Kâzım: Modern Bir Gılgamış Güzellemesi
Akademisyen-Yönetmen Dilek Kaya’nın, İzmir’de bir bit pazarında bulduğu mektuplar üzerinden hazırladığı bol ödüllü Kâzım (2018) belgeseli, insanların kabuk tutmuş yaralarına dokunuyor. Hayata, yaşamaya, yaşarken ihmal ettiklerimize, kaçırdıklarımıza dair sorular sordurtuyor. Hatırlamaktan, yüzleşmekten korkmamaya çağırıyor.
RÖPORTAJ: Ayşe Yılmaz
Yaşar Üniversitesi Radyo, TV ve Sinema Bölümü Öğretim Üyesi Dilek Kaya, zorlu korona günlerinde birçok insana iyi gelecek Kâzım (2018) belgeselini erişime açtı. Belgeselde, Kaya’nın anlatımıyla, 46 yıl önce, vefatının ardından adı sanı silinmesine rağmen bit pazarına düşen mektuplarıyla yeniden doğan Kâzım’ın yaşadıklarını adım adım öğreniyor ve keşfediyoruz. Kâzım Küçükalp’in hayat hikâyesinin peşinden biz de bir izsürücü gibi Dilek Kaya ile yollara sürülüyoruz. Bu açıdan film, insanlığın silineceği yapay gelecek iddialarının arifesinde, geçmişten bir sesle insana, hayata, yaşanılan kayıplara ve ölümlere dair çağrışımlarıyla, ölüm kaygısıyla yola çıkıp ölümsüzlüğün sırrını, süreklice aydınlığı arayarak onurluca yaşamakta bulan Gılgamış’ı hatırlatıyor. İzleyenleri üzerinde büyük tesirler bırakan, hemen hemen herkesi kaybettikleriyle veya yaşamak isteyip de yaşayamadıklarıyla yüz yüze getiren Kâzım belgeselini, filmin yönetmeni Dilek Kaya’yla konuştuk.
Belgeselden önce biraz olsun sizi tanımaya yardım edecek birkaç soru sorarak başlamak istiyorum. Çünkü belgeselde bu zamana kadar hep böyle bir ruh hâlini arzulamışsınız, karşınıza böyle bir fırsat çıkmasını beklemişsiniz gibi bir hava var. Kâzım sanki hayatınızdaki bir boşluğu dolduruyor gibi.
Bahsettiğiniz ruh hâli ve izsürme meselesi, bende sadece Kâzım’a özgü bir durum değil aslında. Az veya eksik bilinen bir konu yahut eksik bir hikâye beni bir yerden kuvvetlice yakalamışsa, merak ve heyecan uyandırmışsa, o konu veya hikâyenin peşinden bir dedektif gibi giderim. Önümde bir sürü parçası eksik büyük bir yapboz varmış hissi veren konu veya hikâyelerdir bunlar ve ben parçaların peşine düşmekten kendimi alıkoyamam. Titiz davranırım, her izin peşinden giderim, normalde önemsenmeyebilecek ayrıntıları önemserim. Bu, çoğu tarihsel, akademik çalışmalarıma da yansıyan bir durum.
Kâzım Küçükalp
Dolayısıyla Kâzım’ın hikâyesinde izlediğim yöntem aslında yeni bir şey değildi benim için. Ama elbette Kâzım’la karşılaşmamın, ardından yaşadığım yolculuğun ve ortaya çıkan hikâyenin biricik bir tarafı var gene de. Kâzım, hayatımda bir daha tekrarı olmayacağını bildiğim ve hep özel kalacak bir deneyim yaşattı bana. Film yapmak da dahil, hiçbir belirli bir arayış içinde olmadığım bir zamanda, bir bit pazarında, bir avuç mektupta öylece çıkıverdi karşıma. Bu karşılaşmayı bir şeyin peşine düşme fırsatı olarak görmedim asla. Ben, gerçekten, mektuplardan tanıdığım Kâzım’ı, temsil ettiği gençliği sevdim, önemsedim ve o canlı hayatın, o mektupların yazıldığı tarihten çok kısa bir süre sonra sonlandığını tesadüfen öğrenince şok oldum, öfkelendim. Filmde de söylediğim gibi, “Bu hayatın ona [Kâzım’a] bir borcu var.” gibi hissettim. Hatırlansın, bu şekilde tekrar hayata dönsün istedim.
Hayatınızda, Kâzım’ın yaşadıklarıyla özdeşleşen kırılmalar mı yaşadınız ki bu kadar ağır geldi onun vefatını hazmetmek size? Kâzım’ın dolu dolu yaşadığı 19 yıl karşısında, yaşanmamışlıkların verdiği acı mıydı bunun sebebi?
Bu genç ölümü hazmedemememin nedeni bana kendi hayatımdaki kırılmaları, yaşanmamışlıkları hissettirmesi miydi? Bu soruya “hayır” demek mümkün değil sanırım. Öncelikle, mektupların kafamda canlandırdığı Kâzım’la aramda benzerlikler kurduğumu söylemeliyim. Sınavla girilmiş yatılı bir okul, aileden çok arkadaşlarla büyümek, okul basketbol takımında kaptanlık, müzik merakı, belli bir adalet anlayışı ve haksızlık duygusu, hem akademik disiplin hem asilik… Bunlar benim ortaokul ve lise hayatımı da anımsatan şeylerdi. Kâzım’ın asla hayal edemeyeceği bir şekilde, ansızın ölümü, belki o yıllardaki ‘ben’in de ölümüydü veya ölmesem de her şeyin hayal ettiğim gibi olmadığının, yarım kalmışlıkların altını çizen bir durumdu. Belki 2000 yılında, 37 yaşında, ansızın kaybettiğimiz ağabeyimin yarım kalmış hayatını da hatırlattı Kâzım bana… Ve insanı isyan ettiren tüm ölümleri. Muhtemelen iç içe geçmiş, farkında olduğum veya olmadığım bir sürü duygu var Kâzım’la kurduğum yakınlığın ardında. Emek ve umutla kurulmaya çalışılan hayatların kırılganlığıyla yüzleşememe durumu belki de.
BİT PAZARI: “KİRLİ VE HÜZÜNLÜ HARİKALAR DİYARINA YOLCULUK”
Dilek Kaya’yı bit pazarlarına çeken de bu kırılganlıklarıyla yüzleşememe hissi mi? Sizin için ne ifade ediyor bit pazarları? Sanırım, bit pazarı ifadesinin nerelerden geldiğine dair kesin bir yargı yok. Önce bayat pazarının bata, bat pazarının da bite dönüştüğünü söyleyenler var. Biri için işlevi biten bir eşyanın başkasının hayatında yeniden başlaması anlamında kullanıldığına dair söylentiler de gördüm.
Bitpazarı ifadesinin “bayat” kelimesinden evirilmekten çok, “bit” dediğimiz böcekten geldiğini düşünüyorum. Zira, ifadenin Fransızca ve İngilizce karşılıklarında da bu böceğe gönderme var. Eski, kirli ikinci el giysi ve eşyalarda olabileceği düşünülen böcek… Bit pazarları, antikacı ve koleksiyonculardan tutun da, temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere oraya gelen, her kesimden insanı ve her bağlamdan, her zamandan nesneyi bir araya getiren mekânlar. Ben öncelikle bu pazarların bu zengin dokusunu seviyorum. Bazen hiçbir şey almasam da saatlerce orada dolaşmaktan, yeri geldiğinde satıcılarla muhabbet etmekten zevk alıyorum. İlgilendiğim nesneler bazında bir tarif yapmam gerekirse, bir bit pazarı satıcısından duyduğum bir cümleyi ödünç alarak söyleyeyim, bit pazarı benim için “kirli ve hüzünlü harikalar diyarı” demek. Yaşam kalıntılarının kıyıya vurduğu bir derya. Eski oyuncaklar, fotoğraflar, günlükler, hatıra defterleri, mektuplar, eski basım kitaplar, dergiler, analog teknoloji (8mm kameralar, filmler, makara teypler ve ses bantları) en çok ilgilendiğim şeyler arasında.
Bunlar sosyolojik değeri olan gayrı resmî belgeler aslında ve bu yüzden de önemliler. Akademisyen olduğumdan olsa gerek, bu tür malzemelere sosyolojik bir bakış açısıyla bakmadan edemiyorum. Ama daha baskın olan duygusal bir ilişkim de var bu tür malzemeyle. Geçmiş zamanı, sıradan insanların deneyimlerini, geçmişteki hissetme ve ifade etme biçimlerini düşünmek, anlamaya çalışmak, farklı hikâyelere dalmak, bunların arasında kaybolmak, bazen kendimi bulmak hoşuma gidiyor.
Daha çok neler biriktiriyorsunuz?
Bugüne dek biriktirdiğim malzemeler biraz da “öksüz” şeyler aslında. Onlara sahip çıkmak gibi bir duygu da yaşıyorum alıp eve getirdiğimde. Hatta hiç tanımadığım sahiplerini dinliyor, onlara değer veriyormuşum gibi hissediyorum. Bir defasında fazla dikkat etmeden eski bir yemek kitabı almıştım. Eve gidip kitabı incelediğimde kapak içlerinde intihar notu gibi bir mektup yazıldığını gördüm. Acı çeken genç bir kadın tarafından yazılmış isimsiz bir yazıydı. Artık o bir yemek kitabı değildi benim için. Sahibiyle aramda bir temastı, şefkatli bir dokunuştu. Kadınlık üzerine konuşan, sosyolojik değeri olan bir nesneydi aynı zamanda. Bazen acı olsa da, bu tür karşılaşmaları seviyorum sanırım ve bu imkânı bana en çok sağlayan yer de bit pazarları.
“Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı?” diye bir sözümüz var. Acaba çoğu kimsenin dönüp bakmadıklarına yönelmek mi cezbediyor bit pazarı tutkunlarını?
Bit pazarı tutkunları homojen bir kitle değil. Oraya zorunluluktan gelen de var, alışveriş merkezine vakit geçirmeye gider gibi gelen de: Antikacılar, koleksiyoncular, sahafların yanı sıra retro giyim için gelen gençler, internet üzerinden ikinci el giysi satışı yapan ve ucuza mal bulmaya çalışan pek çok kadın meselâ. Bu işin satıcı ve alıcı olarak hastaları var. Dolayısıyla neyin, kimi, neden cezbettiğine dair net bir cevap vermem mümkün değil. Her bit pazarının aynı olmadığını da belirtmeliyim. Bazıları düzenli tezgâhların olduğu, daha yerleşmiş, fiyatların görece yüksek olduğu “antika pazarı” şeklinde adlandırılan pazarlar. Bunların yanı sıra oldukça düzensiz “çöp pazarlar” da var. Ben daha çok bu çöp pazarların tutkunuyum, çünkü daha sürprizliler.
“İNSANLAR BAZEN GEÇMİŞİN AĞIR DUYGUSAL YÜKÜNDEN KURTULMAK İSTİYOR”
Kâzım belgeselini ortaya çıkaran sürpriz gibi… Kâzım’ın mektupları nasıl bit pazarına düşmüş? Acaba bu, Kâzım’ın ağabeyinin kardeşinin terekesini sizin sahiplendiğiniz denli sahiplenemeyişinin bir sonucu muydu? Sanki onu neredeyse unutmuş veya unutmak istemiş.
Kâzım’la ağabeyi arasında altı yaş var. Biraz bu yüzden, biraz da Kâzım ortaokuldan itibaren yatılı okuyup lisede Ankara’ya gittiği için ortak paylaşımları fazla olmamış. Gene de aralarında bir sevgi eksikliği olduğunu sanmıyorum.
Attila ağabey, 1974’te Belçika’da bir bankada staj yapıyor ve o süre boyunca eve mektuplar yolluyor. Pazardan aldığım mektuplar arasında bunlar da var. O mektuplarda Attila ağabeyin, annesini ve kardeşini ne kadar önemsediğini görebiliyorsunuz. Kâzım’ın istediği plakları bulmak için çabalıyor; basketbol topu, spor ayakkabısı gibi Kâzım’ı sevindirecek şeyler göndermeye çabalıyor. Belçika’dan döndükten kısa bir süre sonra da trajik olay gerçekleşiyor. Tüm aile için büyük bir yıkım bu. Anne kahroluyor ve ağabey o süreçte annesiyle ilgilenmekten, neredeyse Kâzım’ın yasını tutacak fırsat bile bulamıyor. Filmde kendisinin de anlattığı gibi bu süreçte hayatı altüst oluyor. O da kendine bir hayat kurmaya çalışan yirmili yaşların ortasında bir genç o yıllarda. Annesinin ısrarıyla nişanlısından ayrılıyor. Annenin ruh sağlığı için doktorların önerisiyle başka biriyle evlenip çocuk yapıyor. Çocuğun bir adı da Kâzım konuyor.
Kâzım’ın ve annenin ağırlığı, ağabeyin tüm hayatına sinmiş gibi. Evliliğini de sürdüremiyor ve sonuçta, bugün, tek başına, evlenmeden önce annesinin yaşadığı evde yaşıyor. Filmde de kısmen görülen o ev zamanda donmuş sanki. Duvarda, annesinin altında uyuduğu Kâzım’ın büyük fotoğrafı asılı hâlâ. Kâzım’a 1974’te alınan müzik dolabı öylece duruyor. Sanki Kâzım’ın ölümünden sonra bir daha hiç açılmamış. Kâzım’ın plakları, müzik bantları kırk küsur yıl önce bırakıldığı gibi kalmış gibi. Ağabey için geçmiş, ağır bir travma bence ve oraya dönmekten çekinmesi çok anlaşılır bir durum. Bütün hayatını vermiş, daha fazla ne yapabilir ki! Üstelik acıyı yaşamanın pek çok farklı biçimi var. Onun ne yaşadığını, ne anlayabiliriz ne de yargılayabiliriz.
Mektuplar muhtemelen anne tarafından o evde yıllarca saklandı. Ağabeyin yıllarca açmadığı dolaplarda ne olduğunun farkında olduğunu sanmıyorum. Mektupların bir gün o evden başka bir sürü şeyin arasında sokağa düştüğünü düşünüyorum. Evden bir sokak hurdacısına, oradan da bit pazarına… Genelde de böyle oluyor zaten. Bit pazarına düşen sadece Kâzım’ın mektupları değil. Bu türden özel pek çok şeye çok sık rastlayabilirsiniz bit pazarlarında. İnsanlar bazen geçmişin ağır, duygusal yükünden kurtulmak istiyor, bazen de ölüm sonrası yaşlı evlerinin boşaltılmasıyla bu şeyler hurdacılara, eskicilere ve bitpazarlarına düşüyor. Hepsi anlaşılabilir geliyor bana. Ben hiç tanımadığım insanların anılarına sahip çıkmayı seviyorum. Ama kimseden kimsenin anısına sahip çıkmasını da bekleyemem ve bu konuda kimseyi yargılayamam.
Kâzım’ın müzik dolabından, plaklarından, basket merakından bahsettiniz. Belgeselde de bunu görüyoruz. Baba Kâzım’ın birçok alana meraklı, fazlasıyla dünyaya açık bir insan olduğu anlaşılıyor. Bu o dönemin bir özelliği olarak mı okunmalı, yoksa Kâzım’a has bir durum mu sizce?
Kâzım yetmişlerin eğitimli, kentli, modern, orta sınıf gençliğini temsil ediyor. Merak, keşif, çok yönlülük sadece Kâzım’a özgü değil aslında. Kâzım ve Fen Liseli arkadaşları, görece ağır bir eğitim görüyorlar ama kendilerince iyi vakit geçirmeyi de biliyorlar. Ankara Fen Lisesi, o zamanki adıyla Fen Lisesi, Türkiye’de bilim insanı yetiştirme hedefiyle kurulmuş bir lise. Ancak gördüğüm kadarıyla, o çocuklar sadece bilimle ilgilenmiyor; edebiyat da seviyor, yazıyor, spor yapıyor, izcilik yapıyor, doğayla ilgileniyor, dünya müziğini takip ediyor…
Yetmişlerin o yoksul ve yoksun Türkiye’sinde bunu başarmaları ilham verici gerçekten. Yetmişler bütün dünyada büyük kırılmaların, çatışmaların yaşandığı, karşı bir gençlik kültürünün iyice belirginleştiği yıllar. Bunun Türkiye yansımalarını da görüyoruz. O dönemin gençliğinin daha ateşli, mücadeleci bir gençlik olduğunu söyleyebiliriz. Hatta ateşlerini ve mücadelelerini farklı bağlamlarda ve şekillerde dışa vurmuş olsalar da… O genel hava içerisinde Kâzım’ın müzik tutkusuyla ve lider ruhluluğuyla arkadaşları içinde biraz daha öne çıktığını söyleyebiliriz. Yine de hepsi güzel gençlermiş. Film sadece yitip giden Kâzım’ı anlatmıyor aslında. Bir yandan da yitip gitmiş bir dönemi hatırlatıyor.
ZOR ZAMANDA KONUŞMAK
Dağcı Nesip Aral da o gençlerden biri. Ve Kâzım düştüğünde yanında sadece o var. Bunca yılın ardından dahi bu konu üstüne konuşmak istememesi bir suçluluk belirtisi mi sizce?
Filmle ilgili Nesip Aral’a yazdığımda kazanın, hayatının en trajik olaylarından biri olduğunu ve o günlere tekrar dönmek istemediğini çok nazik bir dille ifade etti. Dolayısıyla, filme de katılamadı. Bir zaman sonra kendisine bir kez daha sorduğumda gene aynı cevabı verdi. Yaşadıkları olay ve sonrası çok travmatik gerçekten. Öyle bir durumda suçluluk hissetmemek mümkün değildir herhâlde. Gene de ben Nesip Bey’in filme katılmak istememesini suçluluk duygusuna değil, gerçekten yüreğinin kaldıramayacak olmasına bağlıyorum. Arkadaşlarının anlatımıyla, kendisi, o yıllarda dağcılık konusunda en bilgili, en tecrübelilerden biri. Tırmanışlarda hep sorumluluk duygusuyla hareket ediyor, gerektiğinde insanların arkasını topluyor.
Yakın zaman önce filmi ODTÜ’de eski ve yeni dağcılarla birlikte seyrettiğimizde, bir dağcı, filmde Nesip Bey’in konuşmamasına değil, diğer dağcıların konuşabilmesine şaşırdığını söylemişti. Çünkü kendisi de daha önce dağda arkadaşlarının ölümüne tanıklık etmişti ve bu tür ölümlerin ardından konuşmak çok zordu ona göre de. Filmde de anlatıldığı gibi, Kâzım’ın tam olarak neden, nasıl düştüğünü hiç kimse bilmiyor. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz sanırım. Ama o düşüşün herkes için yıkıcı olduğu net.
Bu düşüşü bir belgesele dönüştürme arzusu ve duygusu nasıl gelişti sizde?
Aslında Kâzım’ın öldüğünü anladığımda aklıma ilk gelen, bütün bu karşılaşmayı anlatan bir yazı yazmak oldu. Akademisyen olarak genelde yaptığım şey. Bu olayı okuldaki arkadaşlarıma anlattığımda, hikâye herkesi çok etkiledi. Ben Sinema Bölümü’nde öğretim üyesiyim ve etrafımda öğrencisinden teknik uzmanına kadar sinemayla ilgili pek çok insan var. Belgesel film fikri, okuldaki bu konuşmalar esnasında ortaya çıktı. Film yapmak aslında benim de hep gönlümde yatan ama derslerden ve araştırmalardan dolayı sürekli ertelediğim bir arzuydu. Küçük bir “acaba”nın ardından kendimi bu belgesel için uğraşırken buldum. Film, tamamı gönüllü çalışan üniversiteden bir ekiple, okulun teknik imkânlarıyla ve gene okuldan aldığımız mütevazı bir bütçeyle çekildi. Kolay bir süreç olduğunu söyleyemem. Bazen geriye baktığımda bütün bunlar nasıl gerçekleşti, hâlâ inanamıyorum. Çok kişinin emeği var filmde. Hepsi özel benim için.
Belgeselin çekim süreçlerinde ilginç olaylar yaşandı mı?
Süreç başından sonuna belirsizliklerle dolu bir yolculuktu. O yüzden benim açımdan her ânı ilginçti diyebilirim. İnsanlara ulaşabileceğim belirsizdi, beni nasıl karşılayacaklarından emin değildim. O yüzden her buluş, her karşılaşma ânı heyecanlıydı. Artvin, Barhal (Altıparmak) Köyü çekimleri başlı başına ilginçti. Yola çıkarken o köyde bir şey bulup bulamayacağımızdan emin değildik. Dağa çıkacaktık ama nereye kadar gidebilirdik bilmiyorduk. Köylülerin kırk küsur yıl öncesinden Kâzım’ı capcanlı hatırlamaları sürpriz oldu. Onu adeta bağırlarına basmışlardı. Gene köyde, gençliğinde dağcı turistlere rehberlik eden ve o bölgeyi iyi bilen Mevlüt Amca’yı ve onunla birlikte 1974’teki faaliyet sırasında çekilmiş fotoğraflardaki yerleri bulmamız heyecan vericiydi. Kâzım’ı düştüğü yerden çıkarma operasyonuna katılan aynı köyden Yaşar Akıncı’nın o tarihlerde orada olması, olayı bir de ondan dinlemek, bunlar eşi benzeri olmayan deneyimlerdi benim için.
TÜRKİYE DAĞCILIK TARİHİNE İLİŞKİN ÖNEMLİ BİR BELGE
Hem oyunculuk hem yönetmenlik ikisi bir arada zor olmadı mı?
Mektupların peşinden çıktığım ucu açık yolculuğu mümkün olduğunca kaydetme fikri baştan beri vardı. Ama filmin içinde bir tür anlatıcı olarak da yer almam, esas çekimler bittikten sonra son ânda alınmış bir karardı. Başlangıçta sadece kendi üst-sesimi kullanmayı düşünüyordum. Fakat yazdığım metinler, onlara verdiğim ses, o sesteki her şeye yukarıdan bakan ve bilen özne, bir türlü içime sinmedi. Deneme amaçlı, bir arkadaşımdan benimle istediği gibi bir röportaj yapmasını istedim. Bir ağacın dibine oturduk ve daha önceden bilmediğim sorularını doğaçlama bir şekilde yanıtladım. Kaydettiğimiz bu röportajdan bazı kısımları, kurguda anlatıcı yerine kullanmayı denedik ve çalıştığını gördük. Filme seyircilerden gelen tepkiler de bunun doğru bir karar olduğu yönünde.
Buna ben de katılıyorum.
Bu tür bir anlatım tarzı filme daha doğal ve samimi bir hava kattı sanırım. Filmde ben dahil herkes tanıdığı Kâzım’ı anlatıyor. Ben fazladan, yaşadığım yolculuğu da anlatıyorum, bir üst-sesin yaratacağı iktidar ilişkisine nazaran daha eşit seviyede. Röportajlar sırasında kameranın arkasında değil, görüştüğüm insanlarla birlikte önünde olmam da, röportajların daha doğal ve rahat bir havada gerçekleşmesini sağladı. Konuşurken kamerayı hep beraber unuttuk diyebilirim.
Tek dezavantaj benim kameranın çektiklerini görememem, kaydedilen sesi duyamamamdı. Çekimlerden önce arkadaşlarıma genel bazı şeyler söylüyor ve gerisini onlara bırakıyordum, onlara güveniyordum. Bu bağlamda hem yönetmen hem oyuncu olmak benim için zor olmadı diyebilirim. Zira çekimler sırasında benim dikkatim insanlarla aramdaki ilişkide, onların anlattıklarındaydı. Ama çekimi yapan arkadaşlar için iş normalden daha zor olmuş olabilir. Çünkü kameradan bakan onlardı ve nasıl çekeceklerine onlar karar veriyordu. Hızlı ve spontane hareket etmek zorundaydılar. Çekimler bittiğinde elimizde bir sürü görüntü vardı ve sonuçta bu film kurguda ortaya çıktı diyebilirim. Kurguyu da büyük ölçüde ben yaptım. Elimdeki çekimlere, ek görsellere bakarak filme mümkün mertebe istediğim şekli vermeye çalıştım.
Belgeselde kullandığınız müzikler Kâzım’ın sevdiği eserlerden mi seçildi?
Filmde görünen plaklar ve ses bantları Kâzım’a ait zaten. Onlardan çok kısa parçalar duyuyoruz. Bölümler arası geçişlerdeki arka plan müzikleri ise bir internet sitesinden ekonomik bir ücretle satın aldığımız, Håkan Eriksson adlı bir sanatçıya ait eserler. Aslında o kısımlarda da Kâzım’ın dinlediği müzikleri kullanmak istemiştim, ki bunların arasında Janis Joplin, Wishbone Ash, Pink Floyd gibi isimler vardı. Fakat her birine 1000 dolar kadar telif ücreti istenince onlardan vazgeçmek zorunda kaldım. Epey bir araştırdıktan sonra sahnelerin ruhuna uygun bulduğum Håkan Eriksson’un bestelerinde karar kıldım.
HATIRLAMAK İYİLEŞMEKTİR
Kâzım belgeseli neredeyse izleyen herkesi etkilemişe benziyor. Youtube’da yayınlanmış bir söyleşinizin altındaki yorumlarda bir genç, bu belgeselden öylesine etkilendiğini ve sadece Kâzım için Kaçkalar’a çıkıp zirve yaptığını yazmış. Belgeselin tamamını da izleyemeden üstelik. Bu etkiyi neye bağlıyorsunuz?
Film gösterildiği her yerde çok güzel tepkiler aldı. Pek çok insan, elektronik posta veya sosyal medya yoluyla bana ulaşıp samimi duygularını paylaştı. Genç yaşta hayata veda etmiş, unutulmuş güzel bir insanın, kırk küsur yıl sonra bir yabancı tarafından bit pazarında bulunmuş bir avuç mektup vesilesiyle yeniden bir nevi hayat bulması insanlara mucizevi geliyor sanırım. Bende olduğu gibi, filmi izleyenler de yeni tanıştıkları Kâzım’ı seviyor, onu arkadaş kabul ediyor. Bu filmle kendi kayıplarını hatırlayanlar, kendi yaralarına dönenler de var. Kâzım bu yaraları da biraz hafifletiyor sanki. Filmin yetmişli yılları anlatması, gençliği o döneme denk gelen seyirci için farklı bir anlam da taşıyor. Sanki o günlere tekrar dönüyor, geçmişin muhasebesini yapıyorlar.
Geçmişte veya bugün dağcılıkla uğraşan çevre ise filmle ayrı bir ilişki kuruyor. Türkiye’de dağcılığın erken yıllarına ve Türkiye dağcılık tarihinin ilk kazalarından birine ışık tutması açısından filmi, Türkiye dağcılık tarihine ilişkin önemli bir belge olarak kabul edenler de var. Türkiye’de dağcılık tarihi yeterince bilinen bir tarih değil çünkü. Dünya sinemasının aksine Türkiye sinemasında dağ-dağcı hikâyelerine pek rastlamıyoruz. Kâzım bu açıdan önemli bir boşluğu dolduruyor gibi. Dağa ve dağcılığa bakan tarafıyla, eski dağcıların anlatılarıyla, kendi hikâyeleriymişçesine empati kuran eski, yeni pek çok dağcı var. Film hem konusuyla hem anlatım tarzıyla etkiliyor insanları. Filmi doğal ve samimi buluyorlar.
Belgeseliniz hatırlama, unutma ve hafıza üzerine çağrışımlarla dolu. Herkesin bir şekilde üstünü örttüğü bir olayı anlatıyorsunuz. Sanki belgesel, hatırlamaya bir çağrı gibi. İnsanlara kaybettiklerini hatırlatan bir davet… Ne dersiniz?
Filmin temelinde böyle bir davet var. En başta Kâzım’ın ağabeyine, arkadaşlarına, trajik olaya yakından tanıklık etmiş dağcılara yöneltilmiş bir hatırlama daveti. Bütün bu insanların, Kâzım’ın ölümüyle ilgili, hayatları boyunca pek de konuşmamış olmaları, benim de film sırasında keşfettiğim bir şeydi. Bu anlaşılabilir bir durumdu, çünkü yaşadıkları hepsi için bir travmaydı. Yıllar sonra sessizliklerini bozmak, o yılları hatırlamak, Kâzım’a dair konuşmak herkese iyi geldi diyebilirim. Kâzım, yıllarca, boğazlarında bir düğüm olarak kalmıştı sanki ve konuşarak bu düğümü biraz olsun çözebildiklerini düşünüyorum.
Ankara’da bir gösterimin ardından bir izleyici yanıma gelip benimle özel bir şey paylaşmak istediğini söylemişti. Çocuk yaşta, babasını kaybetmiş. Bir gün annesi, babasının acısına daha fazla dayanamayıp fotoğrafları da dahil onu hatırlatan her şeyi dışarı atmış, o da yıllarca bunun vicdan azabını çekmiş. Hatta o fotoğrafları yeniden bulma ümidiyle eskicileri dolaşmış ama bulamamış. “Sanki ben bugün, bu filmden sonra iyileştim” dedi bana. Babasını yaptığı güzel şeylerle hatırlamak, o fotoğrafların bir yerde hâlâ hayatta olduğunu düşünmek onu rahatlatmıştı.
Film, insanların kabuk tutmuş yaralarına dokunuyor belki. Hayata, yaşamaya, yaşarken ihmal ettiklerimize, kaçırdıklarımıza dair sorular sordurtuyor. Hatırlamaktan, yüzleşmekten korkmamaya çağırıyor.
KÂZIM (2018), 85 dk.
Kâzım belgeseli, yönetmenin 2016 yazında İzmir’de bir bitpazarından aldığı yetmişli yıllara ait mektupların peşinden çıktığı, İzmir’den Artvin’e uzanan bir yolculuğun hikâyesini anlatıyor. Mektupların merkezinde Kâzım Küçükalp adında zeki, müzik meraklısı, çok yönlü ve hayat dolu bir genç var. Yönetmen, bu gencin 1974 yazında, 19 yaşında, ODTÜ Dağcılık Kulübü’nün Altıparmak dağlarına düzenlediği bir tırmanışta düşerek öldüğünü tesadüf eseri öğrendi. Belgesel, yönetmenin mektupların hayattaki sahiplerine ve söz konusu dağ tırmanışına katılmış kişilere ulaşarak, Kâzım’ın ve etrafındakilerin hikâyesini yeniden kurgulama sürecini ekrana taşıyor. Belgesel, aynı zamanda yetmişli yıllar Türkiye gençlik kültürünün kısmî bir hikâyesi. (Belgeseli buradan izleyebilirsiniz.)
Festivaller ve Ödüller
10. TRT Uluslararası Belgesel Ödülleri, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Ödülü (2018)
38. İstanbul Film Festivali, Belgesel Film Yarışması, Finalist (2019)
51. SİYAD En İyi Belgesel Adayı (2019)
22. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, Resmi Seçki (2019)
2. Taste of Anatolia: Films from Turkey, Resmi Seçki (2019)
14. Boston Turkish Festival, Documentary and Short Film Competition, Özel Mansiyon (2019)
7. Antakya Uluslararası Film Festivali, Belgesel Film Yarışması, En İyi Film (2019)
1. Sinemazon Kadın Yönetmenler Festivali, Resmi Seçki (2020)
19. Boston Turkish Film Festival, Resmi Seçki (2020)
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.