Kavala Davası, AİHM ve Milli Egemenlik
Son yıllarda, Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak birçok iktidar sözcüsü, AİHM kararlarının bağlayıcı olmadığını, Türk mahkemelerinin kararlarına saygı göstermeyen bu Mahkeme’nin kararlarına Türkiye’nin de saygı göstermeyeceğini, aksini düşünmenin milli egemenliğimizin ihlâli anlamına geleceğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüş, milletlerarası insan hakları hukuku konusunda tam bir bilgisizliğin ya da kesin bir inkârcılığın ifadesidir.
Kavala / Gezi davası sürecinde neredeyse beş yıldır süren hukuksuzluklar zinciri, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 25 Nisan 2022 tarihli kararıyla doruk noktasına ulaştı. Bu karar hakkında birçok seçkin hukukçumuz gereken değerlendirmeyi yapmış oldukları için, bu konuya girmiyorum. Sadece birkaç yıl önce benzer bir durumda muhatap olduğum bir soruya verdiğim cevabı tekrarlamakla yetineceğim: “Hukukun bittiği bir ülkede, falanca kanunun filanca maddesinin feşmekân fıkrasına göre hukukî analizlere girişmek komik oluyor.”
Bu yazıda ele alınacak konu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının Türkiye açısından bağlayıcı olup olmadığı sorunu. Gerçekten, son yıllarda, Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak birçok iktidar sözcüsü, bu kararların bağlayıcı olmadığını, Türk mahkemelerinin kararlarına saygı göstermeyen bu Mahkeme’nin kararlarına Türkiye’nin de saygı göstermeyeceğini, aksini düşünmenin milli egemenliğimizin ihlâli anlamına geleceğini ileri sürmüşlerdir.
Bu görüş, milletlerarası insan hakları hukuku konusunda tam bir bilgisizliğin ya da kesin bir inkârcılığın ifadesidir. Milletlerarası insan hakları hukuku kavramı, her insanın doğuştan birtakım temel haklara sahip olduğu ve bunları keyfî olarak sınırlandırmanın, hiçbir devletin mutlak takdirine bağlı olmadığı düşüncesine dayanır. Bu görüş, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, iki dünya savaşı arasındaki dönemde totaliter diktatörlükler altında işlenen korkunç insan hakları ihlâllerine karşı bir tepki olarak güç kazanmıştır. Bu alanda en büyük ıstırabı, Hitler, Stalin ve Mussolini yönetimleri altında Avrupa Kıtası çekmiş olduğundan, milletlerarası insan hakları hukuku akımının öncülüğü de doğal olarak Avrupa ülkelerinden gelmiştir.
Bu bağlamda, Avrupa ülkelerinde demokratik değerleri hâkim kılmak amacıyla 1949 yılında Avrupa Konseyi kurulmuş ve bu Konsey bünyesinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) imzalanmıştır. Sözleşme, hükümlerinin uygulanmasını denetlemek amacıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni kurmuştur. Türkiye bu Sözleşme’yi 1950’de imzalamış, 1954’te de onaylamıştır. Türkiye, 1987’de AİHM’ye bireysel başvuru hakkını tanımış, 1989’da AİHM kararlarının bağlayıcılığını kabul etmiştir. AİHS’nin ve dolayısıyla AİHM kararlarının taraf devletler yönünden bağlayıcılığı konusunda bir an için bile kuşku duyulamaz. Hukuk kurallarının en önemli ayırıcı özelliği, bağlayıcı oluşları ve bunlara riayetsizliğin önlenmesinin birtakım yaptırımlara bağlanmış olmasıdır. Yaptırımsız hukuk kuralı olamaz.
Türkiye AİHS’yi imzalamak ve AİHM kararlarının bağlayıcı etkisini kabul etmekle, sadece milletlerarası hukuk açısından bağlayıcı bir taahhütte bulunmuş değildir. Bu kararlar iç hukuk açısından da aynı derecede bağlayıcıdır. 1982 T.C. Anayasası’na göre (m. 90) “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.” Dolayısıyla Türk mahkemeleri kararlarında nasıl milli kanunlara uymak zorundaysalar, aynı şekilde bu milletlerarası antlaşma hükümlerine de uymak zorundadırlar. Bu maddeye 2004 Anayasa değişikliğiyle eklenen ek fıkra ise temel haklara ilişkin milletlerarası antlaşmalara, milli kanunlardan da daha üstün bir konum tanımıştır. Bu fıkraya göre, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” İlginçtir ki Türkiye’deki bütün demokratlarca hararetle alkışlanan bu Anayasa değişikliği, AK Parti’nin TBMM üyeliklerinin yaklaşık yüzde 65’ine sahip olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir.
Milli Egemenliğin İhlâli İddiası Temelden Yoksundur
Görülüyor ki bu veriler ışığında Türkiye bakımından AİHM kararlarını uygulamak, gerek milletlerarası hukuk gerekse iç hukuk açısından bir zorunluluktur. Bununla milli egemenliğin ihlâl edilmiş olacağı iddiası tamamen temelden yoksundur. Çünkü AİHM, kararlarıyla yerel mahkemelerin kararlarını iptal etmemekte veya onların yerine geçerek bizzat karar vermemektedir. AİHM’nin kararı, yerel mahkeme kararıyla Sözleşme’nin ihlâl edilmiş olduğunu tespitten ibarettir. Bu kararla, Sözleşme’nin 46’ncı maddesi gereğince taraf devlete bu kararın gereğinin yerine getirilmesi yükümlülüğü getirilmekte ve bu yerine getirilmediği takdirde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne ilgili devlete siyasi bir yaptırım uygulama yetkisi tanınmaktadır. Kavala davasında halen bu süreç işlemektedir.
Bakanlar Komitesi, ihlâlin ağırlığına göre Avrupa Konseyi’nden kesin ihraç müeyyidesi uygulayabildiği gibi, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde oy hakkından yoksun bırakma, üyeliği geçici olarak askıya alma gibi daha hafif ara müeyyideler de uygulayabilir. Doğal olarak bu müeyyideler, hukukî değil, siyasal niteliktedir. Dolayısıyla egemenliğin bir unsuru olan yargı yetkisinin yabancı bir makam tarafından kullanılması asla söz konusu değildir. AİHM denetimi bir an için bir egemenlik kısıtlanması sayılsa bile unutmamak gerekir ki bu kısıtlanma, Türkiye’ye özgü bir durum değil, bütün Avrupa Konseyi ülkelerinin kendi hür iradeleriyle kabul ettikleri bir yükümlülüktür. İktidar çevreleri, Bakanlar Komitesi’nin, Türkiye’nin siyasi ve stratejik önemini göz önünde tutarak böyle bir müeyyide uygulamayabileceği beklentisi içinde olabilirler. Ancak Bakanlar Komitesi elbette AİHS’nin dayandığı tüm temel değerleri inkâr edecek bir tutum içinde de olamaz.