadar beklentinin altında kaldığı görülse de bu kesimden CHP listesinde yer alan DEVA, Gelecek ve Saadet partilerinin adaylarına destek verilmiştir. Buna ek olarak, bahsi geçen ve beklenti ile üzerlerine siyasi yatırım yapılan “endişeli muhafazakârların” daha büyük bir kısmında “konforlu bir muhaliflik” olduğunu söyleyebiliriz. Hâlihazırdaki yönetişime dair eleştirel bir dil kullansalar da, “endişeli muhafazakârlar” etrafında kurulan kurumsal ve siyasi hareketleri “iyi niyetli” bulmalarına rağmen “kazanımları kaybetmemek”, “CHP’nin açılımını samimi bulmamak” ve “Erdoğan’ın şahsına duyulan itimatla” siyaseten konforlu bir alana çekiliyor ve AK Parti lehine tercihte bulunuyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mütedeyyin camia içinde yerleşik bir isim ve hareket temsilcisi olması, mültecileri desteklemesi, yeni gelen aktörlerin hem topluma eklemlenmesini zorlaştırıyor hem de sahicilikleri sürekli eleştiriliyor. O nedenle, önümüzdeki yıllarda hangi siyasi hareket mütedeyyin seçmenlere sahici ve yapısal değişiklerle oluşturulmuş “güvenli bir alan” vaat ederse, “konforlu muhaliflik” ancak o siyasi blokta aktif bir forma evirilebilir.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

kürt siyaset raporu

2023 SEÇİMLERİ

2023 seçimleriyle ilgili net iki sonuç var: Birincisi; Kürt şehirlerinde sandığa katılım Türkiye ortalamasından hayli düşük. Dahası, 2018’e göre Türkiye’de seçime katılma oranı artarken HDP’nin güçlü olduğu illerin hemen hepsinde katılım düşmüş görünüyor. Bu da HDP’nin seçmenini sandığa yeterince motive edemediğini gösteriyor. İkincisi; HDP’nin oyu 2015’ten beri bir düşüş eğiliminde ve 2023’teki düşüş seçmende hayal kırıklığı yaratmışa benziyor.

kürt siyaset raporu

Yaklaşık üç yıldır seçim atmosferinin içinde yaşayan Türkiye toplumu nihayet sandığa gitti ve seçim, muhalefetin bütün parçaları için moral bozucu bir şaşkınlıkla neticelendi. Sonuçlar CHP’den İYİ Parti’ye, Gelecek-DEVA-Saadet partilerinden reklamcılara, araştırma şirketlerinden akademisyenlere, herkes için öğretici dersler içeriyor. Seçimlerin Cumhurbaşkanlığı ayağı ikinci tura kaldığından tartışmaların büyük kısmı 28 Mayıs’tan sonra yapılacak, ancak HDP’yi merkeze alacak bir değerlendirme için uygun zamanda olduğumuzu düşünüyorum.

 

2018’den 2023’e HDP ve İttifakın Oy Durumu

 

HDP, 2018 seçimlerinde 5.866.309 oy almış ve oy oranı yüzde 11,7 olarak kayda geçmişti. Parti, 14 Mayıs 2023 seçim sürecinde kapatılma riskiyle karşı karşıya olduğundan, seçime Yeşil Sol Parti (YSP) ismiyle katıldı. Diğer bütün bileşenlerini de YSP çatısı altında toplayan HDP, bu konuda Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile anlaşamadı ve nihayetinde Emek ve Özgürlük İttifakı iki partili bir ittifak olarak seçime girdi. Resmi olmayan sonuçlara göre HDP yüzde 8,8 ile oyların 4.803.774’ünü, TİP de yüzde 1,7 ile oyların 940.230’unu aldı. İki partinin oylarının toplamı 5.744.004. İttifakın toplam oy oranı da yüzde 10,6. Bu verilere göre ittifakın toplam oy kaybı sayı cinsinden 122.305, oransal olarak yüzde 1,1.

 

hdp ysp oyları

 

Geriye Sar: HDP’nin Kuruluşu, Yükselişi ve Gerileyişi

 

Bugün HDP ile temsil edilen anaakım Kürt siyasetinin bir direniş geleneğinden geldiği izahtan vareste olsa da HDP bir çözüm süreci partisi olarak kuruldu. 2013-15 arasında yürütülen Çözüm Süreci projeksiyonuna göre Türkiye’de silahsızlanmaya giden bir yol açılmak üzereydi, hatta açılmış sayılırdı ve Türkiye’de meseleyi omuzlayacak sivil bir aktör olarak HDP var olacaktı. HDP’nin bir hikâyesi, vadettiği bir barış ortamı ve Kürtler için de güvenli ve müreffeh bir gelecek tahayyülü vardı. Çözüm sürecinin barışçıl atmosferi, Türkiye’de Kürtlüğün devlet eliyle “meşru” bir kimlik olarak konumlandırılması, Demirtaş’ın popüler bir lider olarak yükselmesi, ilk kez barajı aşma ihtimalinin bu kadar güçlü olması gibi faktörler birleşince HDP, 7 Haziran 2015 seçimlerinde 6.057.506 kişinin oyunu alarak yüzde 13,12 ile tarihi bir başarı elde etti. Ancak o hava çok sürmedi, hükümet kurulamadı ve kendimizi bir şiddet sarmalı içinde bulduk. 1 Kasım 2015’te tekrarlanan seçimlerde HDP oyu yaklaşık 1 milyon azalarak 5.145.688’e, yani yüzde 10,76’ya geriledi.

 

7 Haziran’dan 1 Kasım’a olan düşüşü o günü yaşayan herkes anlamlandırabildi, ancak 2018 seçimlerinde HDP, Türkiye genelinde oylarını artırmasına rağmen Kürt şehirlerinin hemen hepsinde 1 Kasım 2015’in de altında kaldı. Demirtaş gibi siyasetçilerin tutuklanması, Rojava’ya yapılan askeri operasyonlar ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Bağımsızlık Referandumu’na karşı “kapılar kapatılacak, yiyecek bulamayacaklar” [1] siyaseti ve seçimlerden hemen önce başlatılan Afrin Harekâtı [2] gibi süreçlerin sonunda gidilen seçimde, Kürt nüfusun Türkiye ortalamasından daha hızlı artmasına rağmen HDP Kürt illerinde 1 Kasım 2015’in altında oy aldı. 2018’den bugüne ilk kez oy kullanacak Kürt seçmen sayısı yaklaşık 1,5 milyona tekabül ediyor ve Kürtler içinde seçmen artışı net yüzde 10’un üzerindeyken HDP’nin 2018’in de altında bir oy alması, üzerinde düşünmeyi, konuşmayı, tartışmayı fazlasıyla hak ediyor.

 

hdp ysp oyları

 

HDP’nin oy kaybını; dışsal, içsel, yapısal bir dizi faktörle açıklamak mümkün. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım. Genel ve tarihsel faktörleri üç başlık altında toplamak mümkün:

 

i. Barış Ortamının Kaybolması ve Siyasi Baskı

 

HDP’deki düşüşün en önemli sebeplerinden biri şüphesiz iktidarın bütün devlet aygıtlarıyla HDP’nin üzerinde oluşturduğu baskı. 2015’te çözüm süreci bitip çatışmalar yeniden başladığından beri HDP kesintisiz bir devlet baskısı altında. Merkezdeki yöneticilerinden yereldeki teşkilatlarına sürekli budanan bir hareketin, belediyelerine kayyımlar atanmak suretiyle kitle ile bağı da kopartılmışken oy kaybetmesi anlaşılır. Bir barış süreci partisi olarak kurulan HDP, çatışma ve baskı hali sürdükçe oy kaybediyor. Hak arama ve sokağa çıkmanın maliyeti arttıkça kitle mobilizasyonu zayıflıyor. Teşkilatlar üzerindeki baskı ve tutuklamalar özellikle taşrada ve kırsalda siyasi etkinin zayıflamasına sebep oluyor.

 

ii. Siyasi Güven Krizi ve Silahın Geç Kalmış Jübilesi

 

Türkiye’de Kürt toplumu için “Silah mı siyaset mi?” tartışması 2015 yılına kadar taraflar için anlamlı bir tartışma idi. Kürtler kazanımlarını “silahlı mücadeleye mi sivil siyasete mi borçlu?” sorusu karşısında argümanlar ve dayanakları vardı. Ancak özellikle 2015’ten sonra bu soru cevabını bulmuş ve önemini yitirmiş bir sorudur. 2015 yılında tam HDP yükselmişken başlayan çatışmalar ve üstelik çatışmaların şehir merkezlerinde, sivil hayatın içinde başlaması, PKK siyasetine yakın olanlarda da bir güven krizi yarattı. 2015’in yazında Demirtaş, hendeklerin kazılıp barikatların kurulduğu ilçelerde mitingler düzenledi. Bu mitinglerde Ankara ve Kandil’e çağrılar yapan Demirtaş, gençlere de “bedel ödenecekse siyasetçiler ödesin” telkininde bulunuyordu. [3] Ancak çatışmaların şiddetlendiği Kasım ayından sonra HDP’nin de etkisi oldukça zayıfladı. Bu durum Kürt toplumu ile PKK arasında Cuma Çiçek’in deyimiyle bir güven krizine sebep oldu ve elbette HDP de bundan nasibini aldı. Bu süreç PKK tarafından da HDP tarafından da kamusal tartışmalarda yeterince konu edilmedi. Kürt hareketinin kitlesiyle açıktan, özeleştirel bir müzakereye girişmemiş olması, krizin gölgesinin hayatımızın içinde dolaşması anlamına geliyor.

 

Geldiğimiz noktada, son 10 yıllık tecrübenin bir neticesi olarak “Silah mı siyaset mi?” sorusu cevabını bulmuş, önemini yitirmiş bir sorudur. Kürt toplumu en azından Türkiye sathında silahlı mücadele döneminin sona erdiğini düşünüyor, Türkiye’deki Kürt hak ve taleplerinin temsilcisi olarak sivil siyaseti merkeze alıyor, sivil siyasetin merkezde olmasını istiyor. Silah ya da silahlı aktörler Türkiye’deki Kürt siyasetinin gündemine müdahale ettiğinde güven krizi tetikleniyor.

 

iii. Değişen Seçmen Profili ve Siyaset Etme Biçimi

 

HDP, 7 Haziran 2015’e kadar bugünkü çekirdek HDP seçmeninin desteklediği bir partiydi. Bu seçmen demografisi ile HDP arasında öteden beri kurulmuş bir bağ vardı. Herkes birbirini kolayca anlayabiliyor, birbiriyle anlaşabiliyordu. 7 Haziran 2015’te HDP güçlü bir sıçrama yaptı ve büyük bir artış yaşadı. 1 Kasım’da önemli bir miktarı geri gitse de yeni seçmen kümesinde her üç kişiden biri yeni HDP seçmeniydi. Ancak bu seçmenin tarihsel HDP seçmeninden farklılıkları vardı. Bu yeni seçmen HDP’ye tarihsel bir direniş hikâyesi üzerinden değil, normalleşme ve umut gibi faktörler üzerinden eklemlendi. Bu seçmen kümesi için sivil siyasetteki gelişmeler öncelikli, Demirtaş gibi bir lider daha cazipti. Özetle HDP’nin seçmen kümesi 2015’ten beri öncesine kıyasla heterojen bir küme. Dolayısıyla siyasette kitlenin homojen, politik, mobilize bir kitle olduğu yaklaşımının da değişmesi gerekiyordu, gerekiyor.

 

2018’den bu yana Kürtlerle ilgili araştırmalar yapan bir araştırmacı olarak gözlemim, HDP’nin genç Kürtlerdeki dönüşümü ıskaladığı ve genel olarak Kürtlerdeki dönüşüme paralel bir siyasi dizayna gitmekte zorlandığı. Dünya değişirken kimsenin stabil kalması düşünülemez, hele dinamik bir grup olan Kürtlerin durgun su gibi değişmeden kalmaları eşyanın tabiatına aykırı. Sosyoloji ile aradaki makas farkı açıldıkça kayıp artar, başka faktörlerle birlikte HDP’den özellikle CHP’ye oy geçişi bugün makasın uçlarını kırmış görünüyor. Bu da, değerlendirilebilirse durumu anlama, muhasebe etme ve dönüşme için bir fırsat olma potansiyeli taşıyor. Söz gelimi “Türkiye’de 1,5 milyon genç Kürt ilk kez oy kullandığı halde nasıl oluyor da HDP oyu azalıyor?” sorusu çok önemli ve gençlerdeki değişimi anlamaya kapı açan bir başlangıç olabilir. Bu noktada, Kürt Çalışmaları Merkezi olarak 2020’de yürüttüğümüz Kürt Gençler raporunun yeniden önemli hale geldiğini vurgulama ihtiyacı hissediyorum.

 

 

Bu üç başlık dışında özellikle seçimlerle ilgili başka faktörleri de irdelemek gerekiyor, şöyle ki:

 

i. Karizmatik/Popüler ve Sürükleyici Lider Yoksunluğu ve Adaysızlık

 

HDP hikâyesi Selahattin Demirtaş’ın hikâyesiyle birleşerek ortaya çıktı. Demirtaş özellikle ilk Cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde Türkiye sathına açılabilmiş, popüler bir lidere dönüşmüş ve aldığı oyla seçime HDP olarak girme ihtimalini güçlendirmişti. Bu haliyle Demirtaş HDP’yi sürükleyen bir lokomotife dönüştü. O günden bu yana yaklaşık yedi yıldır hapiste olan Demirtaş kitlede popülerliğini kaybetmedi, bilakis popüler bir siyasetçiden tutsak bir lidere dönüştü. Hepsinin çabasına saygı duymakla birlikte hiçbir HDP’li siyasetçi Demirtaş’ın popülarite ve etki gücüne sahip değil. Bugün Kürt kamuoyunda hâlâ en popüler, itibarı en yüksek, sözü en fazla dinlenen siyasetçi Demirtaş. Demirtaş gibi bir aktörden yoksun olmak kitle mobilizasyonunu zorlaştıran bir etken. 2023 seçimlerinde HDP aday çıkarmayarak parti dışında konsolidasyon yaratabilecek başka kulvarı kullanmamış oldu. Desteklenen aday HDP adayı olmayınca da kitle konsolidasyonu zayıfladı. Demirtaş’ın yanında HDP’nin kendi adayıyla seçime girmemesi seçmendeki durağanlığın harekete geçememesini açıklayan faktörlerden biri. 

 

Yeri gelmişken HDP seçmeninin Kılıçdaroğlu’na yoğun desteği, özellikle de Van’daki Kılıçdaroğlu karşılaması, HDP seçmeni ile CHP arasında mesafeleri azaltmış, dolayısıyla CHP’ye geçişi kolaylaştırmış görünüyor. Bununla birlikte Kılıçdaroğlu bu ilgi sebebiyle HDP adayı gibi algılandığından hem HDP’li olmayan Kürtlerde “çözüm süreci travması” tetiklendiği için Kılıçdaroğlu’ndan uzaklaşmaya ve dolayısıyla Erdoğan’a yakınlaşmaya hem de Türkiye’nin batısındaki milliyetçilerde Oğan’a yönelen tepki oylarına sebep olmuş görünüyor. 

 

ii. CHP’ye Verilen Desteğin Siyasi Cevaza Dönüşmesi

 

CHP’nin Kürtlerle barışık siyasi söylemi 2019’da ete kemiğe bürünerek HDP desteğiyle belediyelerin kazanılmasını sağladı. HDP o dönem Kürtlerin çıkarını merkeze almak, açık müzakere talep etmek, dolayısıyla siyasetteki ağırlığını artırmak ile herhangi bir şey talep etmeden Türkiye’nin önüne demokratik dönüşüm kapılarını açma ihtimalini koymak arasında ikinci seçeneği tercih etti. Bu da HDP’yi “ayağına gidilmesi mecbur” bir aktör yerine “uzak durulması gereken bir destekçi” pozisyonuna yerleştirmiş oldu. Ancak Cumhurbaşkanlığı sürecinde yakın zamana kadar HDP’nin bu iki pozisyonu birden tuttuğunu da belirtmek gerekiyor. Neticede HDP 2019 yılında seçmenine gidip CHP’ye oy vermesini salık verdi. 

 

HDP’nin CHP’yi “oy verilebilir bir parti” olarak konumlandırması, Kürt toplumu içinde bir tür cevaza dönüştü ve CHP de pozitif ilişkisini korumaya çalışan adımlar attıkça Kürtlerle CHP arasındaki yakınlaşma pekişti. HDP’nin cevazı ve CHP’nin Kürtlerle barışık bir devlet partisi imajı çizmesi hem 2018’de HDP’ye oy verenleri hem de potansiyel HDP seçmenini CHP’ye yakınlaştırdı. Özellikle Türkiye’nin batısında stratejik oy kullanma davranışı CHP’ye oy geçişini hızlandırdı. Erdoğan’ın uzaklaşmış kararsızlarını çekme hamleleri yanında Kılıçdaroğlu’nun HDP ile eşleştirilen kampanyası Erdoğan seçmenini ona geri götürürken CHP daha çok HDP’den oy almış oldu.

 

iii. Baraj Riskinin Ortadan Kalkması ve İttifak Kurgusundaki Hata

 

HDP’nin oy kaybetmesinin birbiriyle ilişkili iki önemli gerekçesi de barajın yüzde 7’ye düşürülmesi ve TİP ile kurduğu ittifakın hüviyeti. Önceki seçimlerde son düzlükte baraj riski üzerinden seçmeni konsolide eden HDP bu seçimde o imkânı yitirdi. Bu durum HDP’ye barajı aşması için destek veren seçmenin daha rahat oy değiştirmesini mümkün kıldı. 2018 seçimlerinde Kürt illerinin neredeyse tamamında 1 Kasım 2015’in altında kalan HDP, Türkiye’nin batısındaki kentli sosyal demokratların ve CHP’li Alevi seçmenin biriktiği bölgelerde yüksek oylar aldı. Bu seçimde hem HDP’nin baraj sorununun olmaması hem de CHP genel başkanının cumhurbaşkanı adayı olması gibi faktörler, HDP’ye barajı aşması için stratejik oy verenlerin tercih değiştirmesini kolaylaştırdı. Aleviler CHP’ye, kentli sosyal demokratlar da CHP ile TİP’e gitmiş görünüyorlar.

 

TİP ile girilen ittifakın kurgusu da TİP’e kazandırırken HDP’ye kaybettirmiş görünüyor. Seçim sürecindeki TİP-HDP geriliminin gösterdiği şey, ittifakın zoraki bir ittifak olarak inşa edilmiş olmasıydı. TİP, HDP’nin baraj riski olmamasına dayanarak kendi ismiyle seçime girmek istiyor ve HDP de vekil kaybetme gibi riskler sebebiyle bunu reddediyordu. İttifak kurulmasa TİP’in baraj sorunu olacağından bugün TİP’e giden oyların önemli bir kısmı gitmeyecek, HDP’de kalacaktı. Dolayısıyla bu ittifak ya kurulmamalı ya da kurulduktan sonra gerilimlere müsaade edilmemeliydi. Bu gerilim, kentli sosyal demokratların TİP’e yönelmesi ve bu durumun da HDP oylarını parçalaması gibi netice doğurmuş görünüyor. Günün sonunda HDP, kendi baraj desteğiyle TİP’e alan açarken kendisi kaybetmiş oluyor.

 

iv. HDP’nin Hikâyesi, Aday Tercihleri ve Seçim Performansı

 

HDP bu seçime buraya kadar saydığım çok fazla dezavantajla girdi. Ancak herkesin iktidar değişikliğine kilitlendiği bir dönemde HDP’nin Meclis’te kilit rol oynayacağı da bir genel kabul halini almışken HDP bunu seçmenini kuşatan bir hikâyeye dönüştürmeyi başaramadı. Yeni dönemde iktidar kurgusunun bir parçası olacağı inancını seçmenine taşıyamadı. AK Parti bölgede HÜDA PAR ile kurduğu ittifak sayesinde mobilizasyon sağlarken ve Yeniden Refah ile HÜDA PAR gibi aktörler üzerinden bir “muhafazakârlık sözleşmesi” inşa ederek kendi oyunu yahut Cumhur İttifakı’nın sınırlarını korurken, HDP sosyolojik dönüşümü de göz ardı eden, kendinden emin bir tutum sürdürdü ancak bu tutumun saha performansına yansımadığı görülüyor.

 

chp hdp ak partinin kürt bölgesindeki oy değişimi

 

HDP gibi partilerin seçmeni için aday profili güçlü bir belirleyen değildir. Ancak aday profili seçmenin sandığa nötr mü, negatif mi yoksa pozitif bir duyguyla mı gideceğini etkileyen bir faktördür. Popüler lider yoksunluğu ve baraj riskinin olmayışı gibi durumlar karşısında yerelde sinerji yaratabilecek adaylar göstermek ve yerelde vekil sayısı için baraj havası yaratmak önemli hamleler olabilirdi. Bu strateji Diyarbakır’da dokuzuncu, Urfa’da beşinci ve Batman’da dördüncü sıra adaylarının Meclis’e gitmesini sağlayabilirdi. HDP tarafından bu seçeneğin çalıştırılmadığı anlaşılıyor.

 

Başka bir husus da şu: HDP, Yeşil Sol Parti ismiyle seçime girdi. Pusulada Sol Parti de vardı. Bazı illerde adayların anlatımına bakılırsa isim karmaşası Sol Parti’ye oy kaptırılmasına sebep olmuş görülüyor. Yine kesin sonucu bilmek zor ama konuştuğum adaylar her ilde binlerle ifade edilen sayıda pusulada hem YSP hem CHP logosuna oy verildiğini söylüyorlar. Peki HDP seçmeninin politik olduğu kabulü, okuma yazması olmayan insanlar marifetiyle bağımsız vekilleri bile Meclis’e gönderdiği şeklinde bir tecrübe varken bu nasıl oluyor? Şöyle: O metotla Diyarbakır’dan 6-7 vekili Meclis’e gönderebiliyorsunuz. Ama 9-10 vekil gönderebilmek için daha fazlası gerekiyor. Örneğin partinin logosu HDP logosuna bu kadar benzetilmeye çalışılırken ismine neden dokunulmamış, düşünmek gerekiyor.

 

 

Sonuç olarak 2023 seçimleriyle ilgili önümüzde net iki sonuç var: Birincisi; Kürt şehirlerinde sandığa katılım Türkiye ortalamasından hayli düşük. Dahası, 2018’e göre Türkiye’de seçime katılma oranı artarken HDP’nin güçlü olduğu illerin hemen hepsinde katılım düşmüş görünüyor. Bu da HDP’nin seçmenini sandığa yeterince motive edemediğini gösteriyor. İkincisi; HDP’nin oyu 2015’ten beri bir düşüş eğiliminde ve 2023’teki düşüş seçmende hayal kırıklığı yaratmışa benziyor. Bu sonuçlarda bir dizi dışsal faktörün yanında yapısal ve içsel faktörler de önemli ölçüde etkili olmuş görünüyor.

 

Mevcut seçim sonuçları HDP için de daha iyi bir Meclis siyasetine işaret etmiyor. Dolayısıyla HDP için de Cumhurbaşkanlığı seçimi hayati bir hal almış durumda. HDP’nin ikinci tura seçmenini daha fazla motive etmeye, bunun için de daha güçlü bir saha çalışmasına ihtiyacı var. HDP’nin önümüzdeki günlerde bütün gücünü bölgeye yığması ve 18-20 şehirde, kırsaldan başlayan kampanyalara yoğunlaşması daha sağlıklı sonuçlar üretebilir. 

 

Sonrası bütün bu faktörler üzerine uzun uzun düşünüp tartışmayı ve siyasetini yeniden kurmayı gerektiriyor. Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.

 

Not: Girişte de belirttiğim üzere bu yazı HDP’yi merkeze alan bir değerlendirmedir. Kürt siyasetinin sahneye çıkan diğer aktörü HÜDA PAR’ı ayrıca değerlendirmeyi umuyorum.

 

Dipnotlar:

[1]: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-41396969

[2]: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-42766283 

[3]: https://www.cnnturk.com/turkiye/demirtastan-ankara-ve-kandile-cagri

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

14 mayıs seçim analizi

2023 SEÇİMLERİ

14 mayıs seçim analizi

Türkiye tarihi ve kritik bir seçim olan 14 Mayıs seçimlerinin ilk etabını geride bıraktı. Seçimlerin parlamento ayağında Cumhur İttifakı çoğunluğu sağlarken, muhalefet beklenen başarıyı yakalayamadı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise Erdoğan yüzde 50 eşiğini aşarak seçimi ilk turda kazanamasa da Kılıçdaroğlu’na üstünlük sağlamayı başardı. 

 

14 Mayıs seçimlerini farklı disiplin ve meslek gruplarından, siyasi elitler ve stratejistlere kadar bir dizi aktör çok farklı şekilde okuduğu gibi benzer analiz ve okumaların yapıldığı da kamusal alanda görüldü.  

 

14 Mayıs seçim sonuçlarının nasıl okunması gerektiğini, cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucunda hangi dinamiklerin etkili olduğunu, parlamento seçimlerinde Cumhur ittifakının başarısında belirleyici olan siyasal, toplumsal, ekonomik ve güvenlik konseptinin rolünü, muhalefetin arzu edilen başarıyı yakalamamasında ittifak içi ve ittifak dışı dinamiklerin neler olduğunun fotoğrafını çıkarmak için kimi araştırma kurumu ve akademisyenlere seçim sonuçlarını sorduk. 

 

Perspektif, 14 Mayıs seçim sonuçlarının topluma, devlete, siyasete, ittifaklara, partilere ve siyasi elitlere ne söylediğini ARGETUS araştırma kurumunda danışman olarak çalışan Erol Erdoğan’a, Reform Enstitüsü’nden Prof. Dr. Mesut Yeğen’e ve Ankara Enstitüsü Direktörü Doç. Dr. Hatem Ete’ye aynı üç soruyu sorarak analiz etmeye çalıştı.

“SEÇİMLERİN BU ŞEKİLDE SONUÇLANMASINDA ESAS FAKTÖRÜN, ERDOĞAN’IN SEÇİM GÜNDEMİNİ KILIÇDAROĞLU’NDAN ÇALMASI OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM”

Prof. Dr. Mesut YEĞEN-Reform Enstitüsü, İstanbul

Cumhurbaşkanlığı seçimi bilindiği gibi ikinci tura kaldı. Muhalefetin değişim ve umut rüzgârıyla seçimi ilk turda bitireceği ya da dip dalgayla büyük bir fark atacağı öngörülüyordu. Erdoğan’ın önde bitirmesi muhalefette şok etkisi oluşturdu. Pandemi, depremin etkisi, ekonomik kriz, iktidarın yıpranmışlığı vs gibi gerekçeler ileri sürülüyordu. Tüm bu parametrelere rağmen Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan veya Cumhur İttifakının önde bitirmesini nasıl okumak gerekir? Bu sonucun oluşmasında etkileyici ve belirleyici dinamikler neler oldu sizce?

 

Yanlış aday, adayın geç açıklanması, Millet İttifakı’nın mesaisinin büyük kısmını güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisi ve yeni anayasa etrafında harcaması, Millet İttifakı’nda son anda yaşanan gelgitler gibi çok vurgulanan faktörleri bir tarafa bırakarak konuşayım. Bütün bu faktörlerin önemli katkısı olduğuna kani olmakla beraber, seçimlerin bugünkü gibi sonuçlanmasına sebep olan esas faktörün Erdoğan’ın seçim gündemini Kılıçdaroğlu’ndan çalması olduğunu düşünüyorum.

 

Şöyle izah edeyim. Sonuçta şunu biliyoruz: Seçmenlerin tamamı hangi parti ya da adayı destekleyeceklerine her seçim öncesinde baştan karar vermiyorlar. Aksine, seçmenlerin büyük kısmı kararlarını seçimlerin öncesinde çoktan vermiş oluyor. Bu açıdan baktığımızda seçmenlerin herhalde yüzde seksen kadarı bu seçimlerinden çok önce hangi aday ya da partiyi destekleyeceğine karar vermişti ve aday ve ittifakların destekleri bu grupta birbirine yakındı. Kalan yüzde yirmi kadar seçmenin kararı bu seçimlerin nasıl sonuçlanacağında etkili olacaktı ve orada gördüğüm şu: Bu yüzde yirmi kadar seçmenin kararını şekillendirmekte Erdoğan’ın seçim gündemini beka meselesine kilitlemesi etkili oldu. Seçim gündeminin çalınması derken bunu kast ediyorum. 

 

2018’den beri olanlar, pandemi, artan hayat pahalılığı hesaba katıldığında, seçim gündeminin normal olarak ekonomiye ve iyi yönetim meselesine oturması beklenirken bu olmadı. Aksine, seçim gündemi, dediğim üzere, Erdoğan tarafından çalındı ve Kılıçdaroğlu ve muhalefet de bunun önüne geçemedi. Erdoğan ortada gerçekten bir beka meselesi varmış ve seçilirse Kılıçdaroğlu gerçekten memleketin bekasını tehlikeye düşürebilirmiş fikrini yaymayı başardı. 

 

Kılıçdaroğlu kampanyası ise farklı siyasi geleneklerin birliği ve ehliyetli kadro gibi seçim gündemini ekonomi ve iyi yönetim meselelerine oturtacak alet ve motifleri kullanmak yerine, Kılıçdaroğlu personasını öne çıkarmaya odaklandı ve seçmenlere durumdan nasıl çıkılacağını anlatmaktansa durumu onlar için resmetmeyi tercih etti. Hülasa, bugünkü sonuçların alınmasında nihai olarak etkili olmuş faktörün bu türden kararlar olduğunu düşünüyorum.

 

Parlamento seçimlerine ilişkin oluşan tabloyu siz genel olarak nasıl okuyorsunuz? İktidar ve Cumhur ittifakının meclis çoğunluğunu sağlamasında ve muhalefetin gerekli başarıyı yakalayamamasında hangi dinamiklerin etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

 

MUHAFAZAKAR BLOK OLARAK DEVA, GELECEK VE SAADET PARTİLERİ AK PARTİ MEMNUNİYETSİZLERİ İÇİN ADRES OLUŞTURAMADILAR

 

Burada da bir Erdoğan başarısı var. Haddizatında başarısızken başarılı olmuş görünüyor Erdoğan. Ak Parti 2018’de aldığı oydan 7 puan eksik alıp 2018’de aldığı oyun yüzde on beşini kaybetti malum. 2015 Kasım seçimlerine göreyse Ak Parti 13 puan kaybetmiş durumda. Diğer bir deyişle, Ak Parti iki seçimde oylarının bir çeyreğini kaybetti. Ne var ki, ortada bu kadar açık bir başarısızlık olmasına karşın Erdoğan ittifak siyasetini çok iyi yöneterek bu başarısızlık durumuna rağmen başarılı bir sonuç üretmiş görünüyor. Belli ki, Erdoğan Ak Parti’den uzaklaşmaya meyyal seçmenleri durdurmaktansa gidebilecekleri adresleri ittifakta tutmanın işe yarayacağını iyi hesap etmiş. Erdoğan ittifak siyasetini bir nevi kendi muhalefetini yanında tutmak, kendi muhalefetiyle birlikte kalmak için kullanabilmiş görünüyor.

 

HDP, TAHMİNLERİN ÖTESİNDE BİR KÜÇÜLME YAŞADI BU SEÇİMDE

 

Muhalefet açısından baktığımızdaysa, CHP ve İYİ Parti’nin müsait şartlara rağmen yerlerinde saymalarını, bilhassa CHP’nin oylarını beklendiği kadar artıramamasını bir tarafa bırakacak olursak iki esas sonuç var. İlk sonuç malum: Ak Parti’den uzak duranlardan oluşan muhafazakâr blok olarak DEVA, Gelecek ve Saadet partileri Ak Parti memnuniyetsizleri için adres oluşturamamış durumda. Millet İttifakı, dahası CHP içinde erimesi buraya gelebilecek seçmenin bu bloktan uzak durmasına yol açmış görünüyor. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, muhalefet açısından bu blokun baştan beri Millet İttifakı’yla diyalog içinde ama ayrı bir blok olarak siyaset yapması daha doğru olacakmış. İkinci sonuç da HDP’yle ilgili. Muhalefetin bir parçası olarak HDP, HDP’nin zayıflayacağını öngörenlerin bile tahminlerinin ötesinde bir küçülme yaşadı bu seçimde. 

 

Son anda HDP yerine YSP olarak seçime girmek, CHP’nin Kürt seçmen için bir adres olmaya başlaması, TİP’le yaşanan ayrışmanın Kürt seçmenin Türkiye soluyla ittifak siyasetine duyduğu inancı daha da zayıflatması gibi minör ve HDP’nin 2015’te alınan büyük yenilginin ardından Kürtler için yeni hat geliştirememesi gibi majör faktörlerden dolayı HDP de bir önceki seçime göre her dört seçmeninden birini kaybetmiş görünüyor. 

 

MUHALEFET, İTTİFAK SİYASETİNİ KÖTÜ YÖNETEREK YAŞANAN BAŞARISIZLIKLARIN ETKİSİNİ BÜYÜTTÜ

 

Dolayısıyla, milletvekili seçimleri açısından baktığımızda kaba resim şu: Hem iktidar hem de muhalefet tarafında başarılı olan ve oy kaybeden partiler var. Ancak, iktidar, daha doğrusu Erdoğan, ittifak siyasetini ustaca yöneterek kendi tarafının hatta bizzat kendi partisinin başarısızlığının etkisini zayıflatırken, muhalefet tarafında Millet ve Emek ve Özgürlük ittifakları ittifak siyasetini kötü yöneterek partiler seviyesinde yaşanan başarısızlıkların etkisini büyütmüş oldular.

 

Kamuoyu araştırma(cı)ları, danışmanlık ve anket firmalarının seçim öncesi analizleri ve öngörülerini, sonuçlanan tablo ile mukayese edecek olursanız, araştırma ve kamuoyu şirketlerinin seçim karnesine dair değerlendirmeniz nedir?

 

TÜRKİYE’DE KAMUOYU ŞİRKETLERİNE ÇOK DA GÜVENEN BİRİ DEĞİLİM

 

Türkiye’de kamuoyu şirketlerine çok da güvenen biri değilim. Aslında güvenebilecek bir vaziyet de yok çünkü malum, kamuoyu şirketlerince yapılan araştırmalardan gelen rakamlar arasındaki büyük farklar bu şirketlerin bir kısmının ya araştırmalarına ya da bizzat kendilerine güvenilemeyeceğini gösteriyor. 

 

Öte yandan, güvenerek takip ettiğim birkaç araştırma şirketi de var tabii ki ama orada da resim bir açıdan çok parlak değil. 14 Mayıs’ta alınan sonuçlar güvendiğim araştırma şirketlerinde de muhalefeti az da olsa olduğundan fazla desteğe sahip bulma ve daha da önemlisi MHP’yi olduğundan eksik bulma eğilimi olduğunu göstermiş oldu. Ancak, bu gruptaki şirketlerle ilgili arızanın bir kısmıyla Türkiye’nin zorluklarıyla bir kısmının da dünyanın her tarafında yaşanan zorluklarla ilgili bir tarafı var. Onu da teslim etmeliyim. 

 

Malum, son zamanda idrak etmiş olduk ki, dünyanın hemen yerinde aşırı sağ seçmenlerin bir kısmı kamuoyu araştırmalarına katılmaktan uzak durarak, tercihlerini açık etmeyerek ya da yanlış bildirerek kamuoyunun yoklamalarını yanıltabiliyor. Bu da şuna işaret ediyor: Türkiye’de işini ciddiye alan araştırma şirketlerinin bu ‘yeni’ durumla baş etmenin yolunu bulmaları gerekiyor. Bir de şu var tabii ki: Türkiye’de kamuoyu araştırma alanı bir regülasyondan yoksun ve bu durum araştırma şirketlerinin bildikleri ve oldukları gibi devam etmelerine olanak veriyor. Bu da 14 Mayıs’ta olduğu gibi kötü neticelere yol veriyor.

“İKTİDAR, AKTİF VE ÇOKLU STRATEJİYLE DEĞİŞİM DUYGUSUNA HİTAP ETTİ”

erol erdoğan

Erol Erdoğan-ARGETUS Araştırma Danışmanı

Cumhurbaşkanlığı seçimi bilindiği gibi ikinci tura kaldı. Muhalefetin değişim ve umut rüzgârıyla seçimi ilk turda bitireceği ya da dip dalgayla büyük bir fark atacağı öngörülüyordu. Erdoğan’ın önde bitirmesi muhalefette şok etkisi oluşturdu. Pandemi, depremin etkisi, ekonomik kriz, iktidarın yıpranmışlığı vs gibi gerekçeler ileri sürülüyordu. Tüm bu parametrelere rağmen Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan veya Cumhur İttifakının önde bitirmesini nasıl okumak gerekir? Bu sonucun oluşmasında etkileyici ve belirleyici dinamikler neler oldu sizce?

 

Değişim her zaman caziptir ve gereklidir. Zaman ve mekân boyutunda değişim her dem sürdüğü için insanın değişime ihtiyacı da süreklilik arz eder.

 

CHP lideri son bir iki yıldır birden çok “değişim” mesajı verdi. İlki, altılı masaydı. Masa, farklı çizgilerdeki siyasi partileri bir araya getirmesi bakımından olumlu mesaj içeriyor ve değişim taleplerine bir ölçüde hitap ediyordu. İkincisi, Millet İttifakı’nda yer alan Saadet, Deva, Gelecek gibi partilerin de etkisiyle dindar seçmene ılımlı mesajlar verildi. Üçüncüsü de bizzat Kılıçdaroğlu tarafından ifade edilen “helalleşme” beyanıydı. Dördüncüsü parlamenter sisteme dönüş vaadi, beşincisi ise ekonomiyle ilgili vaatlerdi.

 

Aynı sıraya göre değerlendirirsek, altılı masa demokratikleşme ve çoklu kültüre işaret etmekle beraber liderler arasında zaman zaman meydana gelen kaos ve çatışma, masadan kaynaklı değişim algısını azalttı. Dindar seçmene yönelik Kılıçdaroğlu’nun verdiği mesajlar Kemalist çizgideki diğer partiler, adaylar ve gruplarca desteklenmediği için özellikle 28 Şubat mağduru kitle tarafından yeterli görülmedi. “Helalleşme” vaadi iyi düşünülmüş bir seçim argümanıydı ama altı boş kaldı hatta zaman zaman hesaplaşma beklentileri ve çağrılarının altında ezildi. Parlamenter sisteme dönüş vaadi ilk dönemde etkili oldu, lakin 6-7’ye varan cumhurbaşkanı yardımcısı ile sistemin kalıcılaşacağı inancına neden oldu. Bütün bunlar, cumhurbaşkanlığında Kılıçdaroğlu’na oy vermeye yakın duran, çoğu AK Parti kırgını sağ seçmende “CHP yine mi aynı?” sorusuna yol açtı. Bu soru, Kemal Kılıçdaroğlu’nun çabalarının aksine “Değişimin adresi CHP değildir” iddialarının güçlenmesini sağladı. 

 

Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu, yolsuzluk, israf ve kayırmacılık gibi kavramlar üzerinden ekonomiye dair güçlü eleştiriler getirmesine rağmen çözüm vaatlerinde zayıf kaldı. Dolayısıyla ekonomik değişim beklentisi, yerini, istikrarsızlık endişesine bıraktı. Öyle ki, sermaye sahibi bazı CHP’li iş adamları ve iş kadınları milletvekilliğinde CHP’ye oy verirken cumhurbaşkanlığında Erdoğan’ı tercih etti. Yüksek bir oran olduğundan değil ama anlamlı bir oy geçişkenliği olduğu için mevzu ediyorum.

 

29 Mart 2023 tarihinde, Twitter’den yaptığım paylaşımda “Değişim, kültürden eğitime, siyasetten ekonomiye kadar her alanda güçlü motivasyon sağlar” dedikten sonra şunu vurgulamıştım: “Değişim talebi bazen artar, temel belirleyici olur. Siyasette, değişim talebini muhalefetin yönetmesi kolaydır. İktidar ise, aktif ve çoklu stratejiyle değişim duygusuna hitap edebilir” demiştim.

 

CHP, SEÇİM SÜRECİNE DEĞİŞİM VAADİYLE GİRDİ AMA BU VAAT GELİŞTİRİLEMEDİ

 

“İktidar da değişim duygusuna hitap edebilir” ifadesini doğrulayacak bazı tezahürler oldu. Mesela, 18-24 yaş arası seçmende AK Parti’ye eğilim, önceki seçimlere ve önceki yıllardaki araştırma sonuçlarına göre arttı. Bu durumu araştırmalarda ve yüz yüze görüşmelerimde gördüm. Gençleri, Recep Tayyip Erdoğan tercihine yönlendiren faktörler arasında yüksek öğrenim kredi faizlerinin silinmesi ve mevcut öğrenim bursu-kredi miktarlarının artması, savunma sanayi çalışmaları, teknoloji alanındaki atılımlar, uzay projeleri, İHA, SİHA, TEKNOFEST, TCG Anadolu sayılabilir. Bir anlamda, Erdoğan ve Cumhur İttifakı “teknoloji” üzerinden gençlerin değişim beklentilerini belli ölçülerde karşıladı. Diyebilirim ki, Erdoğan, son yıllarda gençlerden en çok oyu bu seçimde aldı.

 

Tabii, eskiden çoğunlukla laik, seküler, sosyalist, solcu seçmenden oy alan Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu seçimlerde, Saadet’in desteğinin yanı sıra HDP’nin merkezinde yer aldığı ittifakın aday çıkarmayıp kendisini desteklemesi nedeniyle, daha heterojen bir seçmenin desteğini kazandı ama bunlar Erdoğan’ın önüne geçmesi için yetmedi.

 

Değişim her zaman caziptir, gereklidir de ama yine toplumun bazı sabitleri yani değişmezleri vardır. Güven duygusu, istikrar ihtiyacı, terör ve kaos karşıtlığı, inanç ve kimlik bunlardandır. Bu seçimde, toplumun terör karşısındaki duyarlılığı seçim boyunca sürekli yükseldi. Bunda, “Erdoğan yeniliyor, gidiyor” inancının oluşturduğu özgüvenle FETÖ ve PKK mensuplarının yaptıkları paylaşımlar ve kampanyalar da önemli rol oynadı.

 

Ayrıca CHP’li bazı yazarlar, sanatçılar, siyasetçiler ve fenomenlerin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’ye yönelik gerçekleştirdikleri FETÖ ve PKK destekli kumpasçı kampanyaların da, birlikte yaşam ve helalleşme bahsinde CHP’ye olan güveni eksilttiğini düşünüyorum.

 

Şunu diyebilirim ki, CHP, seçim sürecine değişim vaadiyle girdi ama bu vaat geliştirilemedi, zamanla hesaplaşmacı ve statükocu bir tarz ortaya çıktı.

 

Recep Tayyip Erdoğan ise seçim sürecine çekingen başladı, memurların kadroya geçirilmesi, EYT sorunun çözülmesi, kentsel yenileme desteği, yerli doğalgaz üretimi, doğal gaz fatura indirimleri, deprem konutlarının teslimine başlanması, savunma sanayi ve dijital üretime dönük atılımlar ile hem ekonomik sorunu seçmen gözünde öteledi hem de hem de terör karşıtlığı ve istikrar beklentisine hitap etti, bir ölçüde de değişimlere kapı araladı.

 

Parlamento seçimlerine ilişkin oluşan tabloyu siz genel olarak nasıl okuyorsunuz? İktidar ve Cumhur ittifakının meclis çoğunluğunu sağlamasında ve muhalefetin gerekli başarıyı yakalayamamasında hangi dinamiklerin etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

 

SEÇİMİN EN SÜRPRİZ SONUCUNU YENİDEN REFAH PARTİSİ’NDE GÖRÜYORUZ

 

AK Parti’ye kırgın ve kızgın seçmen MHP, BBP, YRP’ye yönelerek, oyunu olabildiğince ittifak içerisinde tuttu. Böylece AK Parti’nin oyu düşse bile bu oylar Cumhur İttifakının diğer partilerine yöneldiği için TBMM’de yine çoğunluğu yakaladı.

 

CHP ise daha yüksek oy alabilecekken Millet İttifakına dâhil ettiği partilerin oy getirisinin düşük kalması ve tartışmalı adaylar sebebiyle istediği oy artışını yakalayamadı. 2018’de yüzde %22,65 oy alan CHP, 2023’de 6’lı masa ile yüzde 25,33 oy aldı. Artış yüzde 2,68’de kaldı. Bu artışta kendi oy artışı da var, ayrıca Saadet, Deva, Gelecek, Demokrat Parti’nin getirisi de var.

 

HDP’ye de değinmek gerekir. HDP’nin de oy kaybı oldu. TİP’in ittifak içinde kendi logosuyla seçime girmesi bunun temel nedenidir. Ayrıca, CHP’nin güçlenerek iktidar ihtimalini artırmasına bağlı olarak HDP’den CHP’ye seçmen geçişi de oldu.

 

Milletvekilliği seçiminin en sürpriz sonucunu Yeniden Refah Partisi’nde görüyoruz. Saadet’in Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi ve CHP’nin listelerinden seçime girmesi kararı ve kırgın iktidar oylarının kendine yönelmesiyle birlikte YRP’deki yükseliş anketlere yansımıştı. Seçim sonucu anketlere yansıyandan daha yüksek çıktı. YRP yüzde 2,82 oy ile 5 milletvekilliği çıkardı. TİP ise yüzde 1,73 ile 4 vekillik çıkardı. TİP’in oy matematiği de başarılı. MHP ise İYİ Parti’nin üstünde oy alarak psikolojik üstünlük yakaladı. 

 

Belki de Muharrem İnce’nin dediği gibi CHP, Memleket Partisi, İyi Parti şeklinde liste merkezli bir ittifak oluşsaydı sanıyorum daha çok vekil çıkarılırdı.

 

2023 seçimleriyle oluşan meclis hem renkli, hem de temsil gücü yüksek. 600 milletvekili bunun kıymetini bilmeli, bu çeşitliliği demokratik biçimde tezahür ettirmeli, birlikte yaşama ve yasamanın iyi örneklerini göstermelidir. Tabii, yeni TBMM bazı yönleriyle de ilginç. Mesela Kemal Kılıçdaroğlu, Meral Akşener, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan TBMM’de partilerinin başlarında olamayacak, Erbakan ve Bahçeli ise TBMM’de olacaklar. Ayrıca HDP’nin 61 milletvekilinin yanı sıra HÜDAPAR’lı 4 milletvekili de TBMM’de yer alıyor.

 

Kamuoyu araştırma(cı)ları, danışmanlık ve anket firmalarının seçim öncesi analizleri ve öngörülerini, sonuçlanan tablo ile mukayese edecek olursanız, araştırma ve kamuoyu şirketlerinin seçim karnesine dair değerlendirmeniz nedir?

 

ANKETLER VE ARAŞTIRMALAR, SONUÇ ÖĞRENMEK YERİNE SÜRECİ VE DEĞİŞİMİ ANLAMAK AMACIYLA YAPILMALIDIR

 

KONDA, ORC, MAK, Metropoll, Avrasya, ArtıBir, Yöneylem gibi firmaların yayınladıkları anketler seçim sonuçlarının çok uzağında kaldı. Ancak ARGETUS, GENAR, ADA, Aredasurvey, Optimar, Betimar, SONAR gibi firmalar ise az farklarla sonuçları doğru öngördüler. ARGETUS adına ayrıca şunu söylemek isterim: Anketler ve araştırmalar, sonuç öğrenmek yerine süreci ve değişimi anlamak amacıyla yapılmalıdır. Hem 2018’de hem 2023’te sonucu en iyi bilenler arasında olan ARGETUS’un danışmanı olarak sonuç değil süreç diyorum ısrarla. 

 

Sonuç öğrenmek için bu kadar para harcanmaz, iyi gözlem yaparak sonucu kestirebilirsin. Bu anlayışımıza uygun olarak, 14 Mayıs 2023 sürecinde, sonuç grafiklerinden önce doğrudan siyasi eğilimler ve parti tercihinin yanı sıra destekleyici sorulardan elde ettiğimiz bulgularla sürecin anlaşılmasına dönük analizlerimizi paylaştık. Ülkemizde araştırma disiplini gelişti, şartları doğru okuyan ve prensiplerinde ısrar eden araştırmacılar hem süreci ve değişimi doğru okurlar hem de sürecin bir parçası olan sonucu öngörürler. Tabii, şunu da söylemeliyim. 

 

2018 seçiminden sonra ilk defa oy kullanacak 5-6 milyon seçmenin varlığı, geçen seçimde olan ve bu seçimde olmayan partiler ve ittifaklar, önceki seçimin üzerinden 4-5 yılın geçmiş olması, örneklem yapısında zorlukların yaşanmasına yol açtı. Bu zorluk, 2023 seçimlerinde bütün araştırma şirketlerinin handikapıydı. Bu zorluğu ancak objektiflik, araştırma tecrübesi ve sahada doğru gözlemle aşabilirsiniz. Biz öyle yaptık. Tabii, araştırma sonuçlarında hata payları öngörülenden yüksek çıkan şirketlerin tek gerekçesi bu da değildir, başka sorunlar da olabilir.

“MUHALEFETİN YAPTIĞI TEMEL HATA, ERDOĞAN’A YÖNELİK RAHATSIZLIĞIN MUHALEFETİ DESTEKLEMEYE YOL AÇACAĞI VARSAYIMI OLDU”

hatem ete

Doç. Dr. Hatem Ete-Ankara Enstitüsü Direktörü

Cumhurbaşkanlığı seçimi bilindiği gibi ikinci tura kaldı. Muhalefetin değişim ve umut rüzgârıyla seçimi ilk turda bitireceği ya da dip dalgayla büyük bir fark atacağı öngörülüyordu. Erdoğan’ın önde bitirmesi muhalefette şok etkisi oluşturdu. Pandemi, depremin etkisi, ekonomik kriz, iktidarın yıpranmışlığı vs gibi gerekçeler ileri sürülüyordu. Tüm bu parametrelere rağmen Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan veya Cumhur İttifakının önde bitirmesini nasıl okumak gerekir? Bu sonucun oluşmasında etkileyici ve belirleyici dinamikler neler oldu sizce?

 

Erdoğan’ın iktidar ve yönetim tarzının, söylem ve politikalarının seçmen desteğinde azalmaya yol açtığı biliniyordu. Bu farkındalık hem muhalefeti hem de seçmenlerini seçimler konusunda umutlandırmıştı. 

 

Burada, muhalefetin yaptığı temel hata, Erdoğan’a yönelik rahatsızlığın muhalefeti desteklemeye yol açacağı varsayımı oldu. Muhalefet, seçmenin Erdoğan’dan rahatsız da olsa oy vereceği adrese güven duyma ihtiyacında olacağını bu nedenle de Erdoğan’dan rahatsız seçmenin kendisine yönelik endişelerini gidermesi gerektiğini hesaba katmadı. Aday belirlerken de, söylem inşa ederken de, politika geliştirirken de, kampanya yürütürken de bu varsayımdan, Erdoğan’dan rahatsız kitlenin kaçınılmaz olarak geleceği varsayımından hareket etti. 

 

Muhalefet Erdoğan’dan rahatsız olan seçmeni tatmin edecek bir söylem ve kampanya geliştirmeye muvaffak olmadığı gibi kampanya sürecinde de Erdoğan’ın dile getirdiği ve seçmende karşılık bulabileceği öngörülebilecek belli başlı eleştirilerle yüzleşip tatmin edici karşılıklar üretmek yerine görmezden gelmeyi tercih etti. HDP desteğinin üreteceği muhtemel maliyetler, farklı görüşlere sahip siyasi bileşenlerin yönetimde istikrarı zedeleyebileceği endişesi, muhafazakâr-dindar kesimlerin endişeleri, dış politika öncelikleri gibi bir çok başlıkla ilgili dile getirilen eleştiri, itham ve kaygılara teskin edici cevaplar geliştirilmedi. Kılıçdaroğlu kampanyası söylemini, bu itham ve endişelerin toplumda ciddi bir karşılık üretmeyeceğini varsayarak geliştirdi. 

 

Muharrem İnce ve Sinan Oğan’ın seçimlerin sürpriz ve sonuç belirleyici aktörlerine dönüşmelerini, seçmenin muhalefetin bu kurgusuna yönelik itirazı olarak okumak mümkün. 

 

Kılıçdaroğlu kampanyası, seçim sonucunu etkileyebilecek oranda bir seçmenin önce İnce’ye ardından da Oğan’a yöneldiğini gördüğü halde, bu seçmeni çekebilecek bir söylem değişikliğine yönelmedi. Bu seçmenin seçim günü kendiliğinden Kılıçdaroğlu lehine eriyebileceğini varsaydı. 

 

Son olarak, Erdoğan ekseni belli bir strateji doğrultusunda hareket edip mesajını birkaç etkili başlığa yoğunlaşmayla sınırlarken, Kılıçdaroğlu dağınık bir strateji, daha doğrusu stratejisi açık ve belirgin olmayan bir taktikler demeti üzerinden hareket ederek, kampanya boyunca birçok tekil başlık üzerinden dağınık mesajlar verdi. 

 

Seçmen seçim sürecinde birçok tekil dinamiği zihninde başat bir duyguya dönüştürerek kararını netleştirir. Bu seçimin başat duygusunun, güven, istikrar ve güvenlik olduğunu düşünüyorum. Kılıçdaroğlu kampanyası bu duyguların adresi olamadığı için seçmen Erdoğan’a yöneldi. 

 

Bu çerçevede, bu seçimin en önemli sürpriz çıktısının milliyetçiliğin yükselmesi olduğuna yönelik anlatıya katılmadığımı da ifade edeyim. Milliyetçilik bir süredir, siyasal söylem ve politikaları etkilediği ölçüde toplumsal karşılığını da yükseltti. Ancak seçim sonuçları üzerinden bakıldığında, matematiksel olarak, 2018 seçimlerinden bu yana artan bir milliyetçilik söz konusu değil. 

 

Seçmenin Erdoğan’a yönelmesini milliyetçilikten öte istikrar, güven ve güvenlik kaygılarıyla ilişkilendirmek daha doğru olur. Milliyetçilik bu dinamiklerle birlikte belli bir işlev görmüştür.

 

Parlamento seçimlerine ilişkin oluşan tabloyu siz genel olarak nasıl okuyorsunuz? İktidar ve Cumhur ittifakının meclis çoğunluğunu sağlamasında ve muhalefetin gerekli başarıyı yakalayamamasında hangi dinamiklerin etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

 

EMEK VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKI, BU SEÇİMLERDE EN FAZLA ZARAR GÖREN YAPI OLDU

 

Türkiye’de siyasi parti aidiyeti oldukça güçlüdür. Bu aidiyet tonu merkez partilerde daha zayıf, kimlik partilerinde daha güçlüdür. Bizdeki merkez partiler de esasında kimlik partisi reflekslerine sahipler. Düne kadar tek merkez parti AK Parti iken, bu seçimlerde AK Parti’deki merkez niteliği kimlik lehine daralırken, CHP merkez partisi refleksleriyle hareket etti. 

 

Türkiye’deki seçmen hareketliliği ile ilgili akılda tutmamız gereken bir diğer dinamik, ittifak yapıları dolayısıyla son yıllarda hareketliliğin ittifaklar içinde yaşandığı gerçeğidir. İttifak yapıları ve seçmenin ittifak içi hareketliliği tercih değişikliklerini arttırıyor. Başka bir deyişle, seçmen eskiye nazaran daha fazla hareketlilik içerisinde ama bu hareketlilik ittifak yapıları içerisinde yaşanıyor. Bu da temelde, kutuplaşma ile ilgili ama daha da önemlisi, seçmenin eskiden parti aidiyetlerine yüklediği işlevi ittifak aidiyetine yükleyerek vicdan rahatlığı içerisinde kendi partisine mesaj verme imkânı bulmasıyla ilişkili. 

 

Bu çerçevede, ittifak içindeki partiler arasında yaşanan hareketliliği kalıcı görmemek gerekir. Bir kısmı stratejik oy güdüsüyle şekilleniyor, bir kısmı da eski partisine mesaj anlamı taşıyor. AK Parti küçülürken, MHP ve YRP’nin yükselişini böyle açıklamak mümkün. AK Parti seçmeni partisine yönelik rahatsızlığı, partisinin öncüsü olduğu ittifak içinde kalarak, ittifak bünyesindeki diğer iki partiye yönelerek ifade etmeyi tercih etti. 

 

Saadet, Gelecek, DEVA gibi AK Parti’den ayrılmaya hazır seçmen grubuna adres olabilecek partilerin pusulada müstakil olarak yer almayışları, CHP listesinden seçimlere girmeleri de MHP ve YRP’ye avantaj sağladı.

Millet İttifakının oy oranını, seçmenin İttifak yapılanmasına, adaylık kararına ve kampanyasına, milletvekili listelerinde hayata geçirilen formüle yönelik bir cevap/tepki olarak okumak mümkün. 

 

Emek ve Özgürlük İttifakı bu seçimlerde en fazla zarar gören yapı oldu. Biz bu sonucu seçimlerden önce de öngörmüştük. TİP’in ayrı liste kararı, HDP’nin Kılıçdaroğlu’na yönelik erken ve edilgen irade devri, seçim barajının yüzde 7’ye düşmesi ve HDP’nin siyasal anlamının zayıflaması gibi birçok dinamik HDP’nin yüzde 10’un altına düşmesine yol açtı.

 

Kamuoyu araştırma(cı)ları, danışmanlık ve anket firmalarının seçim öncesi analizleri ve öngörülerini, sonuçlanan tablo ile mukayese edecek olursanız, araştırma ve kamuoyu şirketlerinin seçim karnesine dair değerlendirmeniz nedir?

 

PANORAMATR OLARAK, BU SEÇİMİN BİR “SANDIK BAŞI” SEÇİMİ NİTELİĞİNE KAVUŞTUĞUNU SÖYLÜYORDUK

 

Türkiye’de çok sayıda kamuoyu araştırma şirketi var. Dolayısıyla genelleyici bir yargıda bulunmamak daha doğru olur. Ancak hem dünyada hem de Türkiye’de kamuoyu araştırmalarının sahayı yansıtma kapasitesi ve seçimleri öngörme oranları arttı. Bu çerçevede, araştırmalara şunu göremedi, bunu yanlış gördü gibi genellemeler yapmaktan uzak durmak gerektiğini düşünüyorum. 

 

Ayrıca, bu seçimlerin daha önceki seçimlerden önemli bir farklılığı vardı. Siyaset seçmeni zorlayabilecek çok riskli kararlar aldı. İktidar bloku da muhalefet bloku da eşyanın tabiatını zorlayan, siyasetin normal akışını bozan çok riskli kararlar aldı. Seçmen bu kararlara tepki gösterdi. PANORAMATR olarak, biz bu tepkileri kampanya süresince gerçekleştirdiğimiz araştırmalarda görüp abonelerimize raporladık. 

 

Dolayısıyla bu seçimin bir “sandık başı” seçimi niteliğine kavuştuğunu biliyor ve söylüyorduk. Bu çerçevede, siyasi parti aidiyeti daha stabil olduğu için siyasi partilerin oy oranı ile ilgili bulgularımız seçim sonuçlarıyla neredeyse birebir örtüşüyor. Burada herhangi bir sürpriz yaşamadık. Hata payı içerisinde görülebilecek farklılıklar dışında partilerin oy oranını doğru öngördük. 

 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Oğan’ın oy oranını doğru bulurken, Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun oy oranında hata payı içerisinde değerlendirilebilecek sapmalarımız oldu. Bunun da temelde, kararsız seçmenin sandık başında Erdoğan lehine karar değiştirmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

MESUT YEĞEN

MESUT YEĞEN

Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Kürt Tarihi dergisinin editörlüğünü yapmaktadır. Milliyetçilik, Vatandaşlık ve Kürt meselesi üzerine çalışan Yeğen'in yayımlanmış kitapları: Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler, Son Kürt İsyanı, İngiliz Belgelerinde Kürdistan, Kürtler Ne İstiyor: Kürdistan'da Etnik Kimlik, Dindarlık, Sınıf ve Seçimler (Uğraş Ulaş Tol ve Mehmet Ali Çalışkan'la birlikte).

EROL ERDOĞAN

EROL ERDOĞAN

1969 yılında Sinop’ta doğdu, İstanbul’da yaşıyor. Lisansını Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde, yüksek lisansını Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde tamamladı. Siyasi partilerde ve sivil toplum kuruluşlarında yöneticilik yaptı. Araştırma, anket ve bilimsel organizasyon hizmetleri sunan ARGETUS Araştırma’nın danışmanlığını yürütüyor.

HATEM ETE

HATEM ETE

Lisans, yüksek lisans ve doktora öğrenimini ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nde yapan Hatem Ete, 2007-2008'de doktora araştırma bursuyla Columbia Üniversitesi'nde bulundu. 2008-2014 arasında SETA’da Siyaset Araştırmaları Direktörlüğü, 2014-2017 arasında da Başbakan Başmüşavirliği yaptı. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde Öğretim Üyesi ve Ankara Enstitüsü’nde Araştırma Direktörü olarak görev yapmaktadır.

İLGİLİ YAZILAR

2023 seçimleri

2023 SEÇİMLERİ

Sözün özü muhalefetin, muhafazakar kesimleri ikna etmesinin başat unsuru olan “değişimde sahicilik” sınavını iyi verememesi bir yana; “güven” hissini de zedeleyici bir atmosfere kendi elleriyle odun taşıdığı söylenebilir. En azından siyasetin görünür alanında bu tablonun mevcut olduğunu söylemek gerekir. Eğer bu böyle olmasaydı, iktidarın çarpıtmaları ya da propagandaları bu derece etkili olamazdı.

2023 seçimleri
Kaynak: Financial Times

Başlığı erken bulanlar için ifade edelim ki, bu başlık son “seçim anketi” üzerinden, yıllardır değişmeyen ve değiştirilemeyen konularla ilgili olarak atılmıştır; yoksa kıl payı kazanıp kaybetmelerin hesabı üzerinden değil.  Nitekim yıllar öncesine dair kanaatlerimizle ilgili yaptığımız alıntılar da bu durumun kanıtıdır.

 

Bundan tam otuz ay önce Perspektif’te “İktidarın Başarısının Alternatifi Nerede?” başlıklı makalemizde, “Toplumsal Hafızada Hala Canlı Olanlar” altbaşlığında, iktidar ve muhalefet gerçekliğine ilişkin şunları vurgulamışız:  

 

“…Özetlersek, bugün geldiğimiz noktada, bakiyesi ne olursa olsun büyük puntolarla yazılmış ve yaşatılmış bir hikâye bulunmakta. Bu hikâye gerçekleştirilirken ihtiyaç olan doğru sistem, doğru konjonktür, sistemi düzgün işleten, gelişmeleri doğru okuyan kadrolar ve liderlik üçlüsü bir araya gelmiş olsa da toplumun hafızasında kalan şey hikâyenin tek bir yazarının olduğudur. O, kimine göre bütün bu süreci zaman zaman kadroları ve birlikte yürüdüğü kesimleri yer değiştirerek sürdürmüş, kimi zaman ciddi riskler almış, hedef olmuş, hayatını ortaya koymuştur. Bütün bunları yapabilmek için de süreci doğru okuma, o kadroları bir araya getirebilme-yönetme, ülkenin imkânlarını tüm engellemelere rağmen en doğru biçimde seferber etme kabiliyeti göstermiştir.

 

Erdoğan yani liderlik, bu kitleler için;

  • Dünün dışlanmışlıklarının telafisi;

  • Yeniden başına gelmesinden korktuğu yaşanmışlıkların paratoneri;

  • Dış politikada onurlu siyasetin mimarıdır.

 

…asıl meselemiz, 3 madde halinde sıraladığımız gerçeklerin mezkur tabanın halihazırdaki gerçekliği olduğu, bu kanaatten, daha doğrusu güçlü inançtan geri dönmek için yeterli sebeplerin oluşmadığı vasattır.

 

Bu, sadece bir sosyo-psikolojik bir analiz değil, psiko-politik ve reel bir durumdur. Özellikle ana muhalefet, o 3 maddenin hiçbirinde kendi tabanını da mobilize edici sahici bir siyaset üretememiştir. Rövanşizm algısı, kutuplaşmada iktidarın çizdiği çerçeveye mahkûm olup bunu kendisine alan açmada kullanması, “Helalleşme” gibi çağrıların devamını getirememesi; “Helalleşme” ve “Yüzleşme” konularını ana muhalefetin dışında kalan muhalefet partilerinin, ana muhalefet tabanıyla hesaplaşır bir görüntü vermemek için gereken düzeyde işleyememesi, “yaparsa yine Erdoğan yapar” beklenti çıtasının gereken düzeyde yıpranmamasını beraberinde getirmiştir. Onda, karşıdan bakıldığında “tenakuz, çelişki, eline yüzüne bulaştırma” gibi görünen hususların tümü, kitle nezdinde “onca engele rağmen kıvrak manevralar ve arayışlar” olarak okunmuştur. Başarısızlık gibi görünen hususların sebebi dışarıda olmakla beraber, aynı zamanda lideri aldatan kadrolardadır.

 

Bunun haricindekilerde oluşan psikoloji de şudur: Erdoğan’a da çevresindeki kadrolara da partiye de bürokrasiye de ortağına da yönelik kızgınlık, destek veren kitlelerin başını öne eğdirecek kibir, şatafat, “savaş verildiği” iddia edildiği halde, taşın altına elini koyma külfetine katlanmayanlara yönelik el zayıflatıcı kızgınlıktır. Yani bu duygu, kopuş getirici değil, düşmana bile isteye koz verdirdiği için oluşan bir yürek burkulmasıdır. Öfkenin asıl değişmez adresi yine muhalefettir. Hatta aynı grup, içinden çıkan diğer partilerin muhalefetle birlikte yürüttükleri misyonu, ihanetle eşdeğer görmese de “basiretsiz”, “cephe zayıflatıcı”, “gereksiz”, “başkalarına kazandırıcı” olarak görmeye devam etmektedirler.

 

Muhalefetin ürettiği düşünülen siyasetler, iktidarın ekonomi alanında yaptığı ısrarlı yanlışların, irrasyonel çözümsüzlüklerin ürettiği boşluğa seslenmek dışında bir kimliksel yenilenmeye yol verememiştir.

 

Dolayısıyla iktidar, tüm kimlikleri kucakladığı dönemde elde ettiği başarıların hikâyesini, bugünkü kimlik siyasetinin temellerini korumada kullanmakta; elde ettiği görünür başarıları da (terörle mücadele ve dış politikadaki edimlerin yaptığı katkı) bu hattı korumada kullanmaktadır.

 

Yani tabanda sağladığı konsolidasyon, kitlenin salt irrasyoneliteye teslimiyetinden, yalnızca İslami söylemlere ram olmasından değil, geçmişte mücadelesi verilmiş gerçeklerin, o gerçeklere karşı savaş açmış kesimlerin realitesiyle örtüşmesindendir.

 

O yüzden bugün Erdoğan’ın “Kurtuluş Savaşı”; “Ekonomik Bağımsızlık Mücadelesi”; “İç-Dış Güçler” gibi argümanlarının karşılığı, geçmiş 20 yıllık tarihin içinde mündemiçtir. O gerçekliği, bugünkü yanlışların, çarpıtmaların, manipülasyonların mezesi yapması; hatta “Dış Güçler”in verdiği iddia ettiği zararlardan daha fazlasını ülkeye yaşatması, o büyük puntoların tabandaki karşılığının ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir.

 

Nitekim, Biden ile ilişkideki tüm çelişkiler, Suriye’de ABD ve Rusya gibi iki büyük gücün arasında sıkışmışlığa çare bulma amaçlıdır. Dün BAE’ni 15 Temmuz’un müsebbiplerinden ilan edip bugün ilişki kurmada gösterilen arzu, ülkenin hayrına düşmanı bile dize getiren lider aklının bir neticesidir. İHA-SİHA üretimi ve pazarlanmasındaki başarılar, bağımsızlığımızın meyveleridir. D.Akdeniz’deki durumumuz yedi düvelin bizimle nasıl uğraştığının ve bu konuda ortaklık oluşturduğunun göstergesidir.

 

Muhalefetin Dış Politika ve Toplum Vizyonu Olmayışı Beka ve Güven Sendromunu Diri Tutuyor

 

Siz ne kadar bu alana ilişkin çelişkiler ortaya koyarsanız koyun, kitlenin gördüğü şey, bu gerçeklik alanına ilişkin muhalefetin ürettiği hiçbir dış politika vizyonunun olmayışı, olanın da halihazırda var olan Libya, Suriye gibi alanlardan geri çekilecek olunduğu müjdesidir! Bir tarafta “terörle haklı mücadele” ve sözümüz sahada güçlü olsun için atılan adımlar, diğer tarafta 20 yıllık hikâyenin başına döndürücü öneriler! Bir tarafta Mısır’da demokrasinin arkasında durmuş bir iktidarı en başından eleştiren, İhvan yüzünden Sisi’ye gereken tepkileri vermeyen bir muhalefet tarzı; diğer taraftan D.Akdeniz’de avantaj kazanmak için Mısır ile yeniden ilişkiler kurmaya çalışan iktidara, sadece “Neden en başında bu ilişkileri bozduğu”na dair sigaya çekmekten başka bir önerisi olmayan muhalefet yapısı. Bir tarafta, öyle böyle, tüm eksiklerine rağmen 4 milyona yakın Suriyeli sığınmacıyı ülkesine kabul etmiş bir iktidar; diğer tarafta zaman zaman sığınmacı düşmanlığı denebilecek tarzda çıkışlar içeren, “geri göndermek” dışında bir önerisi olmayan, bölgesel ve uluslararası şartlara rağmen bunu nasıl becereceğini anlatamayan, çözümün bir ucunda hala Suriye kasabını adres gösteren bir muhalefet. Bir tarafta da Türkiye’de bulduğu otoriterleşme ve diktatörlüğü Suriye’de bir türlü keşfedemeyen; “Dostum Putin”i alaya alırken, “Dostumuz Esad”dan vazgeçmeye yanaşmayan bir muhalefet tablosu.

 

İktidarın yaparken çelişkiler, zafiyetler yaşamasından daha vahim bir resmin özeti değil midir bu hal? Evet; iktidar, bir öncekine rahmet okutan her hamlesini zafer nidalarıyla pazarlamaktadır. Eğer iktisadi alanda bunca hatayı yapıp ülkeye bunca fatura çıkarmasa, bu faturalar halkın cebine ve mutfağına bu derece yansımasa, muhalefetin hiç ama hiç şansının olmayacağı analizleri konuşuyor olacaktık bugün.

 

Evet iktidar, dün İsrail’e “one minute” deyip bugün ilişkileri düzeltme gayretine girişebilir. Dün arasını bozduklarıyla bugün ilişki geliştirme çabası içinde olabilir ama muhalefet için zaten hiçbir zaman Filistin Davası diye bir mesele gündeme gelmemiş, aksine toplumsal hafıza 28 Şubat’ın arkasında ABD ve İsrail ile ilişkiler içinde olan, ağlama duvarını ziyaret etmiş subaylarla örülüdür.

 

Dış politikadaki bu şuuraltı ve gerçekler zemini, yanlış da olsa icraat içinde olanın avantajını göstermekle birlikte, hangi doğru icraatı ortaya koyacağını tatmin edici şekilde açıklayamayan, aksine yaptığı çıkışlarla beka endişesini besleyen tavırsızlığın iktidara sunduğu imkânı da ortaya koymaktadır.

 

Bu şuuraltı ve gerçekler zemini, sosyo-politik ve hukuki alanda da geçmişte yaşanmışlıkları tolere edici, düzeltici, güven verici, samimi, sahici bir siyaset üretiminin de olmadığını göstermektedir. Hele ki zaman zaman kitlenin suçlanmasına kadar varan siyaset dili (orta-uzak vade geçmişte benzerleri de olduğu için) canlılığını koruyorken, bu noktada o tabana uzatılan zeytin dalı, bırakın yumuşamayı, öfkeyi bilemektedir.

 

 

Sürekli başarısızlık halini bile “aç kalsak da bu savaşta reisi yalnız bırakmayız” fedakarlığı ve vefa ikliminde okuyan bir kitlenin anketlere yansıyan yüzdeleri hiç de az değil. Bu yüzde, neredeyse ana muhalefetin oy oranı kadar. Muhtemel ana sebeplerinden bir kaçını yukarıda özetlemeye çalıştık. Görüldüğü üzere sadece kimliksel değil. Geçmişin başarı hikâyelerini, altı boşalanlar olsa da o hikâyelerin mimarlarının hemen hepsi bugün iktidar partisinin içinde olmasa da hatta o hikâyeler yazılırken yüksek perdeden eleştirenler bugünün iktidar partisinin kadrolarını oluştursa da büyük puntolar, hedefler, kızıl elmalar geçerliliğini korumakta. Hem de bunlara ilişkin hiçbir rekabet içeren somut projeleri olmayan bir muhalefetin yarattığı güven boşluğuyla birlikte meydan olabildiğince boş.”

 

Bu tablo halen geçerliliğini korumakla birlikte, üzerine son dönemde işlenen fahiş hataları, sokaktaki insana ilişkin aşağılamaları, hesap sorucu rövanşist dili, Batı basınının rutinlerini, terör örgütü liderlerinin alışılagelmiş pervasızlıklarını, sol siyasetin tarikat-cemaatlerin kökünü kazıma vaatlerini ve Türk soluna meftun Kürt ulusalcılarının yerel ve bölgesel jeopolitiğe dönük toplumda güvenlik sendromu oluşturan demeçlerini koyabiliriz.

 

Yine iki buçuk yıl önce kaleme aldığımız Kutuplaşma ve Rövanşizmden, Helalleşme ve Yüzleşmeye başlıklı yazımızda ortaya koyduğumuz endişeleri gidermede de bir arpa boyu yol alamadığımız gerçeğiyle de yüzleşmek durumundayız. Oysa yüzleşme konularında elini taşın altına sahici biçimde koyması gereken bir muhalefet ihtiyacını defaatle vurgulamış; bunu her konunun ehemmiyetinin üzerine koymuştuk.

 

Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, bu konularda yol al(a)mamış siyasi çizgilerin Türkiye’nin değişimi yolunda sahici beklentilere girmesi fazla anlamlı olmamakta. Küçük adımlar atabildiğimiz, arzu edilen eşiğin çok ötesinde olduğumuz gerçeğini kabullenmek zorundayız öncelikle. Çıta bu olmasına rağmen, cesaret eşiğimizin kıvamı kendini bu şekilde gösteriyor iken, -seçim sonuçlarından da bağımsız- bu seviyenin üzerinde beklentilere girmek de fazla anlam ifade etmiyor. Özdeğişimin ol(a)madığı yerden hak edilmeyen kazanımlar beklemek de gerçekçi olmuyor.  

 

“14 Mayıs Anketi”nin Söyledikleri

 

Seçim sonuçları nereden baktığınıza bağlı olarak değerlendirilebilir elbette. Arzu ederseniz AK Parti’nin ciddi, Erdoğan’ın kısmi kaybını önemli bir başarısızlık olarak okuyabilirsiniz. Buna karşılık Kılıçdaroğlu’nun aldığı hatırı sayılır orana bakarak ortada bir başarı da görebilirsiniz. Buradan mesajlar çıkartıp “halk Erdoğan ve AK Parti’ye şunu demek istedi; YRP’ye ve MHP’ye giden oylar şu şu anlamlara geliyor” diyerek analizler yapmak mümkün. Daha derinlere, daha sofistike alanlara dalıp rasyonalite ile duygusallık arasında gelgitli yorumlar yapmak da olası elbette. Ama sonuçta tüm bu detayların sonucu değiştirmemesi bir yana, aritmetik başarı sağlansaydı bile ana meselelerde toplumdaki yerleşik algıları değiştirmeyeceği de açıktı. Bunun için başka formüllere, stratejilere, güvene, sahiciliğe, gerçek bir değişim hedefine odaklı realitelere ihtiyacınız var. O da, sorgula(t)mak, yüzleş(tir)mek, kabul et(tir)mek (ki bunların hepsi, sadece seçim süreçlerinin sallapati, karikatürize stratejilerine meze edilemeyecek kadar ciddi birer süreç) inanmak ve yaşamakla ilgili. Yani ispat ile. Yani gerçek, sahici ve sahih ideolojik dönüşümlerle.

 

Bununla bağlantılı ve önem arz edilmesi gereken bir diğer konu da, Türkiye’deki dindarlığın ve milliyetçiliğin dayandığı sacayakları hem tarihi derinliği hem de konjonktürel gerçekliğiyle ilgili olarak doğru okumak gelmekte. Bunların halktaki karşılıklarının neler olduğunu kavramak, siyaset dili ve stratejisini bu gerçekliği sahiplenerek oluşturmak. Bu minvalde sihirli kelime “sahicilik” olduğu gibi, alt başlıkları da “güven hissini sağlamlaştırmak” ve “korkuları izale”dir. İktidarın varoluş sebebinin bu olduğu gözetildiğinde, onun sahiciliğe ihtiyacı olmadığı, halkla arasında doğal bir dini/milliyetçi duygudaşlık ve fiili uygulamalardan kaynaklı bir realite alanı olduğunu görüp buna göre davranmak gerekir.

 

Bunu gördüğünüzde karmaşık formüllere ihtiyaç duymazsınız. Bu alanı elde var bir kabul edip, daha iyisinin ne olabileceği üzerine zihin egzersizlerini toplumun önüne koyabilirsiniz. Ama güven hissini zedeleyici, korkuları depreştirici bir dil ve siyaset izlediğinizde (ya da size yakın ya da ortak olanlar bunu yaptığında) hem toplum nezdinde haklı olarak ötekileştirilir; hem de başka alanlara ilişkin de sürekli dem vurulan o “rasyonalite”ye inançsızlık ortaya çıkar.

 

“Beka ve Güvenlik mi Ekonomi mi?” sorusunu konjonktürden bağımsız bile sorsanız çoğunlukla alacağınız cevap “Beka ve Güvenlik”tir. (Kimlikçi iklimlerde, o ekonomik vaadin bile kimin tarafından verildiği önemlidir.) Güvenliğe ilişkin somut görünürlüğü ortaya koyanın avantajı her zaman fazladır. Bu sadece gücünden kaynaklı eşitsiz bir avantaj değildir. Topluma geçirdiği, hissettirdiği, somut olarak ispat ettiği bir alandır bu. Hele bir de siz (ya da birlikte hareket ettikleriniz) bu alana ilişkin güvenlik hissini zedeleyici, fiili durumu belirsizliğe itici, toplumun damarına basıcı jeopolitik değişim taleplerini ideolojik saiklerle ikrar eder hale gelmişseniz, (ki ideolojik yankı odalarından başka yerde faydası olmaz) oy alma ihtiyacı hissettiğiniz kesimleri incittiğinizin, öfkelendirdiğinizin, oyu garanti gördüğünüz kesimleri bile irite ettiğinizin farkında bile olmazsınız. Bunun hanenize yazdığı eksileri görmezden gelmeniz ise toplumda, başka alanlarda da ferasetsizlik içeren formülleri şapkadan çıkaracağınız sui zannını güçlendirir. 

 

Sözün özü muhalefetin, muhafazakar kesimleri ikna etmesinin başat unsuru olan “değişimde sahicilik” sınavını iyi verememesi bir yana; “güven” hissini de zedeleyici bir atmosfere kendi elleriyle odun taşıdığı söylenebilir. En azından siyasetin görünür alanında bu tablonun mevcut olduğunu söylemek gerekir. Eğer bu böyle olmasaydı, iktidarın çarpıtmaları ya da propagandaları bu derece etkili olamazdı. Siz “ekranlardan verilen görüntü yalan” diyedurun, size yakın odakların, siyasi çizgilerin, siyasetçilerin, gazetecilerin, danışmanların içeride ve dışarıda verdiği ideolojik demeç ve temenniler, mütedeyyin kesimlerde yeter derecede karşılık bulmuş olur, öyle de oldu.

 

Rasonalite ve Duygusallığın Harmanlanamaması      

 

Rasyonel akılla duygusallığı gerektiği ölçüde harmanlayamadığınızda, güçlü olduğunuzda işinize yarayacak olan rasyonalitenin, muhalefette iken gerektiği seviyede algılanmamasına şaşabilirsiniz. Halkın bunları görmediği, görmek istemediği, seviyesinin buna yeterli gelmediği avuntularına da sığınabilirsiniz. Oysa halkın tam da görüp hissettikleri ona kendi rasyonalitesini sunmakta. Sizin duyguyu geçiremediğiniz, güven vermediğiniz, “Mış” gibi yaptığınızı hissettirdiğiniz alanlar ise onun rasyonalitesini daha da pekiştirir. 

 

Görmek istemediğiniz gerçekler, sizdeki değişimi geciktirdiği gibi, “Mış” gibi yapmaların, onun endişelerini geçiştirmenizin halkın gözünden kaçmadığı, irrasyonellikle suçladığınız kitlelerin kendince ve insan doğası gereği daha önemli sebepleri rasyonalleştirdiğini görmek istemezsiniz. 

 

Rasyonalitenin, ekonomi ve hukuk alanlarından daha geniş bir habitata sahip olduğunu göremezseniz “göremedikleriniz” ve “geçiştirdikleriniz” birikir ve sizi kuşatır. Geçiştirip görmek istemediğinizin belli olmadığını sandığınız alanlar toplum tarafından notlanır. Bunlara ek olarak; 

 

  • Dindarlık ve Sağcı Milliyetçiliğin gerçek adresleri varsa, ki var, işinizin zor olduğunu görerek hareket etmeniz gerekir. Buna göre bir strateji izlemek zorunda olduğunuzu es geçemezsiniz. Bu alanı hafifseyemezsiniz. Bu durumda, içinde Milliyetçi cenahın da olduğu iktidara suistimal ettiği alanlarla ilgili kızıp köpürseniz bile o alanı “al senin olsun” diyerek inhisarına da bırakmış olursunuz. 

  • Kürt oylarına olan ihtiyaca karşılık HDP’nin ideolojik savrukluklarına, gündem ettiği marjinal taleplere, kendi mahallesine dönük radikal söylemlerindeki basiretsizliğe göz yumulduğu takdirde bunun bir karşılığının olacağı açıktır. HDP ile ilişkilendirilen muhalefetin anlayamadığı husus hep “Öcalan’dan gelen mektup/talep” meselesinin o kitlede karşılık bulacağı zannı oldu. Halbuki biri güçlü iktidarın/devletin kullandığı aparat hükmünde iken; diğeri bölgede yeniden KCK vesayeti süreçlerinin önünün açılacağı endişesi anlamına gelmekteydi.

  • Rövanşist söylemlere engel olunamadı; çünkü tabana ve seçmene gerçek manada yüzleşme mesajları verilemedi. Kutuplaşma ve konsolidasyon sadece iktidarın sarıldığı değil, muhalefetin de aşamadığı rasyonel gerçekliğimiz oldu. Hatta bazen muhalefetin anti-demokrat, marjinal ama şahin unsurları, iktidarın propagandada kullanacağı malzemeleri elleriyle sundu.  

  • İktidar pekçok imkanla, pekçok stratejiye sarıldı ve tuttu. Tutmasının sebebi dindarlık ve milliyetçilikle malul cahil bir halkın bunları kabullenmesi değil, o alanların sahici bir niteliğe sahip olması, gerçekliğinin olması ve muhalefetin bu alanlara ilişkin irite edici, ürkütücü, zaaflı ve sahici olmayan söylemlere başvurması idi.

 

Deva-Gelecek-Saadet’in Başaramadıkları

 

6’lı Masa’nın oluşumunun, ülkemizin 200 yıllık tarihi birikimi açısından teorik değeri anlamlıydı. Ancak altını dolduracak adımlar atıldığı takdirde ehemmiyeti katma değer sağlayacaktı. Nitekim öyle de oldu ve muhafazakar kesimlerde oldukça az; seküler kesimlerde ‘kazandırma ihtimali’ne rağmen bile tahammülü güç bir zemin oluşturdu. Böyle bir birlikteliğin ancak güçlü olunan ve eşit ağırlıkta bir düzlemde topluma çarpan etkisi yapabileceği daha net görülmüş oldu. Nitekim olgunlaşmamışlık, hamlık, katedilecek yolun çok başında olunması, zaaf ve boşlukların seçim kazandıracak bir etkiyi yapamadığı görüldü. Yukarıda toplumun buna henüz gerçek manada hazır olmamasını örnek gösterirken; bu ihtiyacı toplumun önüne koyanlara dönük güvensizlik ikliminin ve sebeplerinin her şeyin üzerinde konumlandığını anlatmaya çalıştık. Şimdi de bu üç parti nezdindeki boşluklara değinmeye çalışacağız:

 

  • Deva-Gelecek-Saadet, Erdoğan’ın mütedeyyin kitle ile kurduğu samimi, sahici, tarihi arka planları olan duygudaşlığı onun elinden alamadı. Bu konuda ortak bir strateji izlemeyi bile maalesef deneyemediler. (Bu stratejisizlik aslında tüm Masa için geçerli oldu. 200 yıllık tarihi dönüşümlere talepkâr olduğunu söyleyip “Ben” merkezli stratejiler izlemek, siyaset üretimindeki samimiyeti de sorgulattı. Bu da, kısa vadeli menfaatleri öncelemenin, iddia edilen ‘devrimci dönüşüm’ün önüne geçtiği intibaını kuvvetlendirdi. İktidarın başlarda propaganda olan retoriklerini haklı çıkartan manzaralar ortaya kondu.

  • 6’lı Masa’nın özellikle kimliksel konularda yarattığı siyasetsizlik, ana ve yavru muhalefet dışındaki partilerin -bu konularda kısmi tavırlar koysalar da- görünürlük ve etkililiklerini zayıflattı. Mütedeyyin ve milliyetçi kesimlerin gerçek sahiplerinin figüranı konumunda algılandılar. O kesimlerin sahiplenilmesi iktidar ya da muhalefetteki partilerin hinterlandında kaldı.  


Mütedeyyin-Muhafazakâr Kesimleri Sahiplenememe Sorunu:

 

Sığınmacılar Örneği  

 

Masa’nın mütedeyyin 3’lüsü, Masa içinden ya da dışından seküler muhalefet sığınmacıları aşağılar, ırkçı hezeyanlar, yabancı düşmanlığı körüklenirken, o dezavantajlı kitleleri gerektiği ölçüde sahiplenemediler. Kısmi çabalar olmadı değil ama bu mesele görünür ve etkili bir siyasete evriltilemedi.

 

Bu meselenin küçümsenmesi, “toplumun yüzde 75’i sığınmacılara karşı” denerek konjonktüre teslim olunması, güvenlik tehdidi, tapu karşılığı vatandaşlık meseleleri abartılı olarak gündem edilirken; insan hakları merkezli, sığınmacıların yanında duran ve buradan yola çıkarak endişeleri giderici insan onuru merkezli bir siyaset üretilemedi. Yapılan bir iki toplantı, basına verilen bir iki demecin yetersiz kalacağını elbette bilmekteydiler. Tabiri caizse bu topa bilerek girmediler. Oysa toplumdaki yüzde 75’lik sığınmacı karşıtlığı konjonktürel idi. Yüzde 25’lik kesim ise oldukça değerliydi. Bunları tamamına yakını da zaten AK Parti kitlesi idi. AK Parti bu kitleyle de ilişkisini sağlam kurdu. “Mazlumların ezdirilmeyeceği” söylemleri, başta cumhurbaşkanı olmak üzere en üst düzeylerde dile getirildi. 

 

Bu mesele şu anlama gelmekteydi: Siz mütedeyyin kesimle “helalleşme”yi gündeme getiriyor, adaletten, insan haklarından dem vuruyorsunuz ama toplumun en dezavantajlı kesimlerine dönük vicdanları titreten, korkutan açıklamalar yapıyorsunuz. Ahlaki boyutunu bir kenara bırakalım, siyasi realitede Suriye politikasına ilişkin kurduğunuz irrasyonel cümleler, oy almak zorunda olduğunuz toplumu sadece korkutmakla kalmıyor, dış ilişkilerden sorumlu danışmanınız “Sığınmacıları göndermek; Suriye’den askeri çekmek…” vb.açıklamalarla sonunun nereye varacağı bilinmez olan bir güvensizlik halini bu topluma mesaj olarak geçiyor. Buna ram olan kitleler zaten size oy veriyor. Siz karşınızdakileri ikna etmeniz gerekirken, aksine 12 yıllık bir dejavuyu sahneliyorsunuz. Böylelikle başka konulardaki samimiyetiniz de sorgulanır oluyor. 

 

Muhalefet, sığınmacıları sahiplenme konusunu sadece basite almakla kalmadı; oy beklediği kesimlerin büyük kısmını buna bağlı olarak başkaca konularda da korkuya ve güvensizliğe itti. 

 

Baştan beri ifade ettiğimiz diğer bir konu da “tehditler” meselesi idi. Bu konuların tümü o tehditler bahsinde geçerli olduğu gibi, en önemli tehdit konusu ülkenin liderinin sürekli tehdit edilmesinin mütedeyyin kesimlerde yaratacağı ürküntüyü hesap edememek oldu. Seküler tabanlar bu konularda zaten fütursuz davranıp o toplumsal kitleleri direkt muhatap alıcı korkulara alan açtılar. Rövanşizmin sadece mahkeme salonlarında değil, sokaklarda da, kamusal alanlarda da geçerli olacağına dair korkular ürettiler ve muhalefet bu solunan havaya ilişkin gerekli ciddi uyarıları yapmadı, yapamadı. Yapılan uyarılar bu korkuları izale etmeye yetmedi. Bir toplumsal kesimi yanınıza çekmeye çalışıyorsunuz ama aynı zamanda onun toplumsallığının tehdit olarak görüldüğünü kendisine izhar ediyorsunuz!

 

Kılıçdaroğlu’nun kısmi mesajlarının bu alanda yeterli olacağı zannedildi. Oysa baştan beri sıraladığımız alanlardaki güvensizlik varoldukça bunun yeterli gelmeyeceği görülebilmeliydi. Hesap sormanın sadece yargısal ve iktisadi alanda değil, Suriye politikasında da geçerli olduğu vehmini topluma geçirmenin, mazlumlara yaşatılacak trajediyle birlikte, teröre karşı güvenlik politikalarını işletenlerin teslim alınacağı tehdidinin iç içe geçtiği anlaşılamadı. Bu konularda belli ki Masa’nın diğer aktörlerinin de ana ve yavru muhalefete yaptıkları uyarılar etkili olamamıştı. (Mesela A.Davutoğlu, Cem TV’ye katıldığı son programlarından birinde bu konuyu bölgesel ve uluslararası gerçekler ve hukuk bağlamında her vechesiyle veciz şekilde ele almıştı.) 

 

Masa’da istikrarlı bir siyasete dönüştürülemediği ve Kılıçdaroğlu bu meseleyi saha gerçeklerine rağmen popülist tarzda sürekli gündeme taşıdığı için toplumun algısı, sığınmacıları ötekileştiren, tehdit olarak algılatan CHP’nin 12 yıllık siyasetiyle sarmalanmıştı. Bu söylemlerin muhafazakar-mütedeyyin insanların duygu dünyasına “ırkçılık” olarak geçtiği bir türlü anlaşılmak istenmedi. Sığınmacılara dönük empatisini sürdüren ve iktidarın da sığınmacı politikalarındaki yanlışlarına şahitlik eden Muhafazakar kesimlerin asla kabullenemeyeceği olgunun, iktidarda kim olursa olsun bize emanet bir topluluğun iktidar eleştirilerinin hedefi ve kurbanı haline getirilemeyeceği idi. Üstelik, müslümanın dimağında “Alevi” videosu çekerek Sünni kesime mesaj veren bir liderin bu duygu halini anlayamaması; etrafındakilerin ona gerekli uyarıları yapmamış olmaları anlaşılır gibi değildi! (Sığınmacılar ve siyasetin sorumluluğuna ilişkin daha önce Perspektif’e yazdığımız iki analize bakılabilir: “Sığınmacılar ve Siyasetin Sorumluluğu”, “Hamaset ile Gerçeklik Arasında Mülteciler”)

 

Bu kitleyle bağ kurması beklenen, bu konularda daha aktif olmaları gereken diğer siyasi partiler de 6’lı Masa’nın kendilerine dayattığı siyasetsizlik atmosferinde yetersiz kaldılar. 

 

Bir diğer ve asıl önemli olan husus ise, muhafazakar kesimlerle yukarıda sıraladığımız konularda duygudaşlığı paylaşması gereken Masa’daki partilerin, ekonomi gibi somut alanlar dışında, bu kesime hiçbir konuda rehberlik etmeyi becerememeleriydi.

 

Sığınmacılar, Güven ve Duygudaşlık Bağının Vesilesi Olabilirdi 

 

Masa’nın 3’lüsünün konjonktüre teslim olmadan, kararlı, net, istikrarlı, sığınmacı merkezli bir insan hakları söylemiyle hem muhalefeti hem de iktidarın hatalarını eleştirip Ümit Özdağ, Sinan Oğan gibilerin gördükleri işlevi, tersinden ifa etmeleri mümkündü. Sadece bu konu bile onların mütedeyyin kesimlerle olan bağını ciddi biçimde güçlendirip, onlara başka konularda da güven duyucu bir iklimi besleyebilirdi. Kararlı bir itikatla, yükselmiş bir ses tonuyla, mağduriyetlerin yaşandığı her alanı konu ederek bir görünürlük oluşturmaları, içinden çıkmış oldukları tarihe de ahde vefayı beraberinde getirebilirdi. Laik kesimler onları bu konularda zaten suçlamakta idiler. İktidar zaten üzerlerine sığınmacı politikalarının “günahlarını” yüklemeye hevesli idi. Medyaları ve trolleri bu konularda yalan yanlış yayınlar, dezenformasyonlar yapmakta idiler. Buradaki adil ve samimi boşluk özellikle Gelecek ve Deva partileri tarafından doldurulabilirdi. Bu tutum, onların İslam dünyasıyla kuracakları ilişkilerde de, iktidarın adaletsizlik, yolsuzluk gibi konularda din-i mübini İslam’a mugayir yönelimlerini anlatmakta da kolaylaştırıcı olurdu. Onların bir 3.yol tutmalarında da etkili olurdu. YRP’den, hatta İYİ Parti’den daha fazla teveccüh kazanmaları da işten bile olmazdı. Ama olmadı. Oysa insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratlık tam da bugünler için lazımdı. Din soslu ulusalcılığın tepelerinde demokles kılıcı gibi sallandığı tehditler de bu vesileyle aşılabilirdi. Bu partilerin içindeki münferit çabalar yeterli gelmedi; zira bu partilerin tutum, tercih ve kadro yapılanmaları bu konunun merkezi politikalar olarak görülmesini engelledi.   

 

Elbette pekçok toplumsal sorunumuz var ve bunları hemen herkes benzer söylemlerle ya sahipleniyor ya da karşısında duruyor. Ama farkedilmenin, ciddiye alınmanın, görünür olmanın yegane reçetesi bunlardan bir veya birkaçını sizi özel kılacak şekilde sahiplenmektir. Konjonktüre rağmen ısrarla o konuları gündemleştirmek, istikrarlı olmak, konu gündeme geldiğinde sizin akla gelmenizdir. Özellikle hesap kitap, planlama gerektiren konuların dışındaki kimliksel ve insan haklarını içrek konulardan bahsediyoruz. Yoksa tarım ya da sağlık politikalarında veya ekonomide ne kadar başarılı reçetelere sahip olursanız olun bunları hemen herkes gündemleştirmekte ve ‘rasyonel’ olarak kodladığımız konular arasında yer almaktadır. Diğerleri ise sizi siz yapacak, sizin kimliğinizi, kişiliğinizi öne çıkaracak, bir ittifak içinde yer alsanız bile -işte o zaman- kendi logonuzla göğsünüzü gere gere toplum önünde teraziye çıkabileceğiniz alanlardır. Bu alanları -çeşitli ve yersiz endişeler yüzünden- yaratamadığınızda, parti içi dengeleri ya da toplumdaki algıları vs bahane ettiğinizde, cesaret ve samimiyetiniz de buna göre sorgulanmakta. Ve bu mesele, “toplum ne der, nasıl bakar?” dediğiniz başkaca konular için de geçerli olur, oldu da. Sürekli “toplum ne der? Toplumun şu kesimi bu meseleye nasıl bakar?” baskısını üzerinizde hissettiğinizde, bir süre sonra toplum nezdinde tamamen görünmez olma riskiyle başbaşa kalırsınız. Herkesi memnun etme zannı, hiç kimseyi memnun edememe gerçeğine toslar. (https://www.perspektif.online/toplumsal-algilar-ahlaki-siyasete-engel-midir/ Bu konuyu Hollandalı lider Sigrid Kaag ve partisinin siyasi yükseliş hikayesi üzerinden değerlendirmiştik)

 

Bu eksikleriniz varken, bir de bunun üstüne iktidarın en başarılı görüldüğü, toplumla duygudaşlığını en fazla sağladığı, güvenlik hissinin de yegane pekiştirildiği alanlar olan savunma sanayi üretimleri, yerli araba, İHA-Siha’larla kavga eden, istihzada bulunan, hatta bir tehdit gibi algılatan söylemlerin elbette bedeli olacaktı. 6’lı Masa’da bu yanlışları tolere etmeye gayret eden çabalar da elbette yetersiz kalacaktı. Bir tarafta yapanlar ve sonuç alanlar (iktidar), ülkenin güvenliği ve gelişmesi yolunda öyle böyle adım atanlar, terörle mücadelede somut sonuçlarını ortaya koyanlar; diğer tarafta bu tablonun hakkını vermeyi bırakın, tablonun kendisini risk, abartı ve tehdit alanı gibi gösterme çabaları. İşte diğer alanlardaki “rasyonalite” söylemlerini şüpheli ve anlamsız kılan da bu resmin kendisidir. “Rasyonalite mi güvenlik mi?” sorusuna kırk dereden su getirerek cevap vermenizin, üstüne topluma negatif algılar yüklemenizin elbette bir bedeli olacaktır. Unutmamak gerekir ki siz bu kesimi ikna etmek, bu kesime güven vermek, bu kesimle hemhal olmak, yepyeni bir yol haritasını bu kesime kabul ettirmek üzere yola çıkmış olmalıydınız! 

 

Peki bunca hataya, yanlışa, ferasetsizliğe rağmen muhalefete iktidar tabanından hiç mi kayma olmadı? Oldu elbette. Lakin bu daha çok, iktidarın dini, toplumsal, ekonomik, siyasi yanlışlarına öfkelenme ve bu öfkeyle yine iktidar kanadına yakın partilere yönelmeyle sonuçlandı. Yoksa muhalefete dönük, ülkeyi değişim yolunda yenileyici, had safhada bir motivasyon ve ruh haliyle olmadı. Bu kesimler, gelecek umutlarına umut katanlar gördükleri için değil, negatif bir hissiyatla, umutlarını törpüleyenleri aynı mahallede kalarak cezalandırma yolunu seçtiler. Yoksa kibirli adamlara, yolsuzluklardan beslenenlere, halktan kopanlara gönül koyanlar karşılarında ümit vadeden bir siyasi çizgi gördükleri için tercihlerini o yöne sevk etmediler. Mefhumu muhalifinden şunu demiş oldular: “Bizimkilerin ciddi bir uyarıya ihtiyacı var ama bu, bana güven vermeyenleri, beni irite edip korkutanları ödüllendirmemi gerektirmiyor”

 

Teorik doğrular elbette değerlidir. İnşası için çaba göstermek önemlidir. Ama bu fırsatı ontolojik tehdit hisseden kitlelerin bu hissiyatı giderilmeden vermelerini beklemek beyhudedir. Bundan dolayı sizi metazori birlikteliklere iten “50+1 sistemi”ni suçlamak kolaycılık olur. İnsan da acelecidir. “Memleket batıyor acele etmeliyiz” mottosu sizi haklı gösterebilir ama en doğrusu, ilmek ilmek dokuyarak, ne dokumak istediğini bilerek, yazı boyunca sıraladıklarımızı hesap ederek ilerlemektir. Bu biraz zaman alacaktır ama bunları ıskalayıp sadece matematiğe odaklı, Meclis, birleşmeler vs.odaklı siyasetin de toplumda karşılık bulması güçtür. İhtiyaç matematiğe değil, toplumun samimi teveccühünedir. 

 

Hakiki gelecek inşası ancak bütün bu saydığımız alanlar, sıraladığımız endişeler ciddiye alınarak gerçekleştirilebilir.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.