mesut yeğen

PERSPEKTİF’TE 2022

Her halükârda, “Bir de şunu deneyelim” diyerek gidebileceğimiz bir seçim yok önümüzde. Verili durumda muhalefetin önündeki en optimum seçenek nedir ve nasıl hayata geçirilir, bir an önce kararını vermemiz gerekiyor.

Erdoğan tercihini yaptı. Yargının yasak kararı Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İmamoğlu’yla yarışmayı istemediğini gösteriyor. Kendince haklı sebeplerle ilgili olsa gerek, Erdoğan İmamoğlu’ndansa başka bir rakiple yarışmayı tercih ediyor. Şimdi sıra muhalefette. Muhalefet de en geç bir iki ay içerisinde bir tercih yapmak zorunda: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın karşısına kimle çıkılacak?

 

Muhalefetin İmamoğlu’na konulan yasağın öncesi ve sonrasındaki seçenekleri teorik olarak çok farklı değil. Yasak kesinleşmediğinden İmamoğlu halen aday gösterilebilir, yasak kararı öncesinde olduğu gibi Kılıçdaroğlu ya da Yavaş ya da tümüyle yeni bir isim ortak aday olarak tercih edilebilir ya da çok adayla seçime gidilebilir. Muhalefetin seçenekleri aşağı yukarı aynı olmakla beraber seçeneklerin sıralaması artık aynı değil. Yasak kararıyla beraber İmamoğlu seçeneğinde karar kılma ihtimali iki hafta öncesine göre zayıflamışken, yine iki hafta öncesine göre, Kılıçdaroğlu ve çoklu aday seçeneklerinde karar kılma ihtimalleri kuvvetlenmiş durumda. İmamoğlu’na getirilen yasak sadece muhalefetin tercih sıralamasını değiştirmiş değil. Muhalefetin önündeki beş seçeneğin cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandırabilme şansı da iki hafta öncesine göre değişmiş durumda. Burada da yeni bir sıralanma var.

 

İmamoğlu: Rejim Krizi

 

Yargı eliyle konulan yasak İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanma şansını daha da büyütürken aday olma ihtimalini azaltmış durumda. Malum, yasak gelmeden önce kamuoyu yoklamaları neredeyse ittifakla İmamoğlu’nun Erdoğan’ı ilk turda ve zorlanmadan geride bırakabileceğini gösteriyordu. Yasak kararının işaret ettiği ‘Erdoğan’ın çekindiği aday’ imajı, kararın yarattığı mağduriyet ve projektörlerin üzerine çevrilmesi İmamoğlu’nun seçmen desteğini daha da büyütmüş olsa gerek. Dolayısıyla, muhalefet olur da bugün adaylığında karar kılsa, İmamoğlu seçimleri kamuoyu yoklamalarının düne kadar öngördüğünden de farklı bir skorla kazanabilir. Ne var ki, İmamoğlu’nun seçimleri kazanma şansını büyüten yasak kararı aday yapılma ihtimalini ise azaltmış durumda. Malum, ‘olağan aday’ olarak Kılıçdaroğlu, Erdoğan karşısında seçimleri kazanma şansını son altı aylık saha performansının ardından da yükseltemeyince İmamoğlu’nun aday olma ihtimali yeniden artmıştı. Ancak, İmamoğlu’nun muhtemelen tam da bu nedenle siyasi yasakla cezalandırılması, aday yapılma şansını epey zora sokmuş görünüyor.

 

İmamoğlu’nun aday olma ihtimali artık daha az, çünkü İmamoğlu + yedek adayla seçimlere gitmek seçeneği manipülasyona açık ve yönetilebilirliği zayıf, buna mukabil tek başına İmamoğlu’yla seçimlere gitmek de rejim kriziyle baş başa kalma ihtimalini göze almayı gerektiriyor. Ortalama seçmenin genel eğilimini, muhalefetin parçalı yapısını ve muhalefet partilerinin yatkınlıklarını birlikte düşündüğümüzde ne yedek adayla ne de rejim krizini göze alarak yalnızca İmamoğlu’yla seçimlere gitme seçeneği kuvvetli görünüyor. Bu da İmamoğlu’nun aday olabilme ihtimalinin yasak kararı öncesine nazaran epey azalmış olduğunu gösteriyor. Özetle, rejim krizi göze alınabilse ya da muhalefet yekvücut olabilse İmamoğlu’yla cumhurbaşkanlığı seçimleri kazanılabilir ama tam da bunların olma ihtimali zayıf olduğundan İmamoğlu’nun adaylığında ortaklaşma seçeneği de zayıflamış durumda.

 

Kılıçdaroğlu: Olağan Aday

 

İmamoğlu’nun saf dışı bırakılması Erdoğan’a yenebileceğini düşündüğü Kılıçdaroğlu’yla yarışma imkânı verecek görünüyor. Aslında, İmamoğlu’na yasak gelmeden önce de Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanlığı yarışının ‘en olağan’ adayıydı. Muhalefet cephesinin en büyük partisinin başkanı olması, 2019 seçimlerinde gösterdiği kurmaylık becerisi, altı farklı partinin bir seneyi aşan ortak mesaisine liderlik etmesi, HDP’den almış göründüğü onay vs. hepsi birden Kılıçdaroğlu’nu zaten muhalefetin olağan adayı yapıyordu. Ne var ki, bütün bu hasletlerinden ötürü en olağan aday olduğu halde, seçimleri kazanma şansı açısından bakıldığında Kılıçdaroğlu adayların başında gelmiyordu. İmamoğlu’na getirilen yasak Kılıçdaroğlu’nun adaylığını daha da olağanlaştırırken, seçimleri kazanabile şansında bir değişikliğin olduğunu söylemek için henüz erken.

 

İmamoğlu’nun ekarte edilmiş olması ve Mansur Yavaş’ın da sahne alacak gibi görünmemesi Kılıçdaroğlu seçeneğini iyice olağanlaştıracağından, bu durum Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin beklediği üzere, Kılıçdaroğlu’na verilen seçmen desteğini büyütebilir. Bekleyip görmek gerekir ama bunun gerçekleşmeme, hatta tam tersinin gerçekleşme ihtimalini de göz önünde bulundurmak lazım. Olağan aday olarak Kılıçdaroğlu’nun adaylık yarışında yalnız kalması muhalefet seçmeninin bir kısmını “Erdoğan yaptı yapacağını” duygusuna sevk edip sandıktan soğutabilir. Bu da Kılıçdaroğlu’nun seçimleri kazanma şansını büyütmek bir yana zayıflatabilir de. Her halükârda, İmamoğlu’na getirilen yasak Kılıçdaroğlu ihtimalini kuvvetlendirirken Kılıçdaroğlu’nun kazanma şansında bir değişiklik olduğunu söylemek henüz mümkün değil.

 

Çoklu Aday: Toplu İntihar

 

Muhalefetin ‘en olağan’ adayı başından beri Kılıçdaroğlu olmakla beraber muhalefetin önündeki en kuvvetli ihtimallerden biri de yine başından beri ortak adayda uzlaşamayıp çok adayla seçime gitmekti. ‘Seçilebilir’ ortak adayda buluşma ihtimalini kısmen zayıflattığından, İmamoğlu yasağı otomatik olarak çoklu adayla seçime girme ihtimalini yükseltmiş durumda. Yeni durumda olağan aday olarak Kılıçdaroğlu’nda ve tümüyle yeni bir adayda uzlaşamamak ihtimali halen yabana atılabilir olmadığından, dahası seçilebilirliği şüpheli görünen Kılıçdaroğlu’nun adaylığının daha da olağanlaşması, çoklu adayla seçime gitme ihtimalini artırmış durumda. 6’lı Masa aday konuşmaya başladığında olağan aday olarak Kılıçdaroğlu’nun seçilebilirliğine ilişkin şüpheler sürüyor olursa ve Kılıçdaroğlu’nun adaylığında ısrar edilirse, çoklu adayla seçime gitmeye sürüklenmek işten bile olmayabilir. Özetle, çoklu adayla seçime gitme ihtimali iki hafta öncesine göre bugün daha fazla.

 

Buna mukabil muhalefetin çoklu adayla seçimi kazanma şansı aynı. Çoklu adayla seçime gitmek dün olduğu gibi bugün de toplu intihar demek olacağa benziyor. Çoklu adayla seçime gidildiğinde seçimin ikinci tura kalacağı neredeyse kesin olduğundan ikinci tur öncesinde şu türden bir manzarayla karşı karşıya kalma ihtimalimiz az değil: Gerek Cumhur İttifakı’nın yüzde 40’ın üzerinde bir blok olarak seçime katılmasının oluşturduğu avantaja gerekse de muhalefetin ortaklaşamadan ve muhtemelen birkaç blok olarak seçime gitmesinin seçmende yarattığı hüsrana bağlı olarak, iktidar parlamento çoğunluğunu ele geçirmiş, Erdoğan da yüzde 40’ın biraz üzerinde bir oyla seçimlerin birincisi olmuş olacak. Erdoğan’ın açık ara birinci olup muhalefetin mecliste çoğunluğu ele geçiremediği bir iklimde yapılacak ikinci turda Erdoğan’ın seçmen desteğini aman aman yükseltmeden bile 50+1’i bulması sürpriz olmaz. Özetle, çoklu adayla seçime gitme dün de bugün de toplu intihar demek olacak. Burada değişen bir şey yok. Değişen şu: Çoklu aday ve toplu intihar ihtimali bugün dünden daha fazla.

 

Yavaş: Mecburiyet Çıkmazı

 

İmamoğlu yasağı bir dönem kuvvetlice bir alternatif olarak görülüp HDP’nin “oy vermeyiz” uyarısından sonra gündemden uzaklaşan Yavaş seçeneğini de iki hafta öncesine göre az da olsa kuvvetlendirmiş olsa gerek. Kılıçdaroğlu’nun kolayca nötralize edilebilir görünmeyen seçilebilirlik şüphesi ve çoklu aday seçeneğinin toplu intihar demek oluşu 6’lı Masa’yı yeniden ve mecburen Yavaş seçeneğini düşünmeye sevk edebilir. Kürt seçmenin uzak duracak olmasının yaratacağı seçmen açığını MHP seçmeninin bir kısmından gelecek destekle kapatma ihtimalinin mevcut oluşu bir yandan, Kürt seçmene borçlu olmayan bir cumhurbaşkanı seçmek ihtimalinin yaratacağı ‘heyecan’ diğer yandan Yavaş seçeneğini daha da kuvvetlendirebilir. Cumhurbaşkanlığını MHP kökenli bir isme bırakacak olmanın CHP sıralarında yaratacağı rahatsızlığı ise çoklu adayla seçime gitmenin yaratabileceği sonuçtan duyulan korku nötralize edebilir.

 

Öte yandan, Yavaş’ın seçilme şansında dünden bugüne aman aman bir değişiklik olduğunu söylemek mümkün değil. Yavaş, 6’lı Masa’nın ortak adayı olur da HDP de kendi adayını çıkarırsa cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalacağı dün de kesindi bugün de. Bu da şu demek: Yavaş seçeneği çoklu aday seçeneğinin kapıyı araladığı Cumhur İttifakı ve Erdoğan’ı bir dönem daha iktidarda tutma riskini aynen taşıyor. Dolayısıyla, HDP’yle bir tür anlaşma olmadıkça, çoklu aday seçeneğinden uzak durmanın sevk edebileceği mecburi çıkış olarak Yavaş seçeneği, çoklu aday seçeneğinden farklı bir netice üreteceğe benzemiyor. Böyle olmakla beraber Kürt seçmene borçlu olmayan cumhurbaşkanı seçmek heyecanı Yavaş ihtimalini büyütebilir.

 

Yeni Bir İsim: Olmayacak Dua

 

Bu dört seçeneğin hiçbirinin kesinkes tercih edilebilir olmayışı bir yandan, hiçbirinin seçimin kazanılmasını garanti etmemesi diğer yandan, bir beşinci seçenek olarak yeni bir isimle seçimlere gitme ihtimalini canlandırabilir görünse de, bu ihtimal dün de kuvvetli değildi bugün de. 6’lı Masa’nın ve HDP’nin ortak adayı olabilecek ve dolayısıyla seçilebilecek bir ismi Masa dışından bulup getirmek ihtimali artık neredeyse sıfıra yakın olduğundan, yeni bir isimle cumhurbaşkanlığı seçimlerine gitme seçeneği ufukta ve çok zayıf bir ihtimal olmaya devam ediyor. Ete emiğe bürünmemesi bu seçenekle ilgili olarak seçim kazanma şansı analizi yapmayı da imkânsız kılıyor.

 

İmamoğlu yasağının yarattığı manzara, yol açtığı yeni tercih ve seçim kazanma şansı sıralaması aşağı yukarı böyle. Anlaşıldığı üzere, manzara muhalefet açısından pek de parlak değil. Üstelik, bu bugünkü manzara. İktidarın İmamoğlu’na getirilen siyasi yasakla yetinmeyeceğini, şapkasından yeni tavşanlar çıkarabileceğini kestirmek zor değil. Ne de olsa, 2017 referandumunda mühürsüz oyları da saymayı, olağanüstü hal ortamında referandum ve seçim yapmayı, 2019’da kazanılmış seçimi iptal ettirebilmeyi ve şimdi de ülkenin en büyük şehrinin belediye başkanını ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanma potansiyeli en yüksek adayını diskalifiye edebilmeyi becerebilmiş ve bu becerisini muhalefete kabul ettirebilmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Diğer bir deyişle, iktidar pek muhtemelen İmamoğlu’na yasak getirmekle yetinmeyecek ve bugünkü manzarayı bile sabit bırakmamaya çalışacak.

 

Bütün bu hal, muhalefetin yukarıda resmettiğim verili durumdan yeni bir seçenek, yeni bir ihtimal üretmesi gereğine işaret ediyor. Bu verili durumu büyük kısmıyla tanıyarak üretilebilecek bir yeni seçenek zannımca şu: Olağan aday olarak Kılıçdaroğlu seçeneğine İmamoğlu ve 6’lı Masa aşılarını zerk etmek.

 

Hiç Olmazsa: Kılıçdaroğlu & İmamoğlu

 

Sözünü ettiğim beş seçeneğin en kuvvetli ikisinden çoklu adayla seçime girmenin toplu intihar demek oluşu, en olağan adayla yarışmanınsa seçilebilirlik riski taşımaya devam etmesi, taşıdığı riski azaltmaya çalışarak bu son seçenekte karar kılmayı görebildiğim en ‘makul’ yol kılıyor. En olağan aday seçeneğinden uzaklaşıp daha büyük riskler almaktansa, bu olağan seçeneğin riskiyle yüzleşip gidermeye çalışmak daha ‘yapılabilir’ görünüyor.

 

Kılıçdaroğlu seçeneğinin taşıdığı seçilebilirlik riskini azaltmanın en görünen yolu şu gibi: Muhalefetin ortak adayı İmamoğlu olduğunda oluşmayıp Kılıçdaroğlu olduğunda ortaya çıkan riskin sebeplerini hızlıca tespit edip, bu sebepleri nötralize etmenin yoluna bakmak. Ayrıntılı araştırmalarla daha iyi bir resim elde edilebilir edilmesine, ancak şu ana kadar bildiklerimizden anlaşılan şu: Ne kadar aksi iddia edilse de, cumhurbaşkanlığı seçimleri söz konusu olduğunda seçmenler için adayın kim olduğu önemli ve bütün meziyetleri ayrı bir tarafa, Kılıçdaroğlu icracı, kudretli ve karizmatik bir lider olarak görülmüyor ve Erdoğan karşısında kazanabiliyor görünen İmamoğlu ve Yavaş’a göre daha tipik bir CHP’li olarak algılanıyor. Bu durumda, başta CHP olmak üzere muhalefet için akıllıca olan “kim olsa ya da tıpış tıpış oy verecekler” türünden isabetsiz değerlendirmelerden bir an önce vazgeçip, durumla yüzleşmek ve seçilebilirlik riski yaratan bu durumu nötralize etmek olacak.

 

Kılıçdaroğlu’nun adaylığını İmamoğlu’yla ve 6’lı Masa’yla desteklemek, Kılıçdaroğlu imajına İmamoğlu’nun milliyetçileri, muhafazakârları ve Kürtleri bir araya getirebilen kapsayıcılık ve icracılık imajını, yanı sıra 6’lı Masa’nın ‘bir aradalar’ imajını zerk etmek bu türden bir nötralizasyon işinde işe yarayabilir. Seçmenin Kılıçdaroğlu’na baktığında Kılıçdaroğlu’yla beraber İmamoğlu’nu ve 6’lı Masa’yı birlikte görmesini sağlayacak bir program ve kampanya, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilk turda kazanmakta işe yarayabilir.

 

Her halükârda, “Bir de şunu deneyelim” diyerek gidebileceğimiz bir seçim yok önümüzde. Verili durumda muhalefetin önündeki en optimum seçenek nedir ve nasıl hayata geçirilir, bir an önce kararını vermemiz gerekiyor.

İLGİLİ YAZILAR

dünya kupası şampiyonu arjantin

PERSPEKTİF’TE 2022

Bir Dünya Kupası’nı daha idrâk etmenin vazife şuuruyla ve turnuvanın bitmiş olmasının hüznüyle “cepheden” son mektubu yazıyor ve Arjantin’in şampiyonluğunu daha ilk günden dile getirmek cesaretini gösterdiğimizi hatırlatıyor ve “bizim çizgimiz belli” diyorum. Çizgimiz, Arjantin!

dünya kupası şampiyonu arjantin

Futbol olarak kabul edilebilir bir Dünya Kupası’na tanık olduk. Daha fazlası için, sürprizlerin olmaması gerekiyor, ancak sürprizsiz bir kupanın da tadı kalmıyor maalesef. Bütün favorilerin kazandığı bir Kupa, sona doğru çetin karşılaşmalar vaadetse de, genellikle tam tersi olur ve aşırı kontrolden çok da kaliteli olmayan bir futbol ortaya çıkar. Bunun örneği çeyrek finaldeki Fransa-İngiltere karşılaşmasıdır. Fransızlar normalde vermeyecekleri iki penaltıyla korkulu ânlar yaşamış olsalar bile, İngiltere’nin Kupa boyunca sergilediği muhafazakâr tutum nedeniyle finâle çıktılar, ahım şahım bir futbol sergilemeden üstelik-kadro ve kalite farkıyla.   

 

Kaybedenler

 

Bir bakıma draması bol bir Dünya Kupası’ydı. Almanya’nın elenmesi bir örnek. İlk yazıda, Almanların artık geleneksel kalite kontrollerinden geçemiyen bir kadrosunun olduğunu yazmıştım. Futbolları da gruptaki son maç hariç (o maçta da panik ânları vardı), bunu doğrulamış sayılır. Hans-Dieter Flick, bütün maçlara aynı mentaliteyle yaklaştı. Başından sonuna kadar ilk hamlesi, 65-70 dakikalar arası İlkay’ı kulübeye çekmekti. Sonraki hamleler, hücum hattının güçlendirilmesine yönelikti. Oysa, sonuçlardan bağımsız olarak Fuellkrug’un ve Sane’nin Müller ve Gnabry yerine tercih edilebileceği açıktı. Kimmich’in daha dominant olması gerekiyordu ve bunun için İlkay’ın kenara çekilmesi de dahil, daha açık bir oyun planına ihtiyaç vardı. Bunu göremedik.

 

Brezilya’nın da bir bunalım yaşadığı açık. Copa America’da Arjantin’e kaybettiler -personel kalitesi ve benç zenginliği bakımından karşılaştırılabilecekleri bir takım yoktu. Fransa sakatlarla geldi, Almanya kadrosunu yenileyememişti, İtalya katılamadı bile, belki Portekiz bu sınıfa dahil edilebilirdi -onlar da farklı problemler yaşadılar. Buna rağmen, Alex Sandro sakatlandığında Telles dışında bir sol bekleri yoktu -onun da neden kadroda olduğunu anlamış değilim. Yerine mecburen Danilo’yu kullandılar. Bu tercih çok ama çok etkiledi onları. Orta sahadaki Paqueta tercihi çok tartışılacaktır: Casemiro ve Fabinho, daha mobil bir oyun kurgusu sunabilirlerdi. Neymar kendisinden nefret eden emekli devlet memurlarını üzecek bir beceriyi nadiren gösterdi. Gerçekten de oyun sete oturduğunda Neymar’ın uzun aralıklarla oyundan kaybolduğu gözlemlenecektir. Hızlı ve güçlüler demiştik; maçlar zorlaştığında ne hızlarını ne güçlerini kullanabildiler. Bu da bir organizasyon problemine işaret eder. Kadro seçimi ve oyun planı olarak.

 

İspanya’nın problemini daha önce belirtmiş idik. Uruguay’daki (nasıl yalancı bir takımdı!) Diego Godin’e benzer bir stoper bulacaklar yahut bir santraforla oynamaya gönül indirecekler -bu santrafor Morata bile olabilir. Sadece 90 dakika tahammül etmek ve top çevirmek yerine ona pozisyon hazırlamayı amaç edinen dikey bir futbol oynamayı deneyecekler. Luiz Enrique’nin gönderilmesine şaşırdım; yeni gelen hoca, bu kadroyu aynı verimlilikle kullanmayı başaramayabilir.

 

Portekiz’de Ronaldo’nun konumu tartışmalar yarattı ancak bence skandal olan, Leao’ya, Felix’e tanınan şansın tanınmaması. İki senedir bence bir futbolcu için karar vermeyi kolaylaştıracak Serie A’da rüşdünü isbat etmiş olmasına rağmen, esas adam değildi. Ronaldo’nun daha azına razı olması ne psikolojisi ne geçmişi nedeniyle mümkün olamazdı. Bunu görmemek bir futbol yanlışıdır. Oysa Ronaldo’nun geleneksel profiline ve pozisyonuna uygun bir düzenleme yapılabilir, Bernardo Silva ve Bruno Fernandes bu amaçla daha üretken kılınabilirlerdi. Silva ve Fernandes’in rolleri ötekini gereksiz kılacak şekilde çakıştı. Ronaldo sonrasında kendilerini toplayabilirler, ancak futbolcularına Avrupa liglerinde çok ağır yükler binen bir takımın turnuva elemelerinde çok başarılı olması beklenmemelidir. Müzmin bir başaltı (underachiever) takımı olarak İngiltere’ye gelince, Tanrı Kral’ı korusun ve milli takımın başına Gary Lineker getirilsin.

 

Kazananlar

 

Fas’ın arka arkaya İspanya ve Portekiz’i elemesi turnuvanın en büyük sürpriziydi -üstelik bunu anti-futbol oynayarak gerçekleştirmediler. Büyük bir savunma eforu, takım disiplini, savunması ve oyunu açmadaki becerileriyle gerçekleştirdiler. Ancak bir savunma takımı oldukları gerçeğini hem Fransa hem de Hırvatistan maçında unuttular. Bu arada, savuma takımı olmak, hücumu düşünmemek değildir, oyunun savunma esasında şekillenmesidir. Özellikle üçüncülük maçında turnuva boyunca yapmadıkları kadar pas hatası yaptılar. Yaşadıkları sakatlıklar defans kurgularını bozmuş olsa da, set oyununa dönmeyi lehlerine sayarak hareket ettiler ve her defasında maalesef kaybettiler. Kaleci Yasin “Bono”, turnuvanın kalecisi olma şansını son maçta iki kolay gol yiyerek kaybetti. Bence, maalesef, hocaları Halid Regragui kritik ânlarda yanlış kararlar verdi. Üçüncülük maçında Bufal ve Ziyeç’in pozisyonlarını değiştirdiği bir ân vardı ki kendi oyunlarını kilitlemeyi başardılar.

 

Kupa’nın açık ara en iyi orta sahası (Modriç-Kovaçiç-Brozoviç) Hırvatistan’daydı. Buna kalecileri (Livakovic) de eklenebilir. Bütün turnuva boyunca Arjantin maçı hariç, aynı oyunu oynadılar. O maçta, topu Messi sebebiyle Arjantin’e vermeye korktuklarından oyunun sahibi gibi davrandılar. Öyle de gözüktüler ancak Arjantin yükselen grafiğiyle yorulmadan skoru elde etti. Hem Hırvatistan hem de Fas’ın esas problemi, santraforlarının yetersizliğinde. Kramariç ve el-Nesri, ne çabuktular ne de efektif. Hırvatistan daha önce Nordik ülkelerde gördüğümüz bir takım istikrarıyla, anlaşılan, hep buralarda olacak. Sadece o pötikareli geleneksel formalarına bağlılıkları nedeniyle bile alkışlanmalılar. Biliyorum burada liberal ve siyaseten doğrucu ve külyutmaz dostları tatmin etmek için bir “ustaşa” paragrafı açmalıyım fakat, kimin tarihi temiz ki? Pas geçiyorum.  

 

“Kazanan” ve “Kaybeden”

 

Final maçı başladığında, Scaloni Di Maria’yı sahaya sürmüştü; Fransa’nın sağ kanadındaki Kunde ve Dembele’nin kenarı korumadaki sınanmamışlığını cezalandıran bir hamle oldu bu. Ancak aynı Scaloni, maçın bitmesine daha 25 dakika varken üstüste sol kanadından yediği iki ataktan ürktü ve yorulmuş olan Di Maria’yı kenara alıp Acuña’yı sahaya sürdü. Bu Fransa’ya ve Deschamps’a hayat öpücüğü veren bir değişiklikti. Üstelik o kanadı da bırakarak her yerden saldırmaya başladılar; oyunu tutmak mümkün olmadı. Fakat, bu şampiyona başlarken “her şeyin bir araya gelmesi” gerekiyor dediydik Arjantin’in kazanması için. Uzatmaların bitmesine saniyeler kala bile Kupa elden gidebilirdi. Bir yerlerden, bir şekilde oyuna “müdahale” edildi!

 

Deschamps, oyunu değiştirme kararını daha devre bitmeden almıştı. Peş peşe radikal adımlar attı. Bunun meyvelerini de topladı; ikinci yarı Arjantin’i kendi sahasına mahkûm etti. Dakikalar ilerledikçe De Paul yoruldu; futbol düşünürümüz Ömer Üründül’ün sık kullandığı bir ifadeyle, bloklar arası iletişim kesildi. Mbappe’nin olağanüstü solosu Arjantin defansını perişan etti. Scaloni uzatmalarda üçlüye defansa döndü ve buna rağmen oyunu kaybetti. Arjantin bu süreçte gol de buldu ama kalesinde sayısız tehlikeler de yaşadı. Penaltılar nerden bakılırsa bakılsın, adaletsizlik ama yapacak bir şey yok. Messi için sevinmek gerekiyor. Messi de sevinsin.

 

Gerçekten ama gerçekten “unutulmayacak” bir finaldi -bunun için mükemmel bir futbol gerekmiyor görüldüğü üzere. Tam tersine, çok yanlış, dram, gözyaşı ve hüzün gerekiyor. 120 dakikada maçın kaderi belki 10 kere değişti. Fransa turnuva başlarken açık favorilerden biriydi, Arjantin, turnuva boyunca giderek gelişti ve finalde de görüldüğü üzere, kazanma fırsatı geldiğinde, bunu değerlendirdiler. Fransa için söylenecek bir şey yok, öyle ya da böyle finale çıktılar. Kadroları eksikti ama bunu çok hissetmediler.

 

Sezon ortasında Dünya Kupası oynatmak, tartışılır bir karardı. Bu konuda ortalığa yayılan haberlerin büyük bir kısmı gerçek olsa bile, esas yolsuzluğu yapan, yeni yetme zenginlerin parasına göz koyan, beyaz adamlar; üçkağıtçılık, onların işi, onların içişleri de beni ilgilendirmiyor. Sermayenin bu kadar belirlediği bir futbol düzeninin bütün suçunu Katar’a yüklemek kolaycılık, siz sattınız, onlar da aldı. Beyaz adamların, “söz konusu bile olamaz” kalıbını unutmalarından biz neden sorumlu olalım ki? Bir sonraki kupa için özgürlükler ülkesi ABD, komşuları Kanada ve Meksika’da Avrupa’ya maç yetiştirmek üzere futbolcuları kilometrelerce uçak yolculuğu ve en az 40 derece sıcağa mahkûm edecek, yetmezmiş gibi 40 ya da 48 takıma tamamlanacak bir şampiyonada buluşmak üzere hoşcakalın diyorum.

İLGİLİ YAZILAR

erdogan imamoglu

PERSPEKTİF’TE 2022

Yönetemediğinde, altından kalkamadığında iktidarın inadındaki ısrar ve bunun neticelerini “faiz sebep enflasyon sonuç” politikasında; adalet tarafında ise özellikle siyasi yargılamalar cenderesinin ülkeyi getirdiği çelişkilerde ve simgeleşmiş halini de KHK’lılar konusunda görmüştük. Bu defa direkt lideri/liderliği ilgilendiren, içinde tarihe tekerrür yaptırır şekilde hukukun da bypass edildiği, yani rakiplerinin siyasi üstünlüğünün ayan beyan kabul edildiği bir ikrarla yüz yüzeyiz.

erdogan imamoglu

Nasıl bir çaresizliktir ki, bağlandığınız TV kanallarındaki ve Meclis’teki yegâne savununuz “Recep Tayyip Erdoğan’ın yaşadıkları ile bu olay arasında hiçbir benzerlik yok; o şiir okudu, burada yargıçlara hakaret var” ve ikincisi de “Yargı bağımsızdır, yargı süreci devam ediyor” olsun. Meselenin hukuki olduğuna kendi yandaşlarını bile inandırmakta zorlanırken, “Ölüyü kim diriltti acaba?” şeklindeki kopkoyu siyasi soruya da cevap aramaya çalışmak kahredici olsa gerek!

 

‘3Y’ denen yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele için yola çıkmış ve toplumu siyaseten bu süreci doğru yönettiğine ikna edici bir rol oynamış bir siyasi çizginin bugün geldiği nokta, 3Y’nin sadece arzu edilip de yönetilememesi değil, bizatihi 3Y ile yaşamaya toplumun ikna edilmek zorunda kalmasının serencamıdır.

 

Nice ilkesel mücadelelerin, devrimci çabaların, ezber bozucu, toplumu dönüştürücü gayretlerin misyon edinildiği 20 yıllık bir sürecin ardından gelinen nokta bu: Çaresizliğe demir atmak! Korkuların esareti yüzünden hataları katmerlemek!

 

Altılı Masa’yı aylarca alaya alıp, ortak aday üzerinden tahfif edip, “7’nci ayak” retorikleriyle kriminalize etmeye çalışıp son kertede çaresizliği itiraf hükmünde bir sürprize imza atmak, iktidarın halet-i ruhiyesini açık biçimde ortaya koymakta.

 

Siyasi bir kredi hasıl olmaması için, “sanığın” mağdur olmadığını ispatlamak için de esas mağdurun Erdoğan olduğuna dair cinlikler ortaya atmak da çaresizlik itirafına mum dikmek değil de nedir? “Erdoğan’a kumpas var” ama Erdoğan’ı gördüğünde harekete geçmeyen, “gazeteci refleksiyle” bunu soruya dönüştüremeyen bir medya ağımız da baki. Erdoğan’ın konuya hiç değinmemesi ayrıca manidar. Oldukça emin olunan bu kumpasın ardında kimlerin olduğunu dört başı mamur şekilde irdeleyip toplumun önüne koymaktaki isteksizlik de şüphe uyandırmıyor değil hani!

 

Çaresizliğin Turnusolü:

 

“Hakaret var, yargı süreci devam ediyor ama Erdoğan’a kumpas da var”!

 

Böyle bir bulamaç hali. “Hiçbiri” seçeneğinin şansı yok, çünkü kâbus gibi çöküyor hatıralara. Toplumun zihnini karıştırıyor. Korkuları depreştiriyor. “Bu derece mi acziyet halindeyiz?” sorusunu sordurtuyor! Bunların tümünü aynı anda sorup depresyona girebilecek olanların önüne bir an evvel bahaneler koymak gerek! İktidar mahfillerindeki reflekslerin tercümesi bu: Çaresizlik öyle bir seviyeye vardı ki; esas zorluk, bu davanın hukuki olduğuna kendi yandaşlarını inandırabilmek!

 

İktidar cenahının artık komik olmaktan çıkar şekilde inatla tekrar ettiği bu “yargı bağımsızdır” iddiasının turnusolü nedir peki? Şudur: Sadece bu davada değil, başkaca davalarda da defaatle gördüğümüz husus hâkim ya da heyetin değiştirilmesi rutinidir. Ve bunun tekrarlandığı hiçbir iklimde yargının bağımsız olduğunu iddia edemezsiniz! Bu hadisenin tek bir defa yaşanabildiği bir beldede bile bunu söyleyemezsiniz! Herkesin bildiği sırrı utanç verici biçimde reddetmenin yegâne motivasyonu, konsolide edilen kitlelerin eline bir bahane verebilmektir. Bu çarpık, çürümüş, yozlaşmış resimden, gün geldiğinde beri olduğunu maskelemeye yarayan “Nereden bilebilirdik ki” savunusu koz olarak kenarda durmaktadır nasılsa. Oysa konu, herkesin bildiği sırrı, hukukun evrensel teorilerini tekrarlayarak maskeleyebileceğine olan sahte inançtır. Yani özcesi; halktaki karşılığının hiç tükenmemesi için çaba harcanan itikat bozukluğudur. Nasılsa, yargıyı bağımsızlıktan ari hale getirip ardından “bırakın da özgürce işini yapsın” diyebilmenin ahlaki ve hukuki karşılığının ivedilikle zuhur etmediği, siyasi bedelinin ise çabucak görülmesinin önüne engeller konmuş bir ülkede yaşamaktayız.    

 

Siyasi olduğunu düşünmeye meyyal olanlara da bahaneler hazır: “Zaten İstanbul iyi çalışmıyordu”; “Üzülmediler, sevindiler”! Aynı iktidar kafası, bu çıkışların yargının teslim alındığı, sistemin çürümeye itildiği vahamet tablosuyla ilgisinin kurulmasını zinhar arzu etmiyor. Zira bu çırpınışların, batmakta olan takayı denize kürek sokarak su üstünde tutmaya çalışmaktan farkı yok! Konsolide ettiğimizi düşündüklerimizin aklına da hakarettir ama siyasi kültürümüzde hâlâ iş gördüğü bilinmektedir.

 

İktidar, bu tercihiyle, özellikle son dönemlerde ekonomik alanda yaptığı ve halka nefes aldırdığını düşündüğü proje ataklarıyla toplumdan gelecek teveccühün yeterli olmayacağını da ikrar etmiş oluyor. Mefhumun muhalifinden rakiplerinin muhtemel ortak adaylarından ne derece çekindiğinin derecesini de orta yere seriyor. Uzun süre poker masasından kalkamayan birinin kayıplar ve yorgunluğun ardından elini belli etmeye iyiden iyiye başlaması gibi.

 

Yönetemediğinde, altından kalkamadığında inadındaki ısrar ve bunun neticelerini “faiz sebep enflasyon sonuç” politikasında; adalet tarafında ise özellikle siyasi yargılamalar cenderesinin ülkeyi getirdiği çelişkilerde ve simgeleşmiş halini de KHK’lılar konusunda görmüştük. Bu defa direkt lideri/liderliği ilgilendiren, içinde tarihe tekerrür yaptırır şekilde hukukun da bypass edildiği, yani rakiplerinin siyasi üstünlüğünün ayan beyan kabul edildiği bir ikrarla yüz yüzeyiz.

 

‘Altılı Masa’ya Altın Tepsi Yanında Yüklenen Sorumluluk

 

Bunun akislerinin daha ilk andan itibaren meyvelerini vereceğini düşünmemek olmazdı. “‘Altılı Masa’ öyle bir çıkış yapmalı ki, ülkeyi sarsmalı, büyük heyecan yaratmalı” beklentisinde olanların imdadına iktidar yetişmiş oldu. Altılı Masa, kendisinin üretip yola koyması beklenen ilk mitingini bu olay üzerine başlatmış oldu. Böylelikle Masa adına da çıta, onların da beklemediği bir faza çekilmiş oldu. Onlar da bundan sonraki içerik ve hızlarını buna göre ayarlamak durumunda kalacaklar. Bu çıtadan geriye düşmemeleri adına baskılanacaklar. Performans ölçümü bu milada göre yapılacak ve bu “fırsat”ın tepilmesinin bedelleri olacağı kendilerine sürekli hatırlatılacak.

 

Peki -hukuki süreç bir yana- buradan zaten yapılagelen İmamoğlu’nun adaylığı tartışması CHP içinde başka bir çıtaya evrilir mi? Hiç şüphesiz daha ilk günden seviyeyi buraya taşımak isteyenler oldu. Saraçhane’deki “Altılı Masa’nın en çalışkan neferi olacağım” sözlerini de, Kılıçdaroğlu’nun sürecin kontrolünü eline alma arzusuyla apar topar Almanya’dan dönüp, ayağının tozuyla İmamoğlu’na verdiği destek cümlelerinde Belediye Başkanlığına atıf yapıp, Saraçhane’deki konuşmasında “Hiçbir güç Ekrem İmamoğlu’nu İstanbul’a hizmet etmekten alıkoyamaz. Görevini şerefiyle yapacak” cümlelerini de bu tartışmadan bağımsız göremeyiz. Nitekim bu gelişmenin üzerine yapılacak anket çalışmaları da tartışmayı körükleyenlerin elini güçlendirecektir. Lakin aday kim olursa olsun, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na reva görülen hukuksuzluğun, seçim sathı mailinde onunla birlikte Türkiye’yi dolaşacağı izahtan varestedir.

 

“Peki Erdoğan bu yanlıştan geri döner mi?” diye sorsak. Tamam, inat ve akıl tutulmaları baki, lakin başörtüsüne özgürlük garantisi meselesini bile “gollük pas” olarak gören bir zihniyetin bunca pragmatizminin ardından kime sorsak “Neden olmasın?” demeyecek midir? O zaman ne denecek peki? “Bağımsız hukuk mu kararını vermiş olacak” yoksa “Erdoğan kumpası mı bozmuş olacak?” Eğer bu, muhalefete sunulmuş astarı yüzünde pahalı bir koz olarak görülürse elbette yeni bir hamle daha gelecektir. Peki o muhtemel hamle, yaşananları ve hissettirdiklerini unutturur mu? İktidarın hanesine artı yazar mı? İktidara daha büyük bir eksi yazması muhtemel başka bir büyük hatayı tetiklemez mi? Öyle bir hamle yapıldı ki, her türlü geri dönüşün türlü maliyetler üreteceği “aşağı tükürsen sakal…” misali bir durum hasıl oldu.

 

Kürt Seçmenle Empati Türkiye Sathına Yayılıyor

 

Soruna başka bir tarafından baktığımızda, aslında tüm belediyelerine kayyım atanmış Kürt seçmenin her gün yaşadığı bir sorunun bu defa Batı’da ve Türkiye’nin kalbi olan bir şehirde gerçekleşme riski artık sorunu ülke sathına taşımış oluyor. Kürt seçmenin dimağında olan gelişmeler, yaşadığı hukuksuzluklar ve yarattığı travma Batılı seçmenin empatisini hızlandıracak şekilde önüne konmuş durumda. AK Parti’nin kendi seçilmiş belediye başkanlarını görevden alması, sadece AK Partili seçmenin içine sindirmesi gereken bir olgu iken; bu defa AK Partilileri de içerecek şekilde muhafazakâr seçmenin de içine sinmesi mümkün olmayan, siyasi perspektifini etkileyecek bir düzleme doğru ilerliyoruz. Üstelik, üç yıl önceki seçim sürecinde yapılan haksızlıklar henüz onlar tarafından da sindirilmemişken. Sonuçları ne olursa olsun, gerçekleşmeyip sırf riskin tehdidiyle bile muhatap olmak, seçmen açısından yeterince öğretici ve etkileyici.

 

Sarmaldan Çıkış için Siyasi Kültürü İnkılaba Uğratmak Şart

 

Dejavulerle sarmalanan siyasi kültürümüz açısından durum hiç iç açıcı değil. Yargının mağdur ettiği siyasetçi ya da siyasi çizgiyi sahiplenip ödüllendiren bir toplumsallığa sahibiz. Herhalde bu konuda dünyada da çok yalnız değiliz. Lakin acaba bu da sağlıklı bir duruma işaret ediyor mu?

 

Gün olur 411 el kaosa kalkar, gün olur “Muhtar bile olamaz”, gün olur eften püften sebeplerle partiler kapatılmaya kalkışılır ve gün gelir Demokles kılıcı el değiştirir. 

 

Yargı eliyle yaratılan, liderliğe dayalı siyasi kültürün -popülizmi de kolaylaştıran- bir sarmal ürettiği, toplum ve siyasetin evrensel normlarla buluşmasını engellediği -ve geciktirdiği- de bir vakıa.

 

Yargının mağdur ettiğine, “Hakkını almalısın, biz de arkandayız” demekten öte “Al beni sen yönet” kıvamında, her şeyi teslim etmeye meyyal bir sosyal psikolojinin içindeyiz uzunca bir dönemdir. Çünkü normal seyrinde akan bir sisteme idareci değil, duygu durumları tatmin edici kurtarıcılar seçiyoruz. Bazen sadece karşısında olduğumuz birilerini yenme potansiyeli taşıması bile yetiyor. Turnusol tam olarak belli değil. Ölçütler müphem, duygusal ve geleneksel. Kimi, hangi lider ya da hareketi hangi normlara göre değerlendiriyoruz açık değil.

 

Mesela yargı kararları söz konusu olduğunda tarafı olduğumuz kesimlere meyleder şekilde kararlar alınmasını arzulamak sadece siyasetin değil, toplumun da motivasyonu. Yani aslında daha önceden zihnimizde verdiğimiz hükme yargıçların da imza atmasını bekliyoruz. Gerçekte hukukla değil, ideolojik duygusallıkla düşünüp hareket ediyor ve kafamızı her seferinde “…ayarını bozduğun kantar gün gelir seni de tartar…” sözüne tosluyoruz. Maalesef bu sözün içerdiğinin tercümesi, sosyo-politik bağlamda “Güç elimize geçtiğinde aynı muameleyi göreceksiniz”de karşılığını bulmaktadır. “Adalet mülkün temelidir” dedikten sonra aklımıza ilk gelen cümlelerden birinin bu olması, manidar şekilde derdimizin adalet ve basiretten ziyade intikamcılık olduğu; o rövanşizmin ise sıra bize gelene kadar aynı kültürü devam ettirip kendi çocuklarımıza zararlar biriktirdiğimiz bir sarmal olduğunu itiraf etmek istemeyiz.

 

Doğrusu, kantarın bozulmasına göz yumduğumuzda, kendi yakın vadeli geleceğimize darbe vurmanın yanında, siyasi kültüre olan güvenimizin zedelenmesinin temelinde de bu gerçekliğimizin olduğunu ıskalarız.  

 

Aslında dejavulerin ardından sürekli bu gerçeklerle yüzleşmek zorunda oluşumuz, hem ilkesel hem de zamansal bağlamda aynı kayıpları yaşıyor oluşumuz, değişim-dönüşümlerin rotasını da etkiliyor.

 

Kutuplaşmadan şikâyet etse de kendi kısa vadeli arzularının da o kutuplaşma sayesinde gerçekleşeceğine inanan ve duygu tatmininin uzun vadeli rasyonel kazanımlara tercih edildiği bir sosyal psikolojiyle sarmalanmışlığımızla yüzleşmeye pek azımız isteklidir.

 

Mağdur hangi tarafta yer alıyorsa, o tarafa dönük bütün ideolojik kompartımanların ortalığa boca edildiği ve “birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” zihniyetinin ayıplanıp, kriminalize edilip, hatta linçe maruz bırakılıp aklıselimin tard edildiği, kendimizi devlet (arzularımı güçle hayata geçirecek irade) yerine koymayı sevdiğimiz; adaleti, analizi, çözüm odaklı düşünmeyi toprağa gömdüğümüz ezberlere sarılmakta mahiriz.

 

Asıl tehlike de bu aslında. “İdeolojik ayrışma ve heybedeki turpların büyüklüğü farklı kesimleri (ya da durumu/olguyu) anlamaya engeller oluşturmakta” gibi bir cümle bile tahammülsüzlük ikliminin hedefi haline gelebiliyor. “İnsan bilmediğinin cahilidir” şeklindeki cümleyle “İnsan sabırsızdır/acelecidir” deyişlerini bir kenara yazalım. Aslında mesele tam da bu basitlikte. “Tanımlayamadığımız cisimler”in yok olması niyazında bulunanlarımız her kesimde mevcut ve asıl problemi de bu duygu durumunun sürekli tetikte olması oluşturmakta. “Birlikte” yaşıyoruz ama sadece tahammül ediyoruz! Tepemizde Demokles kılıcı gibi sallanan sadece yargı değil. Siyasetin bu kültürel seviyesi, onun ikinci bir emrine kadar topluma da bunları hissettirip yaşatıyor. Toplumun bu gerilimden çıkması o siyasetin de işine gelmiyor. Durumu sükunetle konuşma, aceleci olan toplum kesimlerini tatmin etmiyor. Cümlelerin uzaması sadece anlamayı zorlaştırmıyor, kayıp hissini de besliyor çünkü.

 

“Şu sanatçı/gazeteci bu muameleye maruz bırakıldıysa, bu camiaya neden şu reva görülmüyor?” eleştirisinin, çelişkiler yumağında ölçüyü hep kendimize yakın gördüğümüze yontmanın adalet duygusuyla uzak-yakın ilgisi yok. Nitekim tersi örnekler serdedildiğinde aynı umarsızlık bu defa bu tarafta peyda olmakta. O eleştiriler adalet arayışının değil, başka şeylerin hesaplaşması. Adil olmayan duygu durumlarının, ideolojik beklentilerin dışavurumu, o kadar. Peki ama zaten yaşaya yaşaya, tartışa tartışa gelişmeyecek mi bilinçlenme süreci? Öyle tabii ama soru “Niyet var mı?” olmalı ve bu noktaya odaklanmalıyız. Velev ki siyasette kazandırmıyor gibi görünse de.  

 

Yaşadığımız döngü, senelerce bitmek bilmeyen, uzadıkça uzayan Amerikan ya da Brezilya dizileri gibi. Her olayın merkezinde aynı motivasyon var. Mesela son trajik hadisede, “Bütün tarikat ve cemaatler kapatılsın” korosunun bize yaptırdığı dejavunün de bir farkı yok! Karşı taraf olarak gördüklerimizin hataları sayesinde kazandığını düşündüğümüz moral-ahlaki üstünlüğün bize her şeyi söyleyip savunabilmek hakkını verdiğini düşünürüz. Kategorik muhalifliğin törpülenmesinin, ülkedeki adalet duygusuyla yakın ilgisi olduğunu düşünmek istemeyiz. Bilendiğimiz öfkenin neticelerine odaklanırız. İcra eden iktidar bir yana, destek olduğunu düşündüğümüz kitleselliğe karşı genelleme yapma gücü ve hakkına sahip olduğumuzu farz ederiz. Tersinin zaten bilfiil aktif olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Deme ki hukuki normlar başta olmak üzere, evrensel değerlere vakıf olmakla onlara sadık olup bilfiil uygulamak arasında dağlar kadar fark var. Teorik doğruları her gün terennüm edip onları çiğnemeden gücü koruyamayacağına inanan muktedirler gibi.

 

İdeolojik beklentilerimizi, nadasa bıraktığımız öfkelerimizi harekete geçirecek birilerini seçmeyi, onlardan bizi bu şekilde tatmin etmelerini beklemenin adını siyaset koymuşuz uzun süredir. Tek Parti döneminden bu yana ortak aklın, birlikte yaşamın, çokkültürlülüğün değerinin trajik örneklerle unutturulduğu dönemleri siyasetin dönemsel/konjonktürel normali zannetmişiz. Bize yıllar ve nesiller kaybettirdiğini düşündüğümüz resmî ideolojiye kızarken onun gibi davranmaktan kendini alamamak gibi garabet bir halle çevriliyiz. O yüzden tanımayı, tanış olmayı, dinlemeyi, gözlemlemeyi, anlamaya çalışmayı, empatiyi, olguları anlayıp çözümleri birlikte düşünmek üzere derinleşmeyi nimet değil külfetten saydığımız bir kültürel atmosfere boğulduk. Siyaset toplumda bu vasatı yaratırken, toplumsal vasatın da siyasetin kumaşını belirlediği bir tavuk-yumurta hikâyesine mahkûm olduk on yıllardır.

 

Toplumu iyi anlamayı (ya da mahir siyasetçiyi), topluma daha önce ezberletilmiş olanlar üzerinde sörf yapabilme kabiliyetine sahip olmak olduğunu düşündük ezelden beri. 

 

İnsan Değil Sistem Seçmeliyiz

 

Evet bu günahların tümü sadece bugünkü iktidara ait değil; lakin son günahkâr üzerinden bu cendereden nasıl çıkacağımızı masaya yatıramazsak, yeni günahkârlar seçmekten kendimizi alamayacağız. Kime ve neye göre olduğunu bir kenara bırakalım ama “ahlaklı insan/lider” seçmeyi terk etmezsek dejavuler devam edecek. İnsan değil, sistemi dönüştürecek ve sistemi ahlaklı hale getirecek kadroları seçmek gerekiyor. Zihniyete odaklanmak gerekiyor. Mahalli örfleri devam ettirecek olana ya da kaleye bir süreliğine bayrak dikecek olanlara değil, elini taşın altına koyup sistemi köklü şekilde dönüştürecek olanlara yönelmek gerekiyor.  

 

Toplumu bu düşüncelere aşina hale getirmenin de tek reçetesi siyasetin önce bu dili ve zihniyeti kuşanması, eğitim sisteminin de bu gerçekler ışığında dönüştürülmesi.

 

Bu olmadığında, kimlikçi reflekslerle kötülüğün içeriden konuşulmasını engelleyenler de, karşıt kimlikçi motivasyonlarla “ne ıslahı, topunu yok et gitsin”cilerin de ayıplanması ve suçlanması mümkün olmayacak, vasatı ve aklıselimi savunanların boğulduğu iklim de bunlar tarafından sürekli zehirlenmeye devam edecektir.

 

Bir şeyi “ayıplama” ve “gayrı ahlaki” ilan etme ve bunun kültürleşmesi elbette zaman alacaktır. Ama kimin kime galebe çaldığına değil de bu ortak endişeye odaklanmak ancak farkındalık alanlarında elini taşın altına koyanlarla mümkün olacaktır. Elini taşın altına koyanların sadece akademide, entelektüel camialarda değil de siyasetin içinde yer alıp örneklik oluşturmaları, linç kültürünün üstüne gidip toplumun maslahatına olanı topluma göstermeye çalışıcı bir dil üretmelerinden başka çare yoktur.

 

Haksızlık etmeyelim; “Nasılsa kutuplaşmış bir iklim var, siyaset de bunun üzerine oturuyor, risk alsam anlaşılmaz ve kaybettirir” itikadını tersine çevirecek bir zemini üretmenin kaçınılmaz olduğunu kavramaya istekli olanlarımız artmakta. Bunun ilk adımı, olgulara uzak olanları olgulara yaklaştırmak, hatta mümkünse o olguları ayağına getirmekle mümkündür. Tabii, kutuplaşma konularında siyasi şahinlik görevi üstlenmiş siyaset ya da medya ağalarından değil, onların etkisi altında kalan toplum kesimlerinden bahsediyoruz.

 

Toplumsal düşünüş biçimlerinin, tabuların, ezberlerin dönüşümü elbette zor, hem de çok zordur. Ama siyasetin bu adımları attığı takdirde toplumda nasıl bir dönüşüme yol açabildiğini 2000’lerde gördük. Türkiye siyaseti ve toplumu tüm iç ve dış zorlamalara rağmen yaklaşık 14 yılını bu tecrübenin altında geçirdi. Siyaset ve toplum arasındaki güven ilişkisinin nelere kadir olabildiğini 90’larda asla konuşulamayan, konuşulduğunda yargının konusu olan konuların toplumun dimağında yarattığı olumlu etkilere şahit olduk. Sorun da zaten bugünkü iktidar yapısının, o günlerin taşıyıcısı kadrolardan oluşmaması, posa olarak geride kalanların da yaşadıkları dönüşümle alakalıdır. Yani siyasetin, toplumsal sinerjiyi arkasına alıp, ayıplandığını fark etmesi gereken ideolojik yüklerini rüzgâra bırakıp, evrensel normları küfeye atıp ilerlemesinin yaratacağı dönüşüme odaklanmak, “Böyle gelmiş böyle gider” diyen kadercilerin, kendini gerçekleştiren kehanetlerine çomak sokmak kaçınılmazdır. 

 

Umut etmekle başarmak için adım atmak arasındaki sıkı ilişkiyi 10-15 yıllık bir süreç yeter derecede öğretmiş iken, bugünkü sorunumuz maalesef araya 6-7 yıllık bir fetret döneminin girmiş olması. “Hele bir galebe çalalım da sonrasına bakarız”cıların, kutuplaşmacıların yüreğine su serpici, toplumun belli kesimlerinin kaybetmesinin kendi zaferlerini ima ettiğini entelektüel makyajlarla topluma zerk edenlerin ayıplanacağı günlere hazır olmak gerek oysa. “Kimin kazanıp kimin kaybettiğini belirleyen şey nedir ki?” sorusunun doğru cevabını bulmak için yol katedilmiyorsa, bunca gayret ne içindir ki? “İnşa etmemiz gereken ilkelerin, siyaset ve hukukun göz göre göre çiğnendiği ideolojik iklim yenisiyle yer değiştiriyorsa kazanan var mı ki?” sorgulamasını topluma yaptırabilmektir aslolan.

 

Ülkenin yapısal sorunlarının kolay aşılamayacağının bilincinde olmak kaydıyla, -iyi niyetli ve kapsamlı tartışmalarla- ihtiyaçlarımız düzleminde törpülenip ıslah edilebileceği konjonktürel süreçlerin işlemesi gerektiği de izahtan varestedir. Heyecan Yaratamamanın Kültürel Kodları başlıklı makalemizde, Altılı Masa’daki partilerin tabanlarında ortak bir sinerji ve motivasyon oluşturmanın zorluğunu da kapsar şekilde “Entelektüel ve sosyo-kültürel kodlarımız değişim/inkılaba inanıyor mu?” diye bir soru sorup cevabını aramaya gayret etmiştik. Altılı Masa’nın vizyonunun genişliği, misyonunun önemiyle toplumdaki karşılığı arasındaki korelatif ilişkinin niteliği ve çapı önemli. Gerek akademik ve entelektüel düzlemde gerekse toplum katmanlarında Türkiye gerçekliğini okuyanların zihin yapıları, itikatları, inançları, ideolojik konumlanmaları neyse, Masa’nın yaratacağı heyecan iklimine etki etme oranı da o. Yani “nasılsak öyle yönetiliyoruz” gerçekliği muhalefet safları için de aynıyla vaki. Değişime, sosyo-politik kültürümüzün dönüşümüne inanma, bu ihtiyacı kavramak ile bunu farklı toplum kesimleriyle birlikte gerçekleştirme ihtiyacını özümsemek ciddi bir yol katetmeyi gerektiriyor. Değişimimizin zorunluluğuna inanmak da, hangi norm ve değerlerin kurumsallaşması gerektiği bilincine ulaşmak da, bunları her zümrenin kendi içinde tartışabileceği iklimlerin oluşması da, şimdilik muhayyel gibi görünen geleceğin somut olarak yaşamlarımızda neşvünema bulması açısından oldukça önemli.

İLGİLİ YAZILAR

emine uçak erdoğan

PERSPEKTİF’TE 2022

Bugünün dindarları, muhafazakârları; konu siyaset, ticaret, piyasa olunca dini yorumların güncellenmesini gayet kolaylıkla kabullendi, kabulleniyor… Ama söz konusu kadınları ilgilendiren, ataerkil konfor alanına giren konular olunca dini yorumları bırakalım, geleneksel, ataerkil toplumun dinin içine dahil ettiği konuların bile konuşulmasına-yeniden yorumlanmasına yanaşmıyorlar.

Son bir haftada sosyal medyada en çok paylaşılan ayet, Hucurât Suresi’nin altıncı ayeti olabilir: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın”. Ayetin bu kadar zikredilmesinin sebebi ise; Birgün Gazetesi’nde Timur Soykan imzasıyla çıkan ve bir haftadır gündemi alt üst eden haber… Aynı süreçte ‘üç harfli marketler’, özellikle de BİM aleyhine bir kampanya yürütülüyordu. Komplo teorileri havada uçuştu, sahipleri tarafından iftira olarak nitelendirilen nice haber-paylaşım yapıldı. Ama kimsenin aklına Hucurât Suresi gelmedi… Cerrahpaşa’da binlerce çocuğun cinsiyet değiştirdiği için sıraya girdiği gibi tevatürleri duyduklarında da hatırlamadılar ayeti; yalan haberlerle, altlıklarla oluşturulan diğer gündemlerde de…

 

Haber yayınlandıktan sonraki tepkisellik önceki zamanlarda yaşananlar gibiydi. Önce bir sessizlik, görmezden gelme… Bakanlığın müdahilliği, iktidar sözcüsünün yorumlarıyla bu aşama mecburen terkedildi. Ardından H.K.G’nin kardeşlerinin ‘psikolojisi bozuk’ demeye getirdikleri açıklamalar ve fotoğraflar karşı atak için kullanıldı. Üç konuda birleşti bu karşı ataklar, ‘siz önce flört eden çocuklara, evlilik dışı ilişkilere bakın’, ‘din düşmanı olduğunuz için böyle yapıyorsunuz’, ‘kız altı yaşında değildi, daha büyüktü’…  Bir de mahcup bir şekilde fotoğraflar üzerinden kızın ‘rızası’ olduğunu ispat çabası…  Şimdilerde savcılık dosyasındaki ses kayıtlarından sonra kerhen bir güncelleme geldi. ‘Fasık’a takılıp kalmamak lazımmış, devlet müdahil olduysa mevzu bahsedildiği gibi olabilirmiş. Diğer dini kurumlarda, vakıf ve yurtlarda yaşanan taciz-tecavüz, istismar haberlerinde de durum aşağı yukarı bu şekilde yaşandı.  

 

“Kol Kırılır Yen İçinde Kalır”

 

Meselenin taciz-istismar olması da gerekmiyor; tıp öğrencisi Enes Kara’nın bir cemaat yurdunda intihar etmesinin ardından da aynı şekilde savunma refleksleri gösterildi, baskı ortamlarının oluşturduğu sorunlar konuşulmadı. Bu tavra sebep olarak da; ‘karşı mahallenin’ toptancı yaklaşımı, din-dindarlık karşıtı çıkışları gösteriliyor; oysa bu tavır için zaten yeterince veciz bir sözümüz var; “Kol kırılır yen içinde kalır”. Hepsi neyse de, bir de mağdurun karşısında konuşlanıp, karşı tarafı aklama çabası vardı ki; tam bir el insaf durumu ve yukarıda bahsedilen ‘toptancı yaklaşımın’ bir sebebi de bu oluyor.

 

Daha önce de yazmıştım, bugünün dindarları, muhafazakârları; konu siyaset, ticaret, piyasa olunca dini yorumların güncellenmesini gayet kolaylıkla kabullendi, kabulleniyor… Ama söz konusu kadınları ilgilendiren, ataerkil konfor alanına giren konular olunca dini yorumları bırakalım, geleneksel, ataerkil toplumun dinin içine dahil ettiği konuların bile konuşulmasına-yeniden yorumlanmasına yanaşmıyorlar.

 

Çocuk Yaştaki Anneler

 

Nikâh meselesi de böyle… Diyanet nihayet çok açık bir şekilde “hem fiziksel hem de ruhsal olgunluğa erişmeden, aile kurmanın anlam ve sorumluluğunu idrak edecek ‘rüşt yaşına’ işaret etse de geleneksel yorumda evlilik için adet görme, yani büluğ yeterli görülüyor. Sadece cemaat ve tarikatlarda değil, geleneksel dindarlığın olduğu yerlerde de 14-15 yaş, evlilik için ‘normal’ görülüyor. TÜİK’in verilerine göre 2021 yılında 7.190 çocuk doğum yaptı. Doğum yapanların 117’si 15 yaşın altındaki çocuklar oldu. Yine aynı verilere göre, 2001-2021 yılları arasında toplam 569.383 çocuk doğum yapmış. Kayıtlara girmeyenlerle bu sayının daha yüksek olduğunu belirtmeye gerek yok.

 

Bir haftadır gündemi meşgul eden olayda H.K.G’nin altı yaşındayken kendisine nikâh kıyıldığını söylemesi herkesi haklı olarak şoke etti. Oysa altı kadar 13-14 yaş da şoke edici olmalı. Ama bu olayda gördük ki; 13-14 yaş normal gibi gösterilmeye çalışıldı, fotoğraflar üzerinden ‘yetişkinlik’ imalarıyla… H.K.G, savcılıktaki ifadelerinde bu durumun, yani küçük yaşta nikâhın, evliliğin zamanla normal olduğunu düşünecek bir ortamın içinde kalıyor. İstenildiği kadar olmaz densin ama dini grupların büyük çoğunluğu için evlilik için adet görme yeterli görülüyor ve bugün artık regl yaşının 9-10’lara düştüğünü hatırlarsak; durumun vahameti iyice ortaya çıkıyor.

 

Kültürel Altyapı, Dini İnanış ve Yaşantılar

 

Gelenekle, yaşanan döneme uymayan yorumlarla yüzleşmek istenilmemesi böyle durumlar yaşandığında olanı tevil etmeye, mağduriyeti normal görmeye, gördürmeye vardırıyor. Konunun önemli bir yönü, bu duruma meşruiyet, normalleştirme sağlayan kültürel altyapı, dini inanış ve yaşantılar. İkinci yön ise; devletin, hukukun ve özellikle de sosyal politikanın alanı… Devlet bu alanı tamamen denetim dışı bırakmış durumda. Oysa yaş büyütmelerden, eğitim sistemine sokulmayıştan ve yargıya yansıyan olaylarda gerekli soruşturmaların yapılmasına kadar birçok alanda denetime, takibe ihtiyaç var. Bunu sadece taciz, istismar olayları için dile getirmiyorum; nihayetinde çok küçük yaşlardaki çocukların ağır ve kapalı bir eğitime, hele de yatılı devam etmesi başlı başına sorun.

 

Kendileri, dünyevileşmenin maddi-manevi imkânlarını, konforunu yaşarken toplumun büyük bir kesimi için en katı kuralların uygulandığı tarikat-cemaat yaşantısını ‘kutsal kale’ gibi korumaya çalışan iktidar muhafazakârlarının bu olayda yine sesi gür çıktı. Kendi çocuklarına kreşten-üniversiteye dünya standartlarında eğitimi hak görürken; başkaları için küçük yaşta çocukların ağır baskıyla eğitim gördüğü kursları, medreseleri savunuyorlar. Taciz-istismar olmasa da hem fiziki hem de çocukların ruhsal durumu açısından sağlıksız olan bu ortamların konuşulmasını, ‘dine savaş açılmış’ gibi göstermeye çalışıyorlar. Kendi gündelik hayatlarında hiç uymadıkları bu yaşam tarzına kutsallık atfedip, sorunlarını görünmez kılıyorlar. Bu ikiyüzlülük, kadının ikinci sınıf görüldüğü, mal-eşya gibi kaderinin önce babasının sonra kocasının insafına bırakıldığı sistemi büyüten en büyük mekanizma. Mekanizma, gücünü sadece bu yapılardan değil; okul müdüründen gazetecisine, vekilinden bürokratına, yargısına, ikiyüzlülüğün bayraktarlığını yapan herkesten alıyor…

İLGİLİ YAZILAR

menekşe tokyay

PERSPEKTİF’TE 2022

‘Gaslighting’, iki kişi arasındaki bir sorun olmanın ötesinde, eşitsiz bir sosyal bağlam ve güç dengesizlikleri içerisinde toplumdaki kırılganlıkları, zafiyetleri ve marjinalize edilmiş bazı gruplara yönelik stereotipleri, ırkçılığı, cinsiyetçiliği, kadın düşmanlığını ortaya çıkarıyor. En önemli enstrümanı da geleneksel medya ve yeni medya.

Amerika’nın en eski sözlük yayıncısı Merriam-Webster Sözlüğü bu yılın kelimesini seçti: Gaslighting. Bu yıl hakkındaki aramaların yüzde 1740 oranında arttığı belirtilen kelimenin kökeni, İngiliz oyun yazarı Patrick Hamilton’ın 1938 yılında kaleme aldığı aynı adlı (Gas Light) bir kitaptan geliyor.

 

Kitabın konusu, Kraliçe Victoria dönemi Londra’sında orta sınıfa mensup bir çiftin aldatmacalara dayalı evliliği. Öyle bir aldatmaca ki, koca Jack, karısı Bella’yı delirmeye başladığına ikna etmeye uğraşıyor, onun algılarını manipüle ediyor ve karısının akıl sağlığını sorguluyor; çünkü Bella evlerindeki gaz lambasının kısıldığı ve evde ayak sesleri duyduğu konusunda iddialı.

 

Oysa Bella’nın bu düşüncesinin ardında belki de küçük yaşta tanıklık ettiği bir cinayetin izi vardır. Belki de eşini bilinçli bir şekilde manipüle edip gaz lambasını kendisi kısan ama kısılmadığını iddia eden koca, onu akıl hastanesine gönderdikten sonra evde gizli olduğu iddia edilen mücevheri daha rahat arayabilecektir, kim bilir?

 

Kitap 1944 yılında Beyaz Perde’ye uyarlandı ve başrolde Ingrid Bergman’ın yer almasıyla birlikte 7 Oscar ödülü kazandı.

 

Peki ne demek bu meşhur gaslighting? Genellikle “sanrıya zorlamak”, “yanıltmak”, “gerçeklik algısını bozmak” veya “zihinsel karartmak” gibi öneriler kulağa hoş gelse de henüz bu “moda” kelimeye TDK tarafından bir karşılık önerilmiş değil. Ancak ev-içi şiddetten mobbinge, medya etiğine, siyasete dek birçok alanda aslında her gün yaşadığımız bir durum.

 

Siz de arama motorlarına başvurmadan önce arama sayılarını biraz azaltmak pahasına, Merriam-Webster’ın tanımından yola çıkarak tüyo veriyorum: Bir kişinin kendi çıkarları doğrultusunda başka birini bilinçli olarak yanıltması, psikolojik manipülasyon teknikleri uygulayarak birinin kendi bilgisinden, belleğinden, hakikate dair algılarından dahi şüphe etmesini sağlar hale getirilmesi.

 

Çağımızın Kelimesi

 

Buna bir tür “duygusal istismar” hali de denebilir. Yani, sizden daha büyük bir güce sahip olan biri veya bir seçkinler topluluğu tarafından hakikate dair algınız ve bilginiz sürekli değiştirilmek ve “zehirlenmek” isteniyor.

 

Dezenformasyonun, mezenformasyonun, sahte haberlerin, komplo teorilerinin, derin sahtelerin yılın her günü kesintisiz şekilde aramızda kol gezdiği, teknolojik araçların insanların yaşamlarını kolaylaştırmanın yanı sıra onları yanıltmak için de kullanıldığı bir dönemde tamamen “çağımızın kelimesi”nden, bir tür zeitgeist’ten söz ediyoruz.

 

Eşi üzerinde kontrol ve tahakküm sağlamak adına onu çirkin, şişman veya beceriksiz olduğuna ikna eden bir erkek düşünün. Bir noktadan sonra karşısındakini gerçekten de çirkin, şişman veya beceriksiz olduğuna ikna etmiş olsun. Dolayısıyla, eşinin hakikate dair algısını, özsaygısını ve aynada karşı karşıya kaldığı kişiliğini zedelemiş olsun.

 

Üstelik bu koca, eşine psikolojik ve fiziksel şiddet de uyguluyor. Eş, kendisini o kadar tecrit edilmiş hissediyor ki, acil yardım hatlarına dahi başvuracak bilgi ve deneyime sahip değil. Yapayalnız. Ailesine can havliyle sığınmayı deniyor, olmuyor. Karakola gidiyor, olmuyor. Kocasından şiddet görmesine rağmen “kocandır bu, sever de döver de” diyerek onu hep geri gönderiyorlar. Şiddetin tüm fiziksel kanıtlarına karşın…

 

Her akşam da, eş, eve geri dönüyor. Hem de hiçbir şey olmamış gibi… “Sen de aşırı hassas davranıyorsun” diyor; şiddetin evliliğin doğal akışında bir şey olduğuna inandırmaya çalışıyor karşısındakini. Hatta şiddete yol açmış olduğunu iddia ettiği “hafifletici nedenleri” sıralıyor, onu “histerik olmakla” suçluyor, hatta ona şiddet uygulamadığını, eşinin ayağı takılıp düşerken yüzünü dolaba çarptığını söylüyor ve bir noktada da bu yalanı tekrarladıkça eşini inandırıyor. Tahakküm ilişkisinin geçerli olduğu bu evrende, kadın bir noktadan sonra herhangi bir dış yardım almadığı sürece hakikatini deforme ediyor ve bu hayata razı oluyor. Bazen ölümü pahasına da olsa…

 

Acil Yardım Hatları

 

Bu konuda ABD ve Avrupa’da uzun zamandır önalıcı çalışmalar yürütülüyor. Örneğin Teksas merkezli Ulusal Hane-içi Şiddet Yardım Hattı, günün 24 saati, haftanın 7 günü 200’ün üzerinde dilde gaslighting mağduru kişiye destek hizmetleri sunuyor. Getirilen öneriler arasında ise, yaşadıklarına dair bir günlük tutmaları, bunu güvenli bir yerde saklamaları, yaşadıkları duygusal istismara dair ses kaydı almaları, görsel kanıt olarak fotoğraflar çekmeleri ve bunları gerektiğinde güvendikleri bir dosta veya aile üyesine göndererek depolamaları yer alıyor.

 

Bizde de Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’nun Acil Yardım Hattı başta olmak üzere şiddet karşısında hakikatle bağın kopmaması ve sanrıya zorlanmamak adına birçok destek seçeneği mevcut.

 

Her ne kadar kelimenin çıkışı psikoloji olsa da, toksik/marazi ilişkilere benzer şekilde hakikat-sonrası siyasette ve politik propaganda araçlarında gaslighting’e maruz kalıyoruz.

 

Seçim dönemlerinde siyasi partilerin liderleri veya bazı belediye başkanları hakkında seçmenlerin belleklerini, yargılarını, algılarını sorgulamalarına neden olan psikolojik manipülasyon tekniklerine sık sık tanıklık ettik. Bu teknikler uygulanırken, “öteki”leştirilen kişilere dair anlatılar tersine çevrildi, zaman zaman dikkat dağıtıldı, hatta seçmen o kişilere oy vermek üzere sandığa giderken kendisini suçlu hissetsin diye medya kanalları üzerinden dezenformasyona bile başvuruldu.

 

Örneğin Altılı Masa’nın her toplantısı veya ortak her projesine dair medyanın bir kanadından kasıtlı ve yanıltıcı paylaşımlar geldi. Bu paylaşımların amacı, dikkatleri asıl meseleden uzaklaştıran kurgusal söylentiler yaymak idi. Medya okur-yazarlığında sınıfta kalan toplum ise, bu manipülatif içeriklerin büyük kısmını “satın aldı”.

 

Batı ve Doğu Cephelerinde Durum Nasıl?

 

Geçtiğimiz sene İngiltere eski başbakanı Boris Johnson, vergi artışları konusunda Britanya kamuoyunda gaslighting yapmakla, çalışan kesim üzerinde vergiler artarken “vergileri kestik” iddiasında bulunarak gerçekleri saptırmakla suçlanmıştı.

 

Donald Trump’ın başkanlığı sırasında bir gün söylediği şeyi bir başka gün asla söylemediğini iddia etmesi, hakikati yok sayan ve kendi anlatısını tüm karşıt kanıtlara rağmen empoze eden, kendi gerçekliğini Amerikan halkına tek gerçeklik olarak sunan yaklaşımı da gaslighting örnekleri arasında.

 

Putin’in Ukrayna işgalini “oradaki neo-Nazileri ayıklayacağız” ve “barış koruma güçleri göndereceğiz” söylemleriyle gerekçelendirip hakikati deforme etme çabaları da buna örnek verilebilir.

 

Benzer şekilde, #MeToo hareketi de, bu terime sıklıkla başvurmuş, cinsel şiddet ve taciz mağdurlarının maruz kaldıkları şiddet esnasında kendi değerleri konusunda ne kadar da şüpheye düşürüldükleri ve itibarsızlaştırıldıkları görülmüştü.

 

Dolayısıyla, gaslighting, iki kişi arasındaki bir sorun olmanın ötesinde, eşitsiz bir sosyal bağlam ve güç dengesizlikleri içerisinde toplumdaki kırılganlıkları, zafiyetleri ve marjinalize edilmiş bazı gruplara yönelik stereotipleri, ırkçılığı, cinsiyetçiliği, kadın düşmanlığını ortaya çıkarıyor. En önemli enstrümanı da geleneksel medya ve yeni medya.

 

2020 yılında ABD’nin Minneapolis kentinde dolandırıcılık şüphesiyle gözaltına alınan siyah Amerikalı George Floyd’un yerde direnmeden yatarken ve elleri arkada kelepçeliyken “nefes alamıyorum” dediğini gösteren tüm video kayıtlarını hatırlıyor musunuz? Floyd, dokuz dakika boyunca diziyle boynuna bastırarak nefessiz bırakan bir polis memuru tarafından öldürülmüştü.

 

Peki, polis memurunun avukatı ne yapmıştı? Elbette gaslighting! Floyd’un “aşırı doz uyuşturucu kullandığı” ve “daha önce mevcut olan hastalığı” sebebiyle öldüğü yönündeki savunması, Amerikan toplumundaki ayrımcılık ve ırkçılığa dair gaslighting çabalarının bir ürünüydü.

 

Liste de Süreç de Uzun

 

Dolayısıyla, gaslighting aslında toplumda kurumsallaşmış olsun veya olmasın mevcut makro düzeydeki eşitsizlikler ile gündelik yaşantımızda yaşadığımız mikro düzeydeki tahakküm girişimleri arasındaki etkileşimin, yani devasa bir sürecin ürünü.

 

Hakikatimizi eğer sağlam temeller üzerine kurgulamadıysak, medya okur-yazarlığımız güçlü değilse, her duyduğumuza ve her gördüğümüze inanıyorsak, gaslighting’in olağan kurbanlarına ve açık hedeflerine dönüşüveriyoruz.

 

Upuzun bir gaslighting kaynağı var karşımızda… Alıcı uçta da bizler…

 

Ekonomik durumu abartıyorsunuz, aynı enflasyon oranı tüm dünyada var” veya “Çok uzun kuyruklar oluşuyordu, bu nedenle zam yaptık” diyerek cüzdanlara ve geçim dertlerine yansıyan acı gerçeklerin yapısal sebeplerini unutmamızı isteyenler… Bir litre sütün hangi ara 20 lira olduğunu, çocukların en temel gıdalar olan et ve sütü artık tüketemediğini görmememiz için çabalayanlar…

 

“Sahte hekimcilik” oynarken ameliyathanede dikiş atacak kadar psikolojik sorunlarını başkalarının canıyla oynamaya vardıranlar karşısında “Meslek aşkının cesaretlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yok mu hekim olmak için yanıp tutuşan bu kızı burslu okutacak bir tıp fakültesi?” diyerek meslek etiğine, sahtecilikle mücadeleye, dürüstlüğe dair algı çerçevelerimizi bozmak için köşelerini kullananlar…

 

Gerçekleri hakikat bağlamından koparmakta giderek çığır açan, bir gün ak dediğine ertesi gün kara diyen, bir gün yerin dibine soktuğunu diğer gün baş tacı eden, enflasyon kelimesini zikretmemek için sürekli “fiyat artırımı” diyen anaakım medya organları…

 

“Anayasa’da kadına, engellilere ve çocuklara karşı pozitif ayrımcılık var” diye övündükten sonra kadınların 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde özgür ve eşit bir yaşam için yürüyüş yapma hakkını engelleyenler…

 

İstanbul Sözleşmesi ve “Gaslighting”

 

“İstanbul Sözleşmesi Batı’nın Türkiye’ye dayattığı bir sözleşmedir” diyerek aslında bu sözleşmenin Türkiye’de 6284 sayılı Ailenin Korunmasına ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun başta olmak üzere kadınların şiddet karşısında koruyucu ve önleyici tedbirlerle güçlendirildiğini görmememizi, Türkiye’nin de hazırlık sürecinde Avrupa Konseyi’nde yoğun mesai harcadığı İstanbul Sözleşmesi’nin önemine dair algı çerçevelerimizi deforme etmek isteyenler…

 

Okullarda açlıktan bayılan çocukların iyi olma halini düzeltmek ve okullara ücretsiz yemek programı getirilmesini sağlamak adına birbiri ardına verilen yasa tekliflerini teker teker reddedenler…

 

Engelli-dostu olmadığı için okula erişimlerinde hep sorun yaşayan tekerlekli sandalyeli çocuklara dair hakikati gizleyen ve toplumda engellilerin olduğunu ancak takvimler Engelliler Günü’nü gösterdiğinde anımsayanlar…

 

Veya tüm mültecileri “hırsız”, “uyumsuz” veya “pis” olmakla itham edenler… Sigortasız çalıştırdığı Suriyeli mültecilere ağır çalışma koşulları hakkında kimseye şikâyette bulunma haklarının olmadığını söyleyerek onların haklarına dair algılarını manipüle eden bir patron…

 

Karşılığında ise, psikolojik travmaya uğrayan, toplumdan uzaklaşan, depresyona sürüklenen, anksiyete geliştiren, özgüveni zedelenen, anaakım medyaya güvenmeyen bireyler…

 

Gaslighting’de amaç hep ortak: “Öteki”leştirilen veya üzerinde denetim kurulmak istenen kesimin olaylar ve hakikate dair algılarını deforme etmek, onları bilişsel olarak belirli bir çerçeveye yerleştirmek ve onun dışına çıkmamaları için de onları sürekli psikolojik iplerle kukla misali idare etmek…

 

Uzun Sürede Fark Ediliyor

 

Gaslighting, fiziksel şiddet gibi anlık bir durum da olmayabiliyor. Yaşadığı duygusal istismarın bir kişi tarafından fark edilmesi aylar ve hatta yıllar alabiliyor. Dolayısıyla, etkilerinden kurtulmak da uzun zamana yayılan bir durum.

 

Medya ve toplumsal ilişkiler üzerinden yaşadığımız, zaman zaman Meclis’te ve siyaset kulislerinde de karşımıza çıkan gaslighting’i duygusal ve bilişsel bir istismar olarak kabul edip bu durum karşısında bilinçlenmemiz ise, Türkiye’deki doğruluk kontrolü ve doğrulama kuruluşları sayesinde yavaş yavaş olanaklı hale geliyor.

 

Lakin çıkmadık candan umut kesilmez. Umarım 2023’te yılın kelimesi, insan ilişkilerinde aldatmaca ve manipüle etme odaklı olmak yerine güvene, barışa, demokrasiye, insan haklarına, işbirliğine ve empatiye atıfta bulunan bir kelime olur. Hayal bu ya… Ne de güzel olur…

İLGİLİ YAZILAR

Besim F. Dellaloğlu

PERSPEKTİF’TE 2022

Her semavi dinin bir ucu uhrevi olanda diğer ucu ise dünyevi olandadır. Hatta her din bir tür uhrevi/dünyevi algoritmasıdır. Bu anlamda dinler, dindarlıklar her zaman biraz sekülerdir, her zaman da öyle olmuşlardır.

Yine bir oksimoronla başladık! Türkçe okuryazarlığın çoğunluğu için. Yazının başlığından söz ediyorum. Elbette bu, en azından, benim için geçerli değil. Yani ben sekülerliği ve dindarlığı birbirlerinin karşıtı olarak görmüyorum. Üstelik bu, benim kişisel tercihime de dayanmıyor. Tarihsel olarak, özelikle vahiy dinleri bağlamında hiçbir zaman bugün Türkiye’de genelde kabul edildiği tarzda mutlak bir sekülerlik/dindarlık karşıtlığı mevcut olmamıştır da ondan. Birçok başka meselede olduğu gibi burada da kafa karışıklığı bence din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gereken tercihlerin taşıyamayacakları kadar büyük makro-politik anlamlar kazanmış olmasından ileri gelmektedir.

 

Meseleye temelinden başlayalım. Yani kavramları netleştirmeyi deneyelim. Vahiy kutsalın kökenidir ve uhrevi olanla dünyevi olan arasındaki ilk temas noktasıdır. İçerikleri, tarihsellikleri farklı da olsa tüm semavi dinler vahiy inancına, kabulüne dayanırlar. Ancak bir vahiy inancından tarihsel bir dine otomatikman geçilemez. Bir dine mensup olmak anlamında dindarlık esas olarak bu inançla, kabulle ne yapılacağına dair olandır. Eninde sonunda dindarlık, bir faninin vahiy inancını bu dünyada yaşadığı bölüm için geçerli olan bir kavramsallaştırmadır. Dindarlık tecrübesi bu dünyada vuku bulur. Bu anlamıyla da sekülerdir. Uhrevi olmayan, dünyevi olan manasında. Vahiy, Tanrı’nın insanla iletişim kurmasıdır. Din ise bu tecrübenin üzerine dindarın kendine bir hayat kurmasıdır. Bir kitabımda mealen şöyle demişliğim vardır: “Vahiy, yani kutsal yakar. Onu avucunuza alamazsınız. Din kapsamında ele alınabilecek bütün kavram ve kurumlar, örneğin ibadet, hukuk, günah vb. vahye dokunabilmeyi mümkün kılan eldiven gibidir. Din buzdağının bizim sandığımızdan çok büyük bir bölümü sekülerdir aslında”. Dolayısıyla her semavi dinin bir ucu uhrevi olanda diğer ucu ise dünyevi olandadır. Hatta her din bir tür uhrevi/dünyevi algoritmasıdır. Bu anlamda dinler, dindarlıklar her zaman biraz sekülerdir, her zaman da öyle olmuşlardır. Uzun lafın kısası ne kavramsal olarak ne de tarihsel olarak sekülerlik ve dindarlık birbirinin ötekisidir, hiç de olmamıştır. Üstelik bu algoritmanın muhasebesinin yapılacağı makam da bellidir inananlar için. Yani din dünyevidir ama sadece bu dünyada tamamlanmaz.

 

Sekülerliğin Modernlikle Sınırlanması

 

Bir diğer önemli mesele seküler olmanın modern olmakla, hatta Batılı/Batıcı olmakla, hatta ve hatta Türkiye’de Cumhuriyet Modernleşmesi sonucunda ortaya çıkan suni bir şey olarak görülmesidir. Oysa bu konuda geçtiğimiz haftalarda Perspektif’te yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi söz konusu olan daha çok siyasi laikliktir. Toplumsal sekülerleşme ise daha çok ortalama dindarın zihniyet dünyasındaki değişimlerin takibini içerir. Sekülerleşmenin modernlikle sınırlanmasının abesliğini bir önceki paragrafta zaten açıkladığımı sanıyorum. Tekrar etme pahasına bir kez daha yazayım: Seküler olan, her tarihsel dinin içinde zaten potansiyel olarak mevcuttur. Bu potansiyelin hangi yöne doğru hareket edeceğini ise genellikle müminin yaşadığı hayat belirlemiştir. Yani onun ötesi sadece bir dozaj tartışmasıdır.

 

Seküler olanı sadece Batılı/Batıcı etkiyle sınırlamak ise özellikle bugün için bir politik kurnazlık olabilir ancak. Bu mesele bütün teolojilerin, yani Tanrı veya Din felsefelerinin en ateşli temasıdır ve bütün dinleri ve insanlığı çerçeveleyebilecek bir konudur. Vahyinin tarihselleşmesinden yüzyıllar sonra bir din için “sıfır sekülerlik”ten söz açanların, bunu akıldan geçirebilenlerin gerçekten yakından incelenmesi gerekir bence. Bunun için bile asgari teoloji lazımdır. Türkçede kullanıldığı anlamıyla ilahiyat teoloji midir? Başka bir yazının konusu olarak not edeyim kenara.

 

Türkçe İslamcı okuryazarlıkta bu savın savunma mevzilerinin ilki, İslam’ın zaten dünyevi bir din olduğu, dolayısıyla bu konuda Avrupa’da olduğu gibi bir Reformasyon’a ihtiyacı olmadığı önermesidir. Ki bu tez zaten İslam’ın fıtratında seküler bir din olduğunu örtük bir biçimde de olsa kabul etmektir. Bu mevzi aşıldığında ise İslamcı okuryazarlıkta ikinci bir savunma hattı, sekülerleşme yerine ısrarla Protestanlaşma kavramına başvurmada kurulur. Bugün bile birçok İslamcı okuryazarın Protestanlaşmanın aslında Hıristiyan sekülerleşmesi olduğunu bildiğinden pek emin değilim. Yani sekülerleşme kavramsal olarak Protestanlaşmanın daha evrensel bir halidir. İslamcı zihniyet cari dindarlığın, kendisinin de pek onaylamadığı değişim hatlarını “Protestanlaşma” diye niteleyerek “seküler” kavramını pas geçer. Dolayısıyla bu şekilde İslam, seküler olana hiç temas etmeyecek bir şekilde kavramsal olarak vakumlanır. Oysa bunu sistematik olarak yapanların yaşadıkları hayata baktığımızda en azından son dönemde çok hızlı, bayağı, hazmedilmemiş bir sekülerleşmenin yaşandığını görmek için dahi olmaya pek gerek yoktur. Bunu görebilmek için bile asgari bir mesafe şarttır. Oluşların adını koymak, yani kavramsallaştırmak ancak belli bir mesafeden mümkündür. Bu anlamda nitelikli bir teoloji yapabilmek, bu alanda kavram üretebilmek için gerektiğinde Tanrı’ya, dine belli bir mesafeden bakabilmek gerekir. Bu sefer “bakabilmek” dedim, çünkü o da görebilmenin ön koşulu.

 

Laisizm Politikalarının Rolü

 

Ancak bütün bunların böyle olmasında geçtiğimiz yazılarda sözünü ettiğim Osmanlı-Türkiye tecrübesinin laisizm politikalarının da önemli rolü olduğunu vurgulamak gerekir. Bir toplumda bir şekilde birlikte yaşayan hiçbir ideoloji, hiçbir zihniyet, hiçbir tutum ve davranış sadece kendi vakumunda yeşermez. Toplum birleşik kaplar gibidir. Her biri diğerinin olduğu halden rol çalar. Son zamanlarda sosyolojik nazarımda gündeme gelmeye başlayan “ilişkisellik” kavramı aslında tam da bunu ifade eder. En azından ben böyle yorumluyorum. Aslında kabaca şunu söylemeye çalışıyorum: İslamcılarda “seküler” ve “laik” olana karşı bu kadar güçlü bir tepkinin birikmiş olmasının sorumlusu sadece onlar değildir. Hatırlıyorsanız geçen bir yazımda İslamcılığı laisizmin ötekisi olarak nitelemiştim. Yazının başlığı olan seküler dindarlığın oksimoronluğunu Türkçe okuryazarlığın tümü için vurgulamıştım, sadece İslamcı bölümü için değil. Bu savımın en önemli kanıtı ise laisist söylem açısından da seküler dindarlığın bir oksimoron olmasıdır. İslamcılar sekülerliği dindarlığa yakıştıramazlar. Laisistler ise dindarlığı sekülerliğe. Toplumsal varoluşların ilişkiselliğini anlatabilmek için zaman zaman derslerimde, konferanslarımda “aynı tencerede pişmiş olmak” ifadesini kullanmışlığım çoktur. Bu anlamda laisizm ve İslamcılık aynı tencerede pişmişlerdir. Lezzetleri birbirine karışmıştır.

 

Seküler dindarlık kesinlikle ve kesinlikle bir oksimoron değildir. Tarihsel bir gerçekliktir. Dindarların çoğu sekülerdir zaten. Hatta kendi sandıklarından çok daha fazla. Sekülerlerin çoğu da dindardır. Çoğu zaman kendi sandıkları tarzda olmasa bile.

 

Bu meselenin kayıtsızlık, deizm, ateizm, agnostisizm vb. boyutlarına ise henüz hiç gelmedim bile. Umarım onlar da ileride yazacağım yazıların konusu olurlar.

İLGİLİ YAZILAR

Murat Çemrek

PERSPEKTİF’TE 2022

Hayatın her alanında aile içi şiddetten başlamak üzere evden dışarı adımınızı atar atmaz komşularla başlayan sürtüşmelerin, hatta çocuklar arasındaki itiş kalkışın bir anda aileler arası meydan savaşlarına dönüşmesine şahit olduğumuz distopik bir gerçeklik, ya ekranlarda ya da bizzat şahit olarak hepimizin gözleri önünde.   

Pazartesi sabahı sosyal medya hesabımı açtığımda ekrana düşen ilk haber, Ankara’da bir müzisyenin istek parçayı bilemediği için üç kişi tarafından öldürülmesiydi. Konvansiyonel medyada haberin detaylarında, müzisyenin istek parçasını bilemediğinden değil de farklı tarzda söylediğinden hemen oracıkta değil de daha sonra pusuda ağır yaralanıp akabinde hastanede tüm müdahalelere rağmen hayata gözlerini yumduğundan tutun, ölümünün yüzü parçalanarak veya şah damarı kesilerek gerçekleşmesine ve geride bir kız çocuğu bıraktığına hatta faillerin kamu görevlisi olduğuna dair bilgiler cirit atıyordu. Eğer dava sürecine yayın yasağı gelmezse kuvvetle muhtemel çıkan arbedede katledilen müzisyenin küfrettiği ve bundan dolayı ağır tahrik altında kalan sanıkların yine de müzisyeni öldürmek kastıyla değil de korkutmak cihetiyle, hatta kendi canlarını korumak için ellerine geçirdikleri şişeleri kırmak marifetiyle olayın geliştiğini okuyabiliriz. Hatta müzisyenin olay yerinde değil de hastanede öldüğünden hareketle sağlık sistemini toptan topa tutanlar olacağı gibi doktorların yurtdışına hicretinin bilançosundan da dem vurulacağı ve ambulanslara yol vermeyenler yüzünden kentlileşemediğimize dair tezler eşliğinde böyle üzücü hadiselerin yaşanmaya devam edeceğini belirtenler de olabilir. Elbette bu bir kehanet değil, fakat -bu projeksiyonuma dair yanılma payımı saklı tutmak kaydıyla- çocukluğumdan beri okuduğum üçüncü sayfa haberlerinde mevzubahis süreçlerin bu şekilde gelişmesinden hareketle bu olayın akıbetinin de üç aşağı beş yukarı bu şekilde tecelli etmesini bekliyorum. Umarım yanılırım. Zaten şu ana kadar medyaya yansıyan haberlerdeki tarafların birbiriyle çelişen açıklamalarından hareketle usta yönetmen Akira Kurosawa’yı ve kült filmi Raşomon’u anmadan edemeyeceğim.

 

Bir sosyal bilimci olarak Terentius’un çok sevdiğim ifadesiyle “Ben bir insanım; insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” (Homo sum; humani nihil a me alienum puto) ilkesinin gereği ve 85+ milyonluk bir ülkenin 6+ milyon insanının yaşadığı başkentinde elbette hoşumuza giden gitmeyen her şeyin yaşanabileceğinin farkındayım. Havsalamın almadığı ise eğlenmek üzere herhangi bir yere giden birilerinin istek şarkı gibi incir çekirdeğini bile doldurmayacak süfli bir mevzuda nasıl gözünün dönüp de bir kişiyi yaralamaya hatta öldürmeye kadar işi vardırabildiği. Bir de sanıkların ikisinin bir bakanlıkta müfettiş ve üçüncüsünün de mühendis olarak kamu görevlisi olması toplumsal vicdanı daha da zorluyor. Zira kamu görevlisi olmak amme hizmeti sunmanın gereği olarak daha fazla toleransı bir yaşam biçimine dönüştürmeyi doğası gereği elzem kılıyor. Dahası, müfettiş gibi önemli bir kamu görevlisi olduğunuzda hoşunuza gitse de gitmese de temsil ettiğiniz kuruma halel gelmemesi için daha da hassasiyet göstermek durumundasınız. Bütün bunları geçtiğimde bile sanıkların üniversite mezunu olduğundan hareketle işin sonucunun bir cinayete varabileceğini hesaplamadan kavgaya girişerek nasıl bu kadar analitik bir akıl yürütmeden yoksun kalabildikleridir. Tabii ki aklıma “alınan alkolün etkisiyle” demek geliyor ve bu meretin şişede durduğu gibi şişe dışında da durmadığını hatta bütün kötülüklerin anası olduğunu da biliyorum ama birini öldürecek kadar alkol tüketiminde bulunmak “şunu ağzınızla için” tepkisini de haklı kılıyor.

 

Aslında toplum olarak her an patlamaya hazır bir bomba gibi öfkeli oluşumuzu sadece alkollü içeceklerin tüketimine çıpalamanın oldukça indirgemeci bir yaklaşım olduğu ortada. Özellikle trafikte ister toplu ulaşım araçlarındaki vakıalar ister araç sürücülerinin kendi aralarındaki kavgalar isterse de sürücülerle yayalar arasındaki olanlar olsun sanki kıvılcımını bekleyen büyük yangınlar gibi arzı endam ediyor her gün. Sadece trafikte mi yaşanıyor bu menfur hadiseler? Hayır, hayatın her alanında aile içi şiddetten başlamak üzere evden dışarı adımınızı atar atmaz komşularla başlayan sürtüşmelerin, hatta çocuklar arasındaki itiş kalkışın bir anda aileler arası meydan savaşlarına dönüşmesine şahit olduğumuz distopik bir gerçeklik, ya ekranlarda ya da bizzat şahit olarak hepimizin gözleri önünde.  

 

Dünyanın En Sinirli İkinci Ülkesi

 

Küresel araştırma şirketi Gallup tarafından hazırlanan dünyanın en sinirli ülkeleri sıralamasında birinciliği geçen yılın üçüncüsü Lübnan’a kaptıran Türkiye’nin bu ikinciliğe de öfkelenmesi eşyanın tabiatı gereğidir aslında. Bundan hareketle psikolojik danışmanların dilinden düşürmediği kavram ile açıklarsak Türkiye’nin bir “öfke problemi” yok, Breaking Bad dizisindeki meşhur repliğe göndermeyle Türkiye öfkenin ta kendisi. Raporu hazırlayanların da belirttiği üzere bu gazapizmin -rapçi olan değil- arkasında her iki ülkede ekonomik darboğazın tetiklediği sosyal çalkantıların bir yansıması duruyor. Araştırmaya katılanların Lübnan’da yüzde 49’unun Türkiye’de ise yüzde 48’inin kendisini “öfkeli” olarak tanımlaması bile hiddetin vardığı noktayı fazlasıyla gözler önüne seriyor.

 

Enflasyonun körüklediği hayat pahalılığının sonucunda önce ülke sonra dünya olarak kan şekerimizin yerlerde olduğu aşikâr ve o yüzden sadece bireylerin değil bazı ülkelerin de ergenler gibi sağa sola sataşıp hır çıkararak kendilerini belli etmeye çalıştığı bir dünyada yaşamaktayız. Önce Kırım’ı işgal ve akabinde ilhak ile Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü yerle bir eden Rusya’nın, nasıl olsa kimse ses etmiyor diye daha fazlasına cüret edip tüm Ukrayna’yı birkaç haftada yutma teşebbüsü bu sefer inkıtaa uğradı. Batı’dan “istemezük” sesleri yükselince başta Avrupa’ya yaptığı doğalgaz tedariki olmak üzere dünyayı hem enerji krizine hem de gıda krizine sürükleyerek artık dünya için bir güvenlik sorunu haline gelen bir Rusya ile karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın diplomatik hamlesiyle bir tahıl koridoru açılsa da Rusya’nın bunun daha çok kendisine yaptırım uygulayan ülkelere gidiyor diye anlaşmadan çekileceğine dair haberlerin küresel medyada yer bulmasıyla dünyada yeni krizlerin tetiklenme ihtimali kapıda duruyor. Bütün barışlar ve anlaşmalar gibi tahıl koridoru diplomatik hamlesinin ne kadar kırılgan olduğu ve bir otokratın iki dudağı arasında ne kadar yaşayabilirse o kadar ömrünün olduğu da ortada. Dahası, Rusya nükleer silah kullanma ihtimalinin hiç de uzak olmadığını temcit pilavı gibi kendisine yakın yetkili ama yaşadığımız yegâne gezegenin burası olduğunun farkında olmayan ağızlarda yineletiyor. Tabii bu gelişmeler karşısında ABD başta olmak üzere Batı, Rusya’nın Ukrayna’da böyle bir nükleer silah kullanımının kırmızı çizgiyi aşmak değil üzerinde tepinmek anlamına geleceğini vurgularken, üçüncü dünya savaşının artık uzak bir ihtimal değil gayet olası olduğu zihin ufkumuzda yer ediniyor.

 

Tüketim Vergisi Kendinden Pahalı Olan Özgürlük

 

Bütün bunlar yaşanırken dünyada yükselen otoriteryanizm hatta totalitarizm de fakirlikle bütünleşen sarmal eşliğinde bir bataklık gibi günbegün küresel toplumu içine çekiyor. Özgürlük giderek özel tüketim vergisi kendinden fazla pahalı bir metaya dönüşürken kitleler ise “Ne özgürlüğü canım, bu kışı donmadan geçirelim yeter” şeklinde ölümü görüp zatürreye razı olmak tevekkülleriyle dalga dalga faşizme kucak açar hale getiriliyor. Bu noktada Neo-klasik ekonomi düşüncesinden, epistemolojik bir kopuşu temsil eden heteredoks yaklaşım, günümüzde giderek ön plana çıkan; davranışsal ekonomi ve nöro ekonomiyle daha fazla önem kazanmaktadır” ama bu dönüşüm de kitlelerin problemlerini çözmek için sadra şifa olmuyor işte.

 

Aşırı sağ, göçmenlerin yerli halkın ekmeğini elinden aldığı argümanıyla yabancı düşmanlığını propaganda malzemesi yaparken, bırakın pastayı ekmek bile azaldıkça yabancı düşmanlığı hortlarken, toplumda fay hatları taze depremler üretmek için tektonize ediliyor. Elbette her organik canlının ontik endişesi varlığını sürdürebilmektir, çünkü öldükten sonra geriye endişelenecek bir şey de kalmaz dünyevi anlamda. Otoriteryen rejimler de insanı insan kılan özgürlükleri önce ucundan kıyısından törpüleyerek sonra da hamuduyla yutarak insanları başta gıda olmak üzere her şeyin ama her şeyin güvenlikleştirildiği bir dünyada kendi canlarından daha fazlasını düşünemez hale getirip olası bütün muhalefet kapılarını kapatırlar.

 

Sonuç olarak, çok afaki olduğu düşünülebilir fakat, dünyada yoksulluk ve yoksunluk giderek tırmandıkça, ülkeler kısıtlanan özgürlüklerle bir açık cezaevine dönüşmeye başladıkça ve ekonomik zorluklar asayiş problemlerini tetikledikçe devletler ve onları yönetenlerden önce halklar bir üçüncü dünya savaşına teşne hale geleceklerdir. İşte tüm dünyada artan öfkenin arkasında paranın pul olması ve örneğin simit gibi eskiden sıradan olan şeylerin bile giderek lükse dönüşmesinin getirdiği, insanların hayatlarının çalındığı hissinin galip gelmeye başlamasıdır.

İLGİLİ YAZILAR

vahap coşkun

PERSPEKTİF’TE 2022

İktidarın manevra alanı sanıldığı kadar geniş değil; seçime doğru hızla yol alırken iktidarın yapabilecekleri sınırlı ve bunların ne olabileceğini üç aşağı beş yukarı muhalefet de tahmin edebiliyor. Dolayısıyla seçimin kaderini, iktidardan ziyade muhalefetin seçimi koparacak denli bir güç aktarımını sağlayacak politik berraklık inşa edip etmeyeceği belirleyecek.

2023 seçimlerinde halk iki konuda karar verecek: Bir, cumhurbaşkanını ve milletvekillerini seçecek. Ve iki, nasıl bir hükümet sistemi ile idare edilmek istediğini belirleyecek; yani mevcut başkanlık sistemiyle devam edilmesi veya güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçilmesi noktasında bir irade ortaya koyacak. Dolayısıyla gelecek yıl halkın önüne konulacak olan sandıklar, hem bir seçim hem de bir halk oylaması işlevi görecek.

 

1946’da çok partili siyasi hayata dönüldüğünden beri ilk defa tecrübe edilecek bir durum bu; çünkü teknik bir mesele olmasından ötürü halkın pek alaka göstermediği hükümet sistemi tartışması, hiçbir vakit seçimlerin esas mevzuu olmadı. Oysa bugün, iktidar ve muhalefet farklı hükümet sistemlerini savunuyor ve bunlar üzerinden birbirlerine cephe alıyorlar. Her iki taraf da kendi tercihlerine büyük bir değer biçiyor ve ülkenin kaderinin buna bağlı olduğunu ifade ediyorlar. Bu da önümüzdeki seçimlere, geçmişe nazaran daha fazla ehemmiyet atfetmelerini ve hatta seçimleri bir hayat-memat meselesi olarak düşünmelerini beraberinde getiriyor.

 

İstikrarlı Kararsızlar

 

Memleket seçimlere giderken, seçmenlerin kanaatlerini ölçmeyi hedefleyen araştırmalarda genel olarak iki temel husus öne çıkıyor:

 

Birincisi, kararsız seçmen kitlesi halen önemli bir yekûna tekabül ediyor. Muhtemelen bu seçmenlerin önemli bir kısmının aslında bir kararı vardır, ama onlar bunu araştırmacılara söylemekten imtina ederler. Muhalefet için bu durumun avantaj sağladığı, kararsızların muhalefet partilerine meyyal olduğu söylenebilir. Ancak kararsızların yönünü belirleyecek olan, ülkeyi idare etme noktasında kime güven duyacaklarıdır. Halen istikrarlı bir kararsız kitlenin varlığı, muhalefetin de iktidarın da bu kitleye nüfuz edemediğini gösterir.

 

İkincisi, partilerin ve ittifakların oy desteklerinde keskin değişimlerin yaşanmamasıdır. 2022’nin başından beri her ay yapılan ölçümlerde, partilerin oylarında küçük çaplı geliş-gidişler olsa da, bunlar genel gidişata tesir edecek bir ağırlığa erişemiyorlar. İktidarın kaybetme ve muhalefetin kazanma ihtimali yüksek, lakin “yarın seçim yapılsa kesin muhalefet kazanacak” denilebilecek bir hal de ortada yok. Bir başka ifadeyle, mevcut şartlar altında, iktidarın seçimi kazanması zor görünüyor ama bu, muhalefetin mutlaka seçimi alacağı anlamına gelmiyor; şartlar çok olgunlaşmış gözükse de muhalefet seçimi kaybedebilir.

 

Zayıf Halka

 

Manzaranın, galip ve mağlubu birbirinden kesin sınırlarla ayıracak ölçüde netleşmemesi başlıca iki sebebe bağlanabilir:

 

Sebeplerden ilki, iktidarın çeperinde yer alan zayıf halkadan kopmaların sonuna gelinmesidir. Seçmenlerin iktidardan uzaklaşmasının nedenleri iki başlık altında toplanabilir: İktisadi zorluklar ve devletin/ülkenin iyi idare edilememesi. Diğer tüm nedenler (yolsuzluk, israf, kayırmacılık, istikrarsızlık, adaletsizlik, göçmen sorunu, işsizlik, yoksulluk vb.) bu iki başlığa bağlanarak okunabilir. İktidarın çevresinde duran ve AK Parti’ye- daha doğrusu Erdoğan’a- derin bir bağla bağlanmayan seçmen kitlesi, bu nedenlerden ötürü iktidardan kaydı; iktidar sorunlara çare üretmeyince ya kararsızlar havuzuna katıldılar ya da bir başka partinin safına geçtiler. 

 

Geride partiye -bilhassa lidere- sadakatleri son derece yüksek olan bağlılar kaldı. AK Parti’nin oldukça geniş bir tabana sahip olduğu ve birkaç kere seçmenlerin yarısından fazlasının oyunu aldığı düşünüldüğünde, göz ardı edilemeyecek bir miktarda oy kaybetmesine rağmen bu geride kalanlar bile AK Parti’nin halen birinci parti olmasına yetiyor. Son zamanlarda aldığı iktisadi ve siyasi kararlarla bu kitleyi yanında tutabildiği için AK Parti’nin oy ibresinde sert iniş ve çıkışlara tesadüf edilmiyor. Eğer ekonomik ve politik sahada, bu kitlenin parti kimliğini paranteze almasını sağlayacak derecede dramatik bir gelişme yaşanmazsa AK Parti’nin bu stabil halini sürdürme ihtimalinin yüksek olduğu söylenebilir.

 

Politik Berraklık

 

Sebeplerden ikincisi de, muhalefetin seçmenlere güven telkin etmedeki başarısızlığıdır. İktidarın problemler karşısında aciz kalmasının muhalefetin hanesine bir kazanç olarak yazılabilmesi için, muhalefetin bu problemleri bir hal yoluna koyacağına halkı ikna etmesi gerekir. Fakat araştırmalara bakıldığında, halk ile muhalefet arasında, muhalefete iktidarı teslim edecek kadar güçlü bir güven ilişkisinin kurulamadığı görülüyor. Nitekim somut sorunları (ekonomi, güvenlik, dış politika, vs.) muhalefetin çözüp çözmeyeceği sorulduğunda “çözemez” cevabı hâlâ baskın çıkıyor.

 

Peki, neden muhalefetin -Millet İttifakı’nın veya Altılı Masa’nın- güvenilirlik çıtası aşağılarda seyrediyor? Neden muhalefet, halktaki güvenini artıramıyor? Elbette, irili ufaklı birçok neden ileri sürülebilir ama bunların başlıca üç tanesine değinilebilir: Bir, muhalefetin adayı belli değil. İki, muhalefetin ülkeyi nasıl yöneteceği, yönetim şemasının nasıl şekilleneceği ve kimin hangi sorumluluğu alacağına dair bir bilgi yok. Ve üç, muhalefetin Kürtlerle nasıl bir ilişki kuracağı bilinmiyor.

 

Üç alandaki belirsizlik, muhalefetin en büyük zaaflarını oluşturuyor. Çünkü aday meselesinin sürüncemede kalması bir yanda vaatlerin-taahhütlerin somutlaşmasını engelliyor, diğer yandan muhalefet içi mücadelelere ve çelme takmalara yol açıyor. Bir yol haritasının yokluğu ve kadro-geçiş planlamasının yapılmaması seçmenlerin işlerin yürüyebileceğine dair tatmin olmasını önlüyor. Kürtlere ilişkin ikide bir çıkan çatlak sesler de muhalefete karşı şüphe bulutlarını artırıyor.

 

Aslında iktidarın manevra alanı sanıldığı kadar geniş değil; seçime doğru hızla yol alırken iktidarın yapabilecekleri sınırlı ve bunların ne olabileceğini üç aşağı beş yukarı muhalefet de tahmin edebiliyor. Dolayısıyla seçimin kaderini, iktidardan ziyade muhalefetin seçimi koparacak denli bir güç aktarımını sağlayacak politik berraklık inşa edip etmeyeceği belirleyecek.

İLGİLİ YAZILAR

PERSPEKTİF’TE 2022

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de eğitimin yapısal ve aktüel sorunları ile bu sorunlara dayalı çözüm modelleri sıklıkla tartışılmaktadır. Bu sorunlar; eğitim almış bireylerin niteliğinden istihdamına, eğitime siyaset kurumunun müdahalesinden eğitim çalışanlarının mali ve sosyal haklarına, müfredatın içeriğinden nasıl işlenmesi gerektiğine, öğretmenlerin yeterliliklerinden sendikaların eğitimdeki rolüne kadar birçok başlık altında sıralanabilir.

 

2020 yılı Mart ayından beri pandeminin gölgesinde sürdürülen eğitim ve beraberinde getirdiği sorunlar bir ara sıklıkla konuşuluyorken, son aylarda bu soruna paralel olarak ekonomik krizin gölgesinde eğitimin konuşulduğunu görmekteyiz. Ekonomik kriz, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi eğitim kurumlarını, velileri, öğrencileri ve başta öğretmenler olmak üzere tüm eğitim çalışanlarını düşündürmekte, etkilemekte ve kıskacına almaktadır. Bu kıskaca karşın eğitim sektöründe birer aktör olan eğitim sendikaları da haklı olarak taleplerini dillendirmekte ve ekonomik krizlerin etkisindeki öğrenci, veli ve eğitim çalışanlarına yönelik hak mücadelesi yürütmektedirler. Hayat pahalılığı, çocukların eğitim masrafları, yoksulluk ve gelirin enflasyonist ortamda uğradığı kayıp sadece çocukları değil aileleri ve bir bütün olarak eğitimin paydaşları ile dolaylı olarak ticari piyasayı da etkilemektedir.

 

Sendikaların eğitimin yapısal sorunları kadar aktüel sorunları karşısında dile getirdikleri perspektifi ve bunlara ilişkin çözüm modellerini, varsa kısa vadedeki çözüm önerilerini de konuşmak için Türkiye’deki eğitim sendikalarının görüşlerini Perspektif için odağa almaya çalıştık. Bu eğitim sendikalarından; Eğitim-Bir-Sen Genel Sekreteri Latif Selvi, Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı Talip Geylan, Eğitim-Sen Genel Başkanı Nejla Kurul ve Eğitim İlke-Sen Genel Başkanı Ahmet Örs ile ekonomik krizin gölgesindeki eğitimin geleceğini; krizin öğretmen, veli ve öğrencileri nasıl etkilediğini şu iki soru ekseninde konuşmaya çalıştık:

 

1) Ekonomik krizin gölgesinde yer alan başta öğretmenler olmak üzere tüm eğitim çalışanlarını nasıl bir eğitim-öğretim yılı bekliyor? Belli başlı sorunlar nelerdir ve sendika olarak buna ilişkin çözüm önerilerinizi sıralar mısınız?

 

2) Ekonomik krizin gölgesinde yer alan veli ve öğrencileri (çocukların eğitim masrafları, hayat pahalılığı, enflasyonist ortamın getirdiği yüksek fiyatlar vb.) nasıl bir eğitim-öğretim yılı bekliyor? Belli başlı sorunlar nelerdir ve sendika olarak buna ilişkin çözüm perspektifiniz nedir?

“EĞİTİMDE İSTENİLEN SEVİYEYE, ÖZELLİKLE NİTELİK ARTIŞI BOYUTUYLA ERİŞEBİLMİŞ DEĞİLİZ”

Latif Selvi

LATİF SELVİ, Eğitim-Bir-Sen Genel Sekreteri

1) Mevcut durum itibarıyla 2022-2023 eğitim-öğretim yılı hayat şartlarının zorlaştığı, alım gücünün düştüğü, eğitim-öğretim masraflarının arttığı, iyileştirmelere ve yeni gelişmelere rağmen istenilen seviyeye gelinemediği bir zeminde, sorunların gölgesinde başlıyor. Türkiye son 20 yılda eğitimde daha önceki yıllarla kıyas kabul etmez nicel dönüşümlere sahne olmuştur. Şu an görev yapmakta olan öğretmenlerin yarıdan fazlasının son 20 yıl içinde atanmış olması bunun en görünen kanıtıdır.

 

Elbette ki halen eğitimde istenilen seviyeye, özellikle nitelik artışı boyutuyla erişebilmiş değiliz. Eğitimde nitelik artışını sağlayacak tedbirler, bu kapsamda öğretmenin mesleki gelişimini artıracak ve okullar arası başarı farkını minimize edecek önlemler şu an eğitim sistemimizin en acil ve başat sorunudur.

 

Bunun yanında eğitim çalışanları, toplumun diğer kesimleri gibi küresel ve yerel ekonomik sorunların kesiştiği bir dönemde daha önceki 20 yılda hayatlarında olmayan, hayatlarına etkisi asgari düzeyde olan bir sorunla, yüksek enflasyon denen olguyla karşı karşıya kaldılar.

 

Hayat şartlarını zorlaştıran, yoksunluk duygusunu artıran, alım gücünü düşüren ekonomik sarsıntı, en çok sabit gelirlileri etkilemektedir. Bu amaçla yeni eğitim-öğretim yılı öncesi eğitim çalışanlarının öncelikli gündemi ve beklentileri, enflasyon karşısında eriyen satın alma güçlerinin telafisidir. Hayat pahalılığı ve enflasyon cenderesinde zorlanan kamu görevlilerinin ücretlerinde iyileştirme yapılmalı, kayıplar giderilmeli, düşen alım güçleri telafi edilmelidir.

 

Beklentiler doğrultusunda geliştirilmeye muhtaç meslek kanunu, anayasal ve yasal hakları kısıtlanmış sözleşmeli istihdam, bir türlü kapatılamayan öğretmen açığı, öğretmen atamalarında mülakatın kaldırılmaması, istihdamda güçlük çekilen bölgelerde görev yapan eğitimcilere şûrada karar alınmasına rağmen ilave mali teşviklerin düzenlenmemesi, birim ek ders ücreti miktarının düşüklüğü, eğitim kurumu yöneticiliğinde özlük haklarını ve yetkileri geliştiren kariyer odaklı sürdürebilir bir sistemin halen hayata geçirilememesi, eğitimin rehberlik ayağının eksikliği, öğretmenleri şiddete karşı koruyacak bir yasal düzenlemenin çıkarılamaması, öğretmenlerin yer değişikliği taleplerinin karşılanmamasının doğurduğu mağduriyetler, görevde yükselme ve unvan değişikliği sınavlarının gerçekleştirilmemesi, yardımcı personel istihdamı gibi sorunlar, eğitim çalışanlarının Bakanlık başta olmak üzere yetkililerden çözüm beklediği konulardır.

 

Eğitim-Bir-Sen olarak, Türkiye’nin daha müreffeh olma yolundaki uzun vadeli hedeflerine ancak sorunlarını aşmış bir eğitim sistemiyle erişebileceğine inanıyor; eğitimcilerin beklentilerinin yerine getirilmesinin önemini ifade ediyor, sorunların çözüme kavuşturulmasının makul önlemlerle mümkün olduğunu savunuyoruz.

 

Ek gösterge artışı konusunda gösterilen olumlu tavır ve irade, bazı eksiklere rağmen önemliydi. Aynı kararlı kapsayıcı bir çalışmayı sözleşmeli arkadaşlarımızın kadroya geçirilmesi için de görmek istiyoruz. Bunların yanı sıra atama ve yer değişikliği sürecinde yaşanan tıkanma ve karşılanamayan talepler Sendikamızın da raporlaştırdığı haliyle yeni bir yer değişikliği takvimi ihdas edilerek azami memnuniyeti sağlayacak ölçüde karşılanabilmelidir.

 

Görevde yükselme ve unvan değişikliği sınavları her yıl periyodik olarak yapılarak eğitim çalışanlarının kariyer hedefleri ve yükselme talepleri karşılanabilmelidir.

 

Ek ders ücretleri ve fazla çalışma ücretlerinde artış sağlanarak hem eğitim çalışanlarının gelirlerinde artış hem de daha nitelikli hizmet sunumu sağlanabilmelidir.

 

KAMU GÖREVLİLERİNİN GELİRLERİNDE SOMUT BİR ARTIŞ ZORUNLUDUR

 

2) Her ne kadar kamu görevlileri toplu sözleşmesiyle kamu görevlilerinin ücretlerinde her altı ayda bir yüzdelik zammın yanında geçmiş altı aya ilişkin enflasyon farkları verilmekte ise de geriden gelen bu fark ödemesi, kamu görevlisinin içinde bulunduğu cari harcama dönemi içindeki enflasyon kaynaklı alım gücünün düşüşünü ve reel gelir kaybını telafi edememektedir.

 

Alım gücünün düşmesi sorunu, ekonomik olduğu kadar psikolojik yönden de ele alınmalı; kamu görevlilerinin ücretlerinde reel bir artışı, enflasyon oranının üzerinde bir ücret artışını sağlayacak bir ilave ödeme yapılmalıdır.

 

Bunun seyyanen zam, enflasyon farkının üzerinde bir ücret zammı, ek ödeme, ek ders ücreti vb. memur maaş kalemlerinde gerçekleşecek bir artış, refah payı zammı vs. hangi ad altında veya hangi yöntemle gerçekleştirileceği siyasi iradenin ve idarenin tercihidir. Ancak kamu görevlilerinin zihinlerinde, ücretlerinde ve gelirlerinde reel bir artış olduğu algısını sağlayacak türden somut bir artış zorunludur.

 

Öğretmenler, kamu personel sistemi içinde diğer kamu görevlilerinden farklı olarak kendilerine münhasır ödemeler almaktadırlar. Dolayısıyla eğitim gibi öncelik verilmesi gereken alanlarda nitelik artışları sağlanmasını teminen meslek grupları itibarıyla farklılaştırılmış ücret politikaları uygulanması gerekli hallerde bu münhasır ödemelerde artışlar gerçekleştirilmelidir. Bu bağlamda her yıl eğitim-öğretim yılı açılışı öncesinde öğretmenlere ödenen eğitim-öğretim ödeneği miktarı, (en az enflasyon oranında) artırımlı ödenmeli, hazırlık ödeneği diğer eğitim çalışanlarına da ödenmelidir.

 

Yine öğretmenlere münhasır bir ödeme kalemi olan eğitim-öğretim tazminatında da artış sağlanmalıdır. Ek ders ücretinin birim saat miktarı ise, katsayıya bağlı olarak belirlenmiş olsa da tazminat oranlarının getirisine denk olmaktan uzaktır.

 

Elbette ki toplumun bütün kesimlerinin ve eğitim çalışanlarının içinde bulunduğumuz enflasyonist ortamdaki satın alma güçlerinin düşmesinin, gelirlerinin ihtiyaçlarını karşılama kapasitesinin azalmasının, reel ücret geliri kayıplarının telafisi tek bir etkene bağlı değildir. Makro ve mikro ekonomik tedbirlerin bileşenlerinden oluşan hassas ekonomik dengenin karşısında halkın bireysel veya toplu tercihleriyle çok da etkin olabilmesi, günümüz iktisadi sisteminde mümkün değildir.

 

Hem maliyet enflasyonunun hem de talep kaynaklı enflasyonun en çok sabit geliri bulunan ücretli kesim üzerinde olumsuz etki gösterdiği dikkate alındığında, yapılması gerekenin asgari ücret artışları, enflasyon oranının üzerinde reel ücret artışı, yeterli gelir elde edemeyen kesimlerin ve işsizlerin parasal yönden desteklenmesi, sosyal yardımların artırılması, özel sektörün sosyal yardım üstlenmesinin teşviki gibi çalışan kesimlerin gelir artışına odaklı politikalar hayata geçirilmelidir.

“EĞİTİM SİSTEMİMİZİN SORUNLARININ ÇÖZÜMÜ, TÜRKİYE’NİN HAK VE ÖZGÜRLÜKLER TEMELİNDE YAPILANMASIYLA İLİNTİLİ”

abdulbakir değer

ABDULBAKİ DEĞER, Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı

1) Türkiye çok zor ve sancılı bir dönemden geçiyor, dolayısıyla Türkiye için zorluk oluşturan bütün hususlar bu ülkenin bir bileşeni olarak eğitimciler için de zorluk oluşturuyor. Zorlukların başında şüphesiz gittikçe derinleşen ekonomik kriz geliyor. Maalesef Türkiye’de ekonomik darboğazın, yanında sosyal, kültürel, siyasal vs. gibi bir sıkıntılar yumağı getirdiğine çok dikkat edilmiyor. Bu açıdan derinleşen ekonomik kriz öğretmenleri sosyal, sınıfsal, kültürel, siyasal anlamda dar, kısır bir parkura; verimsiz, kısıtlayıcı bir ufka sürüklüyor. Bu başlı başına önemli bir husus.   

 

Diğer taraftan yeni başlayacak eğitim-öğretim dönemimiz eğitim çalışanlarının penceresinden bakıldığında birtakım yapısal-tarihsel problemler barındırdığı gibi yukarıda da altını çizdiğimiz ekonomik kriz gibi aktüel, konjonktürel sıkıntılar da barındırıyor. Tarihsel bir perspektifle bakıldığında yapısal anlamda eğitim-öğretim sistematiğimiz devlet tekelindeki zorunlu kitlesel bir forma dayanıyor. Bu formun eğitimin yaygınlaştırılması, kitleselleşmesi, nüfusun homojenleştirilmesi anlamında belirli bir işlev gördüğü açık. Ancak diğer taraftan formun ciddi anlamda sınırlı olduğu, nitelik problemi oluşturduğu da ortada. Tarihsel pratiğimiz tüm istatistikleriyle bunu gösteriyor.   

 

Sınırlılıkları yapısal olan bu sistem özbilinçten yoksun olduğu ve ontolojik bir muhakemenin kritiğinden özenle muaf tutulduğu için sınırlılıklarının neden olduğu pek çok maliyet sistemden alınıp sistem içindeki aktörler arasında pay ediliyor. Bu paydan nasibini alan talihsizlerden birisi de eğitim çalışanlarıdır. Sadece devletin ideolojik ajanı olarak konumlanıyor olmalarıyla sınırlı değil durum. Eğitim çalışanları aynı zamanda edilgen, pasif bir aktarıcıya dönüştürülerek de özsaygıları hırpalanıyor. “Sahnedeki bilge”den “kenardaki kılavuz”a doğru seyreden süreç, eğitim çalışanlarını yaptıkları işe yabancılaştırıyor, işe olan inançlarını, aidiyetlerini aşındırıyor. Eğitim sürecinin yapılanmasında, işleyişinde, içeriklendirilmesinde ve hatta yürütülmesinde aktif, dolayısıyla sorumluluk alan, inisiyatif kullanan bir aktör olması istenmediği gibi böyle bir yol hem düşünsel anlamda hem de fiili olarak kapatılmıştır, yasak sayılmıştır. Bünyesinde bulunduğu Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) başta olmak üzere devlet nezdinde kuru bir retorik dışında dikkate alınmaz, basit bir memurdur.    

 

AKTÜEL BİR KONU OLAN ÖĞRETMENLİK MESLEK KANUNU VAHİM BİR DURUMDUR

 

Eğitim çalışanlarının; çalışma ortamları ve koşulları, içinde yer aldıkları ilişki ağında MEB bürokrasisi dâhil tüm bileşenlerden gördükleri muamele, yetiştirilme ve istihdam süreçleri vs. nasıl basit bir memur olarak konumlandırıldıklarının somut göstergesidir. Nitekim bunun bir parçası olarak değerlendirilebilecek aktüel bir konu olan Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) vahim bir durumdur. Aynı şekilde önemli boyutta olan öğretmen açığı, muhtemelen sayıları yaklaşık 90 bine varan ve aleni bir emek sömürüsü olan ücretli öğretmenlik problemi var.

 

Eğitim sistemimizin temel sorunlarının çözümü Türkiye’nin hak ve özgürlükler temelinde yapılanması, devlet-toplum ilişkisinin bu nitelikler doğrultusunda tesis edilmesi, siyasetin hem alan genişletmesi hem de katılıma, farklılığa, çoğulculuğa imkân tanıyacak şekilde derinleşmesiyle ilintili. Aynı şekilde ekonomik hayatın istikrar kazanmasıyla ilintili. Bu alanlardaki iyileşme birtakım kronik sorunların aşılmasına, aşılma imkânlarının çoğalmasına katkı sunar, zemin hazırlar. ÖMK gibi diğer aktüel sorunlar ise özellikle MEB bürokrasisinin günümüz dünyasının temel yönetim ilkeleriyle hareket ederse üstesinden gelebileceği sorunlar.  

 

Görece öğretmen, öğretmenin konumu, eğitimin niçin ve nasıl olması gerektiği gibi çok daha temel ve belirleyici alanlarla ilgili gelişme ise ülkemizin alanı ciddiye alma ve entelektüel bir mesai harcama kapasitesiyle ilintili olacak. Bu halimizle ürettiğimiz çözümler ancak sıkıntıların azaltılması yönünde işlev görebilir. Nitekim mevcut gerçekliğimiz o noktada bile yeterli mesafe alamadığımızı çarpıcı bir şekilde gösteriyor.

 

EKONOMİK KRİZ VE SİYASAL GERİLİM, OKULUN İŞLEVİNİ KARİKATÜRLEŞTİRİYOR

 

2) Yukarıda ekonomik zorlukların eğitim çalışanları için oluşturduğu maliyete ilişkin söylediğimiz hususlar; öğrenciler ve veliler için de geçerli. Bu zorlu süreç aynı zamanda okullarda yürüttüğümüz steril eğitim-öğretim faaliyetinin kaderini tayin ediyor. Çünkü çoğumuzu okuldan çok daha fazla yaşadığımız hayat, içinde yer aldığımız ilişki ve koşullar belirleyici şekilde eğitiyor. Ekonomik kriz, siyasal gerilim, sosyo-kültürel alt-üst oluş, teknolojideki çarpıcı gelişmeler vs. okulu, okul sistematiğini baskılıyor, etkisini, işlevini karikatürleştiriyor.  

 

Şüphesiz bu fasılda şunu belirtmemiz gerekiyor; ne standart bir velimiz var ne de standart bir öğrencimiz. Köyde ilkokula başlayacak yedi yaşındaki bir öğrenciyle üniversite sınavına girecek lise son sınıftaki bir fen lisesi öğrencisi ve şüphesiz bunların velileri ayrı ayrı değerlendirilmeli. Veliler için önemli faktör, kriz dolayısıyla eğitim-öğretimin ciddi bir maliyet kalemi oluşturduğu gerçeğidir. Sadece kıyafet-kırtasiye giderleri değil ulaşım, beslenme, yardımcı kaynak ihtiyacı, destek eğitimi gibi hususlar önemli faktörler.  

 

Öğrenciler için ise temel problem bütün halinde eğitim-öğretim sisteminin bir akademik fetişizme teslim oluşudur. Teorik olarak öğrenciler “biricik” olarak kabul edilseler de özü itibarıyla standart bir müfredata muhatap kılınıyorlar ve muhatap alındıkları bu müfredattan aldıkları başarıya göre ölçülüyorlar. Biricikliklerinin sistem içinde ne gerçek bir anlamı var ne de sistem buna göre yapılandırılmış durumda. İlkokul birinci sınıfta da lise son sınıfta da ders saati 40 dakika. Matematik dersi de, resim, müzik dersi de 40 dakika. Sayısal zekâsı olana da, sosyal zekâsı olana da 40 dakika.

 

Hepimiz biriciğiz ancak hepimiz için standart bir eğitim formu var. Eğitim ortamlarımız da işleyişleri de öğretmenlerin pedagojik formasyonları da buna göre yapılandırılmış. Okullar öğrencilerin sosyal, duygusal, fiziksel gereksinimlerine cevap verecek yapıda, kapasitede değil. Sınıf dediğimiz derslikler dışında çoğu okulumuzun ne sportif ne sanatsal faaliyetler yürütebileceği bir fiziki mekânı var vs.   

 

VELİ VE ÖĞRENCİLER; İMKÂNSIZLIKLARIN VE EŞİTSİZLİKLERİN OKUL SİSTEMİ ÜZERİNDEN GİDERİLMESİNİ UMUYOR

 

Veli ve öğrenciler diploma, iş, statü ile bağlantısı nedeniyle eğitime olumlu şeyler yüklüyor ve eğitim üzerinden bunları bekliyorlar. Yaşam koşullarının getirdiği olumsuzlukların, imkânsızlıkların, eşitsizliklerin okul sistemi üzerinden giderilmesini umuyorlar, bekliyorlar. Ancak işin aslı gerçekten böyle mi, bu beklentinin gerçekliği mümkün mü, eşitsizliğin üretildiği bir yer mi okul yoksa yeniden üretildiği bir yer mi? Bütün bunları etraflıca değerlendirmek durumundayız.

 

Bu vesileyle sisteme ilişkin kabataslak bir projeksiyon tutmaya çalıştım. Tekrar pahasına olsa da eğitim-öğretim faaliyetinin okulla sınırlı olmadığını; içinde yer aldığı sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel hayatın bir parçası hatta çoğunlukla oranın bir yansıması olduğunun altını çizelim. Dolayısıyla buraya ilişkin bir çözüm söylemi bütüncül olmak durumunda.  

 

Devleti, onun ideolojik karakterini, eğitimi nasıl ideolojik-politik bir aygıt olarak konumlandırdığını, müfredatı bilgi tekelinden bağımsız göremeyeceğimiz; eğitimdeki Tevhid-i Tedrisat söylemi ile tekbiçimciliği velhasıl zorunlu eğitimi, zorunlu din dersini, anadil(de) eğitimi ve talebini, ÖMK’yı, tören ve ritüelleri, müfredatı, yöntem ve teknikleri, zaman ve mekân planlamasını, bürokratik işleyişi, velinin ve öğrencinin talep ve beklentileriyle katılımını vs. içeren çok geniş ve çok boyutlu bir alan söz konusu.

 

Tüm dünyada kabul görmüş bir “eğitim hakkı” iyi kötü var. Ancak alan “öğrenim özgürlüğü”nden yoksun ve bu yoksunluk başlı başına alanın vaziyetini göstermeye yetiyor. Basit bir örnek: Çocuğunuz yedi yaşında. Okula gitmek zorunda. Gideceği okulu, yerleşeceği sınıfı, ders göreceği öğretmeni, hangi dersi göreceği, o dersin içeriğinde neyin olacağı, okulun ve sınıfın nasıl olacağı, ne zaman açılacağı ne zaman kapanacağı vs. size sorulmaz. Çocuk sizin mi gerçekten? Velayeti sizde mi, vasisi siz misiniz? 

“ÖĞRETMENLERİMİZ KARİYER BASAMAKLARININ, FIRSAT EŞİTSİZLİĞİ OLUŞTURDUĞUNU DÜŞÜNMEKTEDİR”

Talip Geylan

Talip Geylan, Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı

Okulların açıldığı bugünlerde en önemli taleplerimizden birisi eğitim-öğretime hazırlık ödeneğinin artırılması ve tüm eğitim çalışanlarına verilmesidir. Bu, Türk Eğitim-Sen’in yıllardır dile getirdiği bir konudur. Zira eğitim hizmeti yardımcı hizmetlisinden yöneticisine kadar bütün eğitim çalışanlarının birlikte hareket ettiği bir alandır.

 

Her eğitim-öğretim yılı başında sadece öğretmenlerimize ödenen eğitim-öğretim hazırlık ödeneğinin ayrım yapılmaksızın tüm eğitim çalışanlarına ödenmesini talep ediyoruz. Milli Eğitim Bakanı Sayın Mahmut Özer’e son ziyaretimde bu konuyu bir kez daha ifade ettim. Eğitimin tüm giderlerinde fahiş artışlar yaşanmaktadır.

 

Türk Eğitim-Sen’in yetkili olduğu 2007 yılında Kurum İdari Kurul toplantısında hazırlık ödeneğinin tüm eğitim çalışanlarına verilmesi hususu kararını aldırmıştık. Taraf olan MEB, bu talebi kabul etmiş ve tavsiye kararı almıştır. 1 milyon öğretmene eğitim-öğretim hazırlık ödeneği verebilen Bakanlık, geriye kalan 80-90 bin çalışanına da aynı ödenekten verebilir. Bir de eğitim-öğretim hazırlık ödeneğinin miktarının artırılmasını talep ettim. Çünkü eğitimin tüm giderlerinde fahiş artışların olduğu düşünüldüğünde 1.325 TL ile bir hazırlık ödeneği olamaz. Türk Eğitim-Sen’in talebi, en azından bir maaş oranında eğitim-öğretim yılının başında tüm eğitim çalışanlarının desteklenmesidir.

 

Ülkemizde eğitim-öğretime ayrılan payın büyük kısmı, personel giderlerine ayrılmaktadır. 2021 yılında 146 milyar 920 milyon Türk lirası olan MEB bütçesi, 2022 yılında 189 milyar 10 milyon Türk lirası oldu. Buna rağmen MEB bütçesinin 132 milyar 28 milyon 643 bin Türk lirası personel giderlerine ayrıldı. MEB bütçesinin merkezi yönetim bütçesine oranı ise 2022 yılında yüzde 10,79 olarak belirlendi. Bu rakam 2020 yılında yüzde 11,45’ti.  

 

MEB’İN 2022 YILI BÜTÇESİ EĞİTİMİN İHTİYAÇLARINI KARIŞILAMAK VE KALİTESİNİ ARTIRMAK İÇİN YETERLİ DEĞİLDİR

 

Görüldüğü üzere 2022 yılı için ayrılan MEB bütçesi ne eğitimin ihtiyaçlarını karşılamayı ne eğitimin kalitesini, verimliliğini artırmayı ne de salgın döneminin ağır koşullarının yol açtığı başta öğrenme kayıpları olmak üzere birçok sorunu ortadan kaldırmayı istenilen düzeyde sağlayacaktır. Okulların yaşadıkları finansman sorununun büyük çoğunluğunun Okul Aile Birliği üzerinden çözülmeye çalışması önemli bir sorundur. Hükümet, yapılması gereken yatırımlar, okullara ayrılması gereken ödenekleri de göz önüne alarak MEB’e yeni eğitim-öğretim dönemi başlamadan ek bütçe tahsis etmelidir.

 

Yardımcı hizmetli personel eksiği, okulların yaşadığı en büyük sorunlardan biridir. Ağır bir pandemi geçiren ülkemizde okullarda yeni salgınlar yaşanmaması, hijyen tedbirlerinin artırılması, temizlik malzemelerinin eksiksiz olarak sağlanması, okulların temizlik yönünden yeni eğitim-öğretim yılına hazır olması çok önemlidir. Bu nedenle ilk yapılması gereken husus, okullarımızdaki hijyen tedbirlerini yürütecek yeterli sayıda yardımcı hizmetli personel alımı yapılmasıdır.

 

Sınavla öğrenci alan proje okullarına yönetici atamalarında liyakatsizlik çok fazladır. Ülkemizin en başarılı öğrencilerinin eğitim-öğretim gördüğü proje okullarına yönetici ve öğretmen atanırken adeta herhangi bir kriter aranmaması kabul edilemezdir. Buradaki en büyük sorun, proje okullarının MEB Yönetici Atama Yönetmeliği’ne tabi olmamasıdır. İşte bu nedenle Türkiye’nin en gözde okullarında en başarılı öğrenciler eğitim-öğretim görse de, bir kısım yöneticiler ehil olmayınca kalite de düşmektedir. Dolayısıyla MEB’in daha fazla zaman kaybetmeden proje okullarına yapılacak yönetici atamaları, MEB Yönetici Atama Yönetmeliği’ne tabi olmalıdır.

 

Bilindiği gibi ilçe milli eğitim müdürlüklerimiz, çocuklarımızın dersi boş geçmesin diye ek ders ücreti karşılığında vekil öğretmen görevlendirir. Türk Eğitim-Sen’in ücretli öğretmenlik araştırmasına göre 2021-2022 eğitim-öğretim yılında ücretli öğretmen sayısı 86.661’e ulaştı. 86 bin ücretli öğretmenimizin sadece 34 bini eğitim fakültesi mezunudur. Hatta 9.000’i formasyona sahip olmayan iki yıllık meslek yüksekokul mezunudur. Üstelik ücretli öğretmenler asgari ücretin dahi yarısı kadar bir aylıkla görev yapmaktadırlar. Bu durum, öğretmenlik hizmetinin haysiyetiyle de bağdaşır bir tablo değildir.  

 

SÖZLEŞMELİ ÖĞRETMENLER İLE KADROLU ÖĞRETMENLER AYRIMI KALDIRILMALIDIR

 

Öte yandan yaptığımız araştırmaya göre norm kadro açığı 121.131’e yükselmiştir. Dolayısıyla 121 bin norm açığınız varken, 86 bin ücretli öğretmen görevlendirmesi yapılırken, öğretmen açığı sorununu, 15 bin, 20 bin öğretmen atayarak çözemezsiniz. Bilindiği gibi yeni eğitim-öğretim yılında 20 bin öğretmen göreve başlıyor. Bu sayı ücretli öğretmen görevlendirmelerinden de anlaşılacağı üzere çok yetersizdir. Genç meslektaşlarımız adına hükümetten beklentimiz, bir an önce en az ücretli öğretmen sayısı kadar genç meslektaşlarımızın okullarla buluşturulmasıdır. Bu noktada Türk Eğitim-Sen olarak 2022-2023 Eğitim-Öğretim Yılında en az 70 bin atama talep ediyoruz.

 

Öte yandan sözleşmeli öğretmenler ile kadrolu öğretmenler arasındaki ayrımın kaldırılması ve tüm öğretmenlerin sadece kadrolu olarak istihdam edilmesi gerektiğini yıllardır söylüyoruz. Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan meslek kanunuyla sözleşmeli ve kadrolu öğretmenler arasındaki ayrımı ortadan kaldıracaklarını bildirmişti. Ancak meslek kanununda buna ilişkin hiçbir hususun olmaması, Cumhurbaşkanı’nın sözünün yerine getirilmemesi bizleri hayal kırıklığına uğrattı. Yapılması gereken, 2011 ve 2013 yıllarında olduğu gibi, sözleşmeli öğretmenlerin kadroya geçirilmesi ve bundan sonraki alımların tamamının kadrolu olarak yapılması, bu hususun da güvence altına alınmasıdır.

 

Şu anda kariyer sınavı kamuoyunun gündemindedir. Öğretmenlerimiz kariyer basamaklarının fırsat eşitsizliği oluşturduğunu düşünmektedir. Sendikamız da bu noktada yapılması gerekenin sınav şartı olmaksızın 10 yılını dolduran her öğretmenin uzman, 20 yılını dolduran her öğretmenin de başöğretmen olması gerektiğini ifade etmekte ve “Sınava Hayır” demektedir. Bu noktada başta MEB olmak üzere yasa koyuculardan beklediğimiz, 1 Ekim tarihinde TBMM’nin açılmasıyla meslek kanunundaki eksik hususların telafisi için gerekli adımların hızlıca atılmasıdır.

 

Eğitimde fırsat eşitsizliği en büyük sorunlardan birisidir. Nitekim sendikamızın 11.342 eğitimci ile yaptığı anket hem öğrenciler hem de öğretmenler açısından fırsat eşitsizliğini gözler önüne sermektedir. Sizlerle birkaç sonuç paylaşmak istiyorum:

 

Öğrenciler Açısından Fırsat Eşitsizliği;

 

  • Katılımcıların yüzde 71,80’i okul bütçelerinin yeterli olmadığını düşünürken, yüzde 18,20’si kısmen yeterli olduğunu, yüzde 8,20’si ise yeterli olduğunu ifade etmiştir.
  • Katılımcılar okul giderlerinin nasıl karşılandığına yönelik en çok; okul giderlerinin okul aile birliğinden (yüzde 73,90), il milli eğitim müdürlüğü tarafından (yüzde 40,50), kermes, deneme sınavı, gezi vb. etkinlikler yaparak (yüzde 34) ve gönüllü yardımseverler tarafından (yüzde 18,50) karşılandığını ifade etmişlerdir.
  • Katılımcıların yarısı (yüzde 51,50) öğrencilerin okula getirdiği harçlıkların birbirinden farklı olduğunu belirtmiştir. Yüzde 34,10’u harçlık tutarlarının kısmen benzer olduğunu, yüzde 9,10’u ise benzer olduğunu ifade etmiştir.
  • Katılımcıların yüzde 60,70’i ailelerin gelir düzeyi arttıkça çocuklarının eğitimine ayırdıkları miktarın da kısmen arttığını belirtmişlerdir. Ancak katılımcıların yüzde 23,10’u ailelerin gelir seviyesi artsa bile eğitime önem verilmediğini ifade etmiştir.
  • Eğitim ortamlarında fırsat eşitliğine sahip olmayan öğrencilerin akranlarından hangi açıdan farklılık gösterdiği konusunda katılımcıların en fazla belirttiği hususlar sırasıyla; akademik başarı (yüzde 83,30), okula karşı ilgi (yüzde 60,60), okula uyum (yüzde 7,80), okula devam durumu (yüzde 51,70) ve akran ile olan iletişimleridir (yüzde 51,50).

 

Öğretmenler Açısından Fırsat Eşitsizliği;

 

  • Katılımcıların yüzde 73,10’u öğretmenlerin eğitim-öğretim ortamlarında aynı fırsatlara sahip olmadığını ifade ederken, yüzde 6,50’si aynı fırsatlara sahip olduğunu ifade etmiştir. Katılımcıların yüzde 20,10’u ise kısmen aynı fırsatlara sahip olduğunu vurgulamıştır.
  • Katılımcıların yüzde 75’i bütün öğretmenlerin yönetici olmak için aynı fırsata sahip olmadığını ifade ederken, yüzde 8,70’i aynı fırsatlara sahip olduğunu ifade etmiştir. Katılımcıların yüzde 15,10’u ise kısmen aynı fırsatlara sahip olduğunu vurgulamıştır.
  • Öğretmenlerin yönetici olmak için fırsat eşitliğine sahip olmak noktasında öncelikli yapılması gerekenler sorulduğunda katılımcıların en fazla belirttiği hususlar; liyakate dayalı bir seçim sisteminin olması (yüzde 78,60), mülakatın kaldırılması (yüzde 69,40), yönetici atama puanlarının nesnel ve herkesin sahip olabileceği kriterlere göre düzenlenmesi (yüzde 62,30), MEB dışı yapıların atama sürecine dahil olmasının engellenmesi (yüzde 51,90) olarak ifade edilmiştir.
  • Katılımcıların yüzde 81,80’i proje okullarına öğretmen seçimleri yapılırken fırsatların bütün öğretmenler açısından eşit olmadığını belirtirken, yüzde 9,90’ı kısmen eşit olduğunu, yüzde 2,50’si ise eşit olduğunu ifade etmiştir.
  • Katılımcıların yüzde 63,70’i öğretmenlik kariyer basamaklarının fırsat eşitsizliğine neden olduğunu ifade ederken, yüzde 12,50’si kısmen neden olduğunu, yüzde 22,50’si ise fırsat eşitsizliğine neden olmadığını ifade etmiştir.
  • Katılımcıların yüzde 63,10’u öğretmenlerin kendi aralarında kadrolu, sözleşmeli, ücretli gibi farklı istihdam şekillerinin öğrenciler açısından fırsat eşitsizliği oluşturduğunu söylerken, yüzde 18’i eşitsizlik meydana getirmediğini belirtmiştir.
  • Katılımcıların yüzde 62,80’i tayin ve atama sürecinde bütün öğretmenlerin aynı fırsatlara sahip olmadığını düşünürken, yüzde 13,60’ı ise aynı fırsatlara sahip olduğunu düşünmektedir.

 

MESLEKİ OKULLARIN, DEVLET VE YATIRIMCILAR TARAFINDAN DESTEKLENMESİNİ KIYMETLİ BULUYORUZ

 

Bölgeler arası, iller arası, ilçeler arası, hatta mahalleler arası eğitim eşitsizliklerinin giderilmesi gerekmektedir. Eğitimde yaşadıkları sorunları asgariye indiren, reformist, PISA, TIMSS gibi sınavlarda rüştünü ispatlamış çocukların okuma, anlama, yorumlama, eleştirel düşünme, problem çözme becerilerinin üst düzey olduğu ülkelere baktığımızda tüm çocuklara aynı imkânları sağlayabildiklerini görüyoruz. Bu noktada uygulayıcılar sorunu temelde çözmeli, yani bölgeler arası, iller arası, ilçeler arası hatta mahalleler arası eğitim eşitsizlikleri gidermelidir.

 

Ayrıca mesleki eğitimin güçlendirilmesi, meslek liselerinin kalitesinin artırılarak başarılı öğrencilerin de bu okulları tercih etmesinin sağlanması, meslek liselerinin teşvik edilmesi ülkemiz ekonomisinin kalkınmasının da anahtarıdır. Dolayısıyla son yıllarda mesleki okulların devlet ve yatırımcılar tarafından desteklenmesini çok kıymetli buluyoruz. Bunun yanı sıra okulların derslik ihtiyacı karşılanmalı, yüksek mevcuda sahip okullarda ek derslikler ilave edilmeli, âtıl kullanılan alanlar derslik olarak hizmet vermelidir.

“OKULLARIMIZI, ÇOĞUL HALLERİMİZLE BİRLİKTE YAŞAMANIN MEKÂNLARINA DÖNÜŞTÜRMEMİZ GEREKİYOR”

Nejla Kurul, Eğitim-Sen Genel Başkanı

1)Ekonomik kriz varsıl küçük bir azınlık dışında yaşam maliyetini ciddi biçimde artırarak yurttaşları geçinememe sorunu ile karşı karşıya bırakıyor. Bir okulda sınıf ortamında geçim derdi olan öğretmenlerin motivasyonunu, öğrencilerin ise yoksulluk sınırında bir yaşamla eğitime ilgisini azaltıyor. Ekonomik kriz öğrencilerin dolayımında 8 milyona yakın işsiz veli ve 10 milyonu aşan sosyal yardımla geçinen veliyi çok derin biçimde etkiliyor.  

 

Bir yandan yoksulluk ve yoksunluk bir yandan da derin yoksulluğun duyurulmaması için siyasal iktidardan gelen kolluk güçlerinin baskıları. Birkaç gün önce öğretmenlerimizin ve tüm eğitim emekçilerinin geçinememe sorununu ve çıkarılan Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun iptalini ifade etmek için MEB’in önüne gidecektik. Basın açıklaması takviminden saatler önce genel merkezimiz abluka altına alındı ve özgürlüğümüz engellendi.

 

Yoksulluk ve yoksunluk çok katmanlı yaşanıyor. Bölgeler, kentler, hatta mahalleler arasında bile eğitim hakkının kullanımında çok ciddi eşitsizlikler var. Aynı okulun içinde velilerin ekonomik gücüne göre farklı uygulamalar olduğunu gözlemliyoruz. Nitelikli okul-niteliksiz okul ayrımı hangi gelişmiş ülkede var? Ancak çocuklarına eşit eğitim hakkı sunması gereken Türkiye’de bu ayrım son çeyrek yüzyıl içinde çok derinleşti.  

 

Kalabalık okullar, kalabalık sınıflar sorunu eğitim yatırımları yapılarak ortadan kaldırılmadı. Türkiye’de 4+4+4 ile başlayan yapısal sorunlar eğitimin niteliğini düşürdü, okullar arasındaki ayrımları keskinleştirdi, toplumsal sınıfsal ayrımlar artık çok daha açık biçimde yaşanıyor okullarımızda.   

 

EĞİTİM SİSTEMİ HER ÇOCUĞU YERLİ-MİLLİ YAKLAŞIMIYLA TEKTİPLEŞTİRMEK İSTİYOR

 

Okullarımızı, eğitimi daha katılımcı ve kapsayıcı bir yaklaşımla yeniden düşünmeliyiz. Kamusal, bilimsel, laik, parasız, anadilinde, cinsiyet eşitlikçi ve demokratik bir eğitime gereksinme her gün daha çok hissediliyor. 4+4+4 modeli çalışmıyor, toplumsal kutuplaşmalara yol açıyor. Eğitim sistemi her çocuğu ‘yerli-milli’ yaklaşımıyla tektipleştirmek, aynılaştırmak istiyor. Zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri, zorunlu olarak seçtirilen (!) seçmeli din dersleri var hâlâ. Anadili farklı olan bu ülkenin çocuklarının dili ve kültürü görmezden geliniyor, hatta cezalandırılıyor. Bilim ve sanat, okulları adeta terk etti. Savaşa değil, eğitim ve sağlık gibi kamusal hizmetlere daha çok bütçe ayırmalıyız, bütçe hakkını bu bağlamda insanları iyi yaşatacak nitelikte hayata geçirmeliyiz.   

 

Siyasal iktidarın yarattığı çalışma rejimi genelde kamu emekçilerini, özelde öğretmenleri paramparça etti. Ücretli öğretmenler, sözleşmeli öğretmenler, ‘düz’ öğretmenler, uzman öğretmenler, başöğretmenler… Sendikal hareketi “dar çıkar” örgütlerine dönüştürüyor bu süreç. Ayrıca bir de haksız ve hukuksuz biçimde kanun hükmünde kararnamelerle ihraç edilen on binlerce öğretmen var sivil ölüme mahkûm edilen. Her meslek grubunun toplumsal sorunlardan bağımsız diğer emekçilerle mücadele ederek daha çok pay almaya evrilen bu sendikal rekabet, emekçilerin ekonomik ve demokratik haklarını geriletecektir. Bu nedenle tüm sendikalara çağrı yapıyor, emekçilerden yana birleşik mücadeleyi savunuyoruz. 

 

Okullarımızı, çoğul hallerimizle birlikte yaşamanın mekânlarına, demokrasi ve barış mekânlarına, öğretmenlerinin insan onuruna yaraşır bir yaşam sürdürdüğü mekânlara dönüştürmemiz gerekiyor. Yeni dönemin güçlü bir öğretmen hareketini doğuracağını düşünüyorum. Öğretmenlerimiz bir yandan mesleğinin onurunu korurken bir yandan da öğrencilerinin geleceği için mücadele edecekler.  

 

TÜM EĞİTİM EMEKÇİLERİNİN MAAŞLARI, YOKSULLUK SINIRININ ÜZERİNE ÇIKARILMALIDIR

 

2) 2022-2023 eğitim ve öğretim yılı ekonomik krizin gölgesinde geçecek! Türkiye’nin her yeri betonla kaplanırken yeterli eğitim yatırımı yapılmadığından okullar kalabalıktır. Kademelere göre farklılaşsa da dersliklerde 40-50 öğrencili sınıfları sıklıkla görmekteyiz. Kırtasiye ve okul malzemeleri fiyatları velilerin borçlarını artıracak nitelikte el yakıyor. Üniversite öğrencileri barınacak yer bulamıyor. 

 

Ancak merkezi yönetim bütçesinde eğitime ayrılan paya ve bu payın öğrenciler ve öğretmenler için kullanılıp kullanılmamasına bağlı olarak yeni dönem etkilenecektir diye düşünüyoruz. Yolsuzluk, yasaklar ve yozlaşmadan vazgeçilerek gelir dağılımını emekçilerden ve ezilenlerden yana daha adil bir niteliğe kavuşturabilirsek, bu dolayımla eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerine daha çok ödenek ayrılabilirse hem eğitim emekçileri hem de öğrenciler bu kriz dönemini görece daha rahat atlatabilir.  

 

Öğretmenleri yarıştıran, ayrıştıran ve aralarında benzer işleri yapmalarına karşın maaş farkları yaratan Öğretmenlik Meslek Kanunu iptal edilmelidir. Tüm eğitim emekçilerinin maaşları yoksulluk sınırının üzerine çıkarılmalıdır. Öğretmenlerin barınma ve ulaşım sorunları giderek yoğunlaşmaktadır. Kira desteği, ulaşım desteği mutlaka gerekmektedir. Eğitim ve öğretime hazırlık ödeneği yılda iki kez bir maaş tutarına çıkarılmalıdır. Hem öğrencilerimiz hem de öğretmenlerimiz için toplu taşıma ve sıcak bir öğle yemeğinin çıkarılması sosyal devletin bir gereğidir.

“KÖKLÜ VE KUŞATICI BAKIŞLARDAN MAHRUM ÇÖZÜMLEMELERİN BİR KARŞILIĞI YOKTUR”

Ahmet Örs

Ahmet Örs, Eğitim İlke-Sen Genel Başkanı

1) Sermayenin soygun düzeninde ekonomik kriz durumu, ezilen yoksul kesimler için daimî bir gerçekliktir. Bugünlerde bunun biraz daha derinleşmiş hâlini yaşıyoruz. Özellikle orta sınıfların da bu kategoriye dâhil olmasıyla çarpıcı bir tablo çıkmıştır ortaya. Şüphesiz öğretmenler ve diğer eğitim çalışanları da bu sınıflara dâhildir; onlar da alın terlerine, emeklerine yabancılaştırılmıştır. Çok büyük oranlarda kendilerine benzer sosyal sınıfların çocuklarıyla birlikte yeni bir öğretim yılına başlayacaklar.

 

Takdir edilmelidir ki zorlu bir sürecin başındayız. Eğitim-öğretim faaliyetlerinin zorunlu ve ideolojik olarak devlet kontrolünde olmasına dönük eleştiri ve itirazlarımızı bir kenara koyarak konuşalım: Paulo Freire’in işaret ettiği yoldan gitsin öğretmenler ve öğrencilerinin içinde yer aldıkları gerçekliğin eleştirisini yapabilmeleri için “ezilenlerin pedagojisi”nin imkânlarına odaklansınlar. Bu bilinci Nuri Pakdil’in eskimez uyarısıyla tahkim etsinler: “Öğretim yılı başlıyor, kolları bir kez daha sıvıyoruz. Yeniden yoksul, fukara çocuklara bilinç veriyoruz, umut dağıtıyoruz.” Bu soygun düzeninde en büyük çözüm önerisinin bu bilinci kuşanmak olduğuna inanıyoruz. 

 

HER BİR ÖĞRENCİ İÇİN VELİLER KORKUNÇ BİR MASRAFLA KARŞI KARŞIYA KALACAK

 

2) İlkokuldan üniversiteye kadar her bir öğrenci için veliler korkunç bir masraf yüküyle karşı karşıya kalacaklardır. Öğrenciler, bu masrafın altında kalan ailelerine karşı mahcubiyetle gidip geleceklerdir okullarına. Burada bir öfke birikecektir. Sabah kahvaltıda sağlıklı beslenemeyen, fahiş fiyatlardan dolayı okullarda karnını doyuramayan yavrularımız; KYK yurtlarında yer bulamayan, astronomik seviyelere ulaşan özel yurt ücretlerini karşılayamayan üniversite öğrencilerimiz hangi öğrenim faaliyetinin içinde sorunsuzca yer alabilecektir? Bu durumda öfke katlanacaktır.

 

Bu öfkenin, ülkedeki soygun düzeninin eleştirel zeminde kavranmasına vesile olması en temel arzumuzdur. Köklü ve kuşatıcı bakışlardan mahrum birtakım çözümleme ve önerilerde bulunma edimlerinin bir anlam ve karşılığı yoktur. Unutulmamalıdır ki en güçlü çözüm teklifi meselelerin doğru kavranışıdır.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

Picture of LATİF SELVİ

LATİF SELVİ

Konya, Meram'da doğdu. İlk öğrenimini Konya Meram Mehmet Karaciğanlar Mevlana İlkokulunda, orta ve lise eğitimini Konya İmam Hatip Lisesi'nde tamamladı. Samsun 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni bitirdi. Ağrı ve Konya’da ilköğretim okulları, ortaokul ve liselerde öğretmenlik yaptı. Orta düzeyde Arapça ve İngilizce bilen Latif Selvi evli ve üç çocuk babasıdır.

Picture of ABDULBAKİ DEĞER

ABDULBAKİ DEĞER

1978 yılında Bingöl’de dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi DTCF Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde Kamu Yönetimi yüksek lisansı yaptı. 2013 yılında Milat Gazetesi’nde düzenli olarak yazmaya başladı. Taraf, Yenişafak, Karar gazetelerinde eğitim başta olmak üzere değişik konularda görüş ve değerlendirmeleri yayımlanan Abdulbaki Değer aynı zamanda 2016 yılından bu yana Özgür Eğitim-Sen’in (Özgür Eğitim ve Bilim Çalışanları Sendikası) Genel Başkanlığını yapmaktadır.

Picture of TALİP GEYLAN

TALİP GEYLAN

1972 yılında Çorum-Osmancık’ta doğdu. Temmuz 1993 döneminde Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde Yüksek Lisansını tamamladı. 2018 ve 2022 yılında yapılan Olağan Merkez Genel Kurulu’nda Genel Başkanlık Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı olarak seçildi.

Picture of NEJLA KURUL

NEJLA KURUL

1963 Kayseri doğumlu. Çocukluğu ve ilk gençliği Eskişehir, İstanbul, Konya ve Almanya’da (Kronach-Nürnberg) geçti. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Planlaması Bölümü’nü 1985’te bitirdi. Aynı üniversitede öğretim üyesi olarak otuz yıl çalıştı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen’e katılan Öğretim Elemanları Sendikası’nda (ÖES) bir dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Wisconsin Üniversitesi’nde bir yıl (2000-2001) konuk öğretim üyesi olarak bulundu ve yükseköğretimin siyasal ekonomisi konusunda araştırmalar yaptı. 2020 11. Olağan Genel Kurulu’nda seçilerek Eğitim Sen Genel Başkanı olarak göreve geldi.

Picture of AHMET ÖRS

AHMET ÖRS

Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi'nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. Yüzümüzü Ağartan, Kar Kesilen, Kiralık Meydan ve Ferhat’ın Şemsiyeleri adlı öykü kitaplarının yanı sıra İlim Yayma’nın Penceresi adlı bir de anı kitabı bulunmaktadır. YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdüren Örs, 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır.

İLGİLİ YAZILAR

kerim rota

PERSPEKTİF’TE 2022

Enflasyonun kazananı olmaz. Enflasyon eninde sonunda gelirleri, servetleri ve sermayeleri eriterek kaybedenler kulübünü genişletir. Kendini büyütüp besleyen ve kendisiyle iş tutan siyasetçileri de tarihin tozlu sayfalarına gömer.

“Vatandaşlarımızdan ve iş dünyamızdan tek ricam, kendi ülkelerine ve dolayısıyla kendi paralarına güvenmeleridir.”

 

Tayyip Erdoğan – 22 Ağustos 2022

 

1 Şubat 2022 – Muhittin amca

 

– Muhittin amca merhaba. Bu hafta şube hedefimde KKM açmak var. Uygun görürseniz yarın vadesi gelecek 750.000 dolarınızı KKM’ye aktaralım. Normalde KKM faizimiz yüzde 17. Ancak dolarınızı bozup KKM yaparsanız yüzde 20 faiz veriyoruz. Vadede dolar kuru aldığınız faizden daha fazla artarsa Merkez Bankası aradaki farkı ödeyecek.

 

– Kızımın gazetelerde okumasıyla ve televizyonlarda dinleye dinleye KKM’yi öğrendim zaten. Kur çok artmazsa vadede daha çok dolar alma imkânı ortaya çıkıyormuş. O olmasa bile en azından kaybım olmaz, dolarım aynı kalır. Tamam o zaman yapalım. Ama Mayıs’ta bir ay kızımın yanına gideceğim. Oradan takip etmem zor olur, 6 ay vadeli yapalım.

 

– Tamam Muhittin amca. Hemen detayları veriyorum, 750.000 dolarınızı 13,33’ten bozduk. Hesabınıza geçen 10 milyon TL’yi 2 Ağustos vadeli yüzde 20 faiz ile KKM’ye bağladık.

 

3 Şubat 2022 – Selin Hanım

 

– Selin Hanım merhaba. TL mevduatta bugün vadesi gelen 3 milyon TL dönüşünüz var. Biliyorsunuz bir tarafta enflasyon, bir tarafta artan kurlar. Bu faizlerle Türk lirasında kalmanın bir anlamı kalmadı. Size KKM yapalım mı? Faizi yüzde 17. Kur farkı bu faiz tutarını aşarsa aradaki farkı Hazine ödeyecek.

 

– Lafı ağzımdan aldınız. Ben de sizi arayıp KKM yapalım diyecektim.

 

– Tamam Selin Hanım, 3 milyon TL’niz ile KKM yaptık. Faizi yüzde 17, vadesi 5 Mayıs 2022. Hayırlı olsun.

 

(Selin Hanım 5 Mayıs’ta KKM’yi 8 Ağustos tarihine yeniledi.)

 

11 Şubat 2022 – Tuna Bey

 

-Tuna Bey merhaba. Şirketiniz için geçen hafta konuşup işlemlerini başlattığımız krediniz onaylandı. Ancak artık kredi kullanırken bize bu krediyle döviz almayacağınızı taahhüt etmeniz gerekiyor. Onu imzaladığınız zaman kredinizi hesabınıza geçebileceğim.

 

– Çok teşekkür ederim. Aslında hesabımızda bulunan dövizi bozup bu ödemeyi yapacaktık. Ancak büyük hissedarımız kredi faizleri enflasyonun çok altında olduğu için döviz bozmayıp kredi kullanmamızı istedi. Bu krediyi fabrikanın hammadde tedariki için kullanacağız. Tedarikçimiz de zaten Türkiye’nin en büyük şirketlerinden biri. Proforma faturayı ve taahhütnameyi de birazdan gönderiyoruz.

 

– Tamam Tuna Bey, evraklarınız gelir gelmez 40 milyon TL 6 ay vadeli yıllık yüzde 22 faizli kredinizi hesaba geçeceğim. Komisyon ve vergi dahil maliyetiniz yüzde 25 olacak. Vadeniz 15 Ağustos. Hayırlı olsun.

 

14 Şubat 2022 – Mehmet Bey

 

– Mehmet Bey merhaba. İthalat ödemeniz için yolladığınız 3,7 milyon dolarlık döviz transfer emri önümde. Belki duymuşsunuzdur artık şirketler de KKM yapabiliyor. Üstelik bunu bu hafta geçici vergi süresi geçmeden yaparsanız, yaptığınız KKM kadarı için geçtiğimiz Eylül ile Aralık arasındaki kur farkından vergi ödemeyeceksiniz.

 

– Bunu duymuştuk, gerçekten çok cazip. Ancak bizim bu ithalatı ödememiz lazım. Bunu ödedikten sonra da KKM yapabileceğimiz bir dövizimiz kalmayacak.

 

– Mehmet Bey, biliyorsunuz banka olarak belli bir tarihe kadar belli tutarda KKM yapmazsak devlet bizden de yüklü komisyon alacak. O nedenle ithalatçı müşterilerimiz için şöyle bir teklifimiz var:

 

Normalde kredi verdiğimiz müşterilerin döviz almaması için taahhütname alıyoruz. Ancak faturalı ithalat ödemesi olan müşterilerde böyle bir zorunluluk yok. Bu nedenle ithalat tutarınız kadar dövizi bankamızda 6 ay vadeli KKM yapalım. Buna yüzde 20 TL faizi alacaksınız. Kur bundan fazla artarsa üstünü zaten Merkez Bankası ödeyecek. Buna ek olarak bu mevduatı yapınca geçen yılki kur farkınız kadar vergi indirimine hak kazanacaksınız. İthalatınızı ödemek içinse mevduatınızı teminata alıp size yüzde 22 faizli 6 ay TL kredi vereceğiz. Bu kredi tutarı ile size döviz satacağız, onunla da ithalat ödemenizi yaparız.

 

– Vallahi bunu düşünmemiştik. Siz anlatırken ikna olduk bile. Hemen yapalım.

 

– Tamamdır. 3,7 milyon dolar karşılığı 6 ay vadeli 50 milyon TL tutarlı 19 Ağustos vadeli KKM’niz ve aynı tutarlı krediniz hayırlı olsun Mehmet Bey. Döviz satışınızı ve ithalat ödemenizi de hemen yapıyoruz.

 

18 Şubat 2022 – Şebnem Hanım

 

– Şebnem Hanım konut krediniz onaylandı. Biliyorsunuz Genel Müdürlük aylık yüzde 1,20 faiz ile ancak 1 milyon TL’ye kadar kredi kullandırmamıza izin veriyor. Ancak sizin için 2 milyon TL olacak şekilde izin aldık.

 

– Tamamdır. Evin alım fiyatı biliyorsunuz, 4 milyon TL. Hesabımdaki 2 milyon TL’yi kredinin üstüne ekleriz. O zaman siz evrakları hazırlayın biz tapuda işlemlere başlayalım. Teşekkür ederim.

 

Ağustos 2022

 

Muhittin Bey’in yatırdığı 10 milyon TL karşılığı KKM mevduatı 2 Ağustos’ta 13,4 milyon TL olarak geri döndü. Kazandığı 3,4 Milyon TL’nin 1 milyon TL’sini bankası ödedi. 2,4 milyon TL’yi ise Merkez Bankası ödedi. Muhittin Bey’in hesabına geçen para ancak 750.000 dolarını geri almasına yetti.

 

Selin Hanım’ın 3 milyon TL’si 6 ay sonunda 4 milyon TL’ye ulaştı. Kazandığı 1 milyon TL’nin 300.000 TL’sini bankası öderken, kalan 700.000 TL’yi Hazine ödedi.

 

Tuna Bey’in şirketi aldığı 40 milyon TL krediyi vadede bankasına 45 milyon TL olarak geri ödedi. O tarihte aldığı hammaddenin bugünkü değeri şimdi 53 milyon TL oldu. Ürün satış fiyatlarını da buna göre güncellediler. Bu hammaddeyi büyük hissedarın önerdiği gibi döviz bozmak yerine krediyle almaları sayesinde şirketin kârı 8 milyon TL arttı.

 

Mehmet Bey’in şirket hesabına 50 milyon TL’lik KKM için vadede 67 milyon TL geçti. Aradaki 17 milyon TL’nin 5 milyon TL’sini bankası faiz olarak ödedi. Kalan 12 milyon TL’yi hazine ödedi.

 

Şirketi kullandığı kredi için 5,7 milyon TL faiz ödedi.

 

Buna ilaveten şirket, yaptığı 3,7 milyon dolar eşdeğeri KKM için dolar başına 4,45 TL vergi indirimine hak kazandı. Böylece 2021 yılı için 3,4 milyon TL daha az vergi ödedi.

 

Şebnem Hanım’ın 4 milyon TL’ye aldığı konutun değeri şimdi 6,5 milyon TL oldu. Sadece 2 milyon TL peşin verdi, 2 milyon TL kredi aldı. Bugün evini satıp kredisini kapatırsa en başta yatırdığı 2 milyon TL’si 4,4 milyon TL’ye yükselmiş olacak.

 

5 Hikâyede 5 Servet Transferi

 

Yukarıda okuduğunuz beş kısa finansal hikâyenin sonunda kamu kaynaklarından 15,1 milyon TL ödendi. Buna ilaveten 3,4 milyon TL vergiden vazgeçildi.

 

Bu beş hikâyedeki beş şahıs ve şirketin elde ettiği toplam 31 milyon TL kazancın 18,5 milyon TL’si, 85 milyon vatandaşın üzerinde hakkı olan kamu kaynaklarından karşılandı.

 

Bu banka müşterilerinin hiçbiri bundan 6 ay önce ne kamu kaynaklarından bir para almayı talep ediyorlardı, ne de spekülatif bir işlem peşinde koşuyorlardı. Birikimi olanlar sadece paralarını enflasyona karşı koruma arzusundaydılar. Kredi talep eden şahıslar tasarruf açıklarını, şirketler ise işletme sermayesi ihtiyaçlarını karşılamak istiyorlardı.

 

Üretici enflasyonunun yüzde 145’e, tüketici enflasyonunun yüzde 80’e ulaştığı yerde yüzde 20-30 faizle kredi kullanan şirketler hayal bile etmedikleri kazançlar elde ettiler. Sonunda kredi ihtiyacı olmayan şirketler ve şahıslar bile kredi talep eder hale geldiler.

 

TL birikimlerin enflasyona karşı eridiği bir ortamda gayrimenkul bir tasarruf aracı haline geldi. Konut kredisi alabilenler kısa sürede anaparalarına enflasyonun çok üstünde bir getiri elde etme şansına kavuştular.

 

Birikimlerini KKM’ye yatıranlar ise enflasyona karşı yenik düşmelerine rağmen hesaplarına geçen paranın çok önemli kısmını Hazine ve Merkez Bankası ödedi (Yılbaşından bu yana enflasyon yüzde 46 olurken, dolar TL’ye karşı yüzde 36 yükseldi).

 

Kaybedenler Kulübü

 

Bu hikâyenin asıl kaybedenleri ise bu hikâyenin içine giremeyenler oldu.

 

Herhangi bir birikimi olmayanlar kaybetti.

 

Kredi alma imkânı olmayanlar kaybetti.

 

Sabit ücretliler ve dar gelirliler kaybetti.

 

Markette, tekel bayisinde ve benzin istasyonunda harcama yaparak vergi ödeyenler kaybetti.

 

Tasarruflarını Türk lirasında tutanlar kaybetti.

 

Bu hikâyenin kazananları Cumhurbaşkanı’nın “Vatandaşlarımızdan ve iş dünyamızdan tek ricam, kendi ülkelerine ve dolayısıyla kendi paralarına güvenmeleridir” sözünü dinlemeyenler oldu.

 

Bu hikâyenin kazananları “Türk lirası ile tasarruf edilmez, kredi kullanılır” diyenler oldu.

 

Faizleri sözde düşük tutmak uğruna kamu kaynakları heba edilirken dar gelirliden varlıklı kesime ve kredi kullanabilen şirketlere korkunç ve vahşi bir servet transferi yapılıyor. Bugünün kazananları, bundan sonra da kazanacaklarını hayal edebilirler. Oysa enflasyonun kazananı olmaz. Enflasyon eninde sonunda gelirleri, servetleri ve sermayeleri eriterek kaybedenler kulübünü genişletir. Kendini büyütüp besleyen ve kendisiyle iş tutan siyasetçileri de tarihin tozlu sayfalarına gömer.

İLGİLİ YAZILAR

  • 1
  • 2
Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.