Kent Yoksulluğu Kıskacında Atık Toplayıcıları
Atık toplayıcılarının yaşadığı toplumsal kriz, hepimizin sorunudur ve toplumsal dayanışmayla, farkındalıkla, empatiyle çözülecektir. Elli yaşında bir atık toplayıcı “ben bu yaştan sonra hırsızlık mı yapayım?” diye soruyorsa, bunun salt bir kamu sağlığı sorunu değil, güvenliği de ilgilendiren bir boyutu olduğu hepimizin aklının bir köşesinde durmalıdır.
50 yaşındaki Nusret, yirmi yıldır İstanbul’un Şirinevler semtinde çöplerden kâğıt toplayarak geçimini sağlayan bir Roman vatandaş. Akşamüzeri altıda çıkıyor sokaklara, gece yarısına doğru dönüyor barakadan bozma evine. İlkokulu ancak üçüncü sınıfa kadar okutmaya maddi imkanları el verdiği kızı da bir süre önce çekçekiyle kâğıt toplarken darp edildi. “Çekçeklerimizin altını yırtıyorlar, motorları ellerimizden alıyorlar, yasak diyorlar. Biz yasak bir şey yapmıyoruz, çöplerden insanların attığı kağıtları topluyoruz. Biz bu işi yapmaya mecburuz. Okumuşluğum yok. Bu yaşta beni kim işe alsın? Hırsızlık mı yapayım? İki çocukla yatağa aç mı girelim?” diye soruyor Nusret. Yaptıkları “ticaret”e bakıldığında onlar atık toplayıcıları. Etnik olarak ise ağırlıklı “Roman”.
Yoksulluk Sadece “Ekmek” mi?
Kent yoksulluğu perspektifinden bakıldığında, İstanbul’daki katı atık toplayıcıları bugünlerde derin yoksulluk ile açlık arasındaki o ince çizgide geziniyor. Aylardır depolarına yapılan baskınlar sebebiyle birçoğu gözaltına alındı, eve ekmek getiremez oldu, geçim kaynaklarından oldu, açlıkla sınanıyor, atık toplama araçlarının yüzlercesine el kondu, atık toplayıcı kadınlar şiddete maruz kaldı ama “evdeki erkeklerin başı belaya girmesin diye” evdekilere yansıtmadılar. Ve sistemin kolay lokması olmamak için çabalıyorlar şu günlerde. Çünkü yoksulluk sadece eve akşam ekmek götürmek değil; ekonomik yetersizlikler beraberinde eğitimden sağlığa birçok erişimi de imkansızlaştırarak yoksulluğu kronikleştiriyor ve katı atık toplayıcıları gibi kırılgan kesimleri kentsel mekanlardan, toplumsal hayattan, okul sıralarından, hatta medyanın radarından bile uzaklaştırıyor.
Her ne kadar İstanbul Valiliği bu denetimlerle “atıkların geri kazanımı ve geri dönüşüm faaliyetlerinin mevzuatla uyumlaştırılmasını” amaçladıklarını ve izinsiz-ruhsatsız atık toplama ve ayırma faaliyetlerinin çevre ve halk sağlığı başta olmak üzere kayıt dışı istihdama yol açıp haksız kazanca sebebiyet verdiğini söylese de atık işçileri bu sürecin onların yararını gözetecek şekilde yürütülmesi, “ekmeklerinin ellerinden alınmaması” gerektiğini vurguluyor. “Günde zaten alnımızın teriyle 50-60 TL kazanıyoruz. Topladığımız atıkları kâğıt toplayan bir şirkete veriyoruz” diyor Nusret, Türk-İş verilerine göre açlık sınırının 3 bine, yoksulluk sınırının 10 bine geldiği ülkemizde…
Peki katılımcı bir demokrasi anlayışımız olsaydı, bir yandan da kâğıt toplama işi lisans belgesine sahip şirketlere verilmek istenseydi bu süreç nasıl işleyecekti? Rant ile toplumsal barış arasındaki denge nasıl sağlanırdı? Düşük gelirli, sağlıksız, sosyal güvenceden yoksun koşullarda çalışan, toplumda da zaten dışlanmış olan bu kesimin elinden ekmeğini alan bir uygulama başlatılmadan önce, ilgili tüm tarafların temsilcileri, tüm aktörler bir müzakere masası etrafında bir araya getirilip talepleri dinlenirdi. Ardından atık yönetiminde yeni bir sayfanın açılacağı bu süreçte toplumun kırılgan kesimlerini açlıkla sınamamak, zaten pandemi döneminde sokağa çıkma yasakları yüzünden geçim kaynakları ağır bir yara almış olan bu insanlara ikinci bir pandemi yaşatmamak için onları ekonomik döngünün içine eklemlemek için yaratıcı çözümler bulunabilirdi. Bir diğer deyişle, hak temelli bir anlayış çerçevesinde sosyal güvenceden yoksun ve ağır yoksulluk koşulları altında yaşayan bu kesimin hakları dikkate alınarak sosyal politikalar geliştirilirdi. Katılımcı bir demokrasi ortamında, sadece geçinmek için kâğıt toplamak zorunda kalan çocuğun elinden çekçeki alındığında yaşadığı yıkımı, toplum vicdanında hissederdi, kalbi ağrırdı.
Sivil Toplumun Önerileri
Romanların sosyo-ekonomik sorunlarını uzun yıllardır dillendiren ve çözüm önerilerini siyasi arenada korkusuzca ve sağduyuyla gündeme getiren Sıfır Ayrımcılık Derneği başkanı Elmas Arus, “Atık toplayıcıların sorunlarının çözümü ve iç huzurlarının sağlanabilmesi için kamu, özel sektör, belediyeler, sivil toplum kuruluşları ve atık toplayıcılarından oluşacak bir komisyon kurulmalıdır” diyor.
Dolayısıyla, kârlılığın keşfiyle birlikte bir zamanlar toplumun “pis” bir iş kolu olarak nitelendirdiği bir “angarya” iş kolu, kurallarını artık büyük işletmelerin koyduğu bir sektör haline dönüşürken, atık toplayıcıları bu yeni düzende oyun dışı bırakılıyor. “Sorunlarını bir yetkiliye ilettin mi?” diye sorduğumda Nusret’in yanıtı net oluyor: “Kim dinler ki benim gibi garibanı?” Yoksulluk sadece ekonomik değil, temel haklara erişimde de bir yoksunluğu beraberinde getiriyor. Bu da kırılgan kesimleri, sorunlarıyla başa çıkma gücünden mahrum hissettiriyor.
Peki talepleri nedir? Öncelikle, bu sürecin tamamen ilgili tüm tarafları bir araya getiren bir komisyon eşliğinde, bu kişilerin güvenli koşullarda ve kayıt altında çalışmalarını sağlayan gerekli yasal düzenlemeler eşliğinde yürütülmesi. Yani sabah uyandıklarında depolarına yapılan baskın sonucu işsiz kalmamak; Avrupa’daki diğer Romanlarda olduğu gibi bir gün bile çalışsalar sigortalı, güvenceli ve haysiyetli koşullar altında çalışabilmek, sağlık koşullarına uygun depolama alanlarında geri kazanım, geri dönüşüm ve sürdürülebilirlik için kritik önemdeki bu katkıyı gerçekleştirmek… Zira bu insanların on yıllardır devam eden bir iş kolunda Türkiye’nin yıllık evsel atık geri dönüşümünün büyük bölümünü gerçekleştirirken kazandıkları tecrübe, onları yeni yasal düzenlemeler çerçevesinde bilgilendirmek ve geçimini sağlayacak şekilde istihdama kazandırmak için oldukça yeterli bir zemin oluşturabilir. Bir diğer deyişle, atık ayrıştırma işi yapacak büyük işletmeler, doğrudan atık toplayıcılarından atık tedarikinde bulunabilir, bunun için de belirli yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılabilir; bu kişiler bir ara şirkete, taşerona dönüştürülebilir.
Bu noktada Sıfır Ayrımcılık Derneği ve Roman Diyalog Ağı’nın (RODA) geçtiğimiz günlerde yayınladıkları basın bildirilerinde dillendirdikleri talep ise, geçiş sürecinde ilgili belediye öncülüğünde İŞKUR tarafından katılımcılara günlük ücret ödenerek ve Millî Eğitim Bakanlığı tarafından görevlendirilecek öğretmenlerle atık toplayıcılara yönelik eğitim programı düzenlenerek çalışanların sertifikalı olarak çalışmasının sağlanması… Dolayısıyla bu süreçte tamamen başıboş değil; planlı, eğitim temelli ve tarafların tümü için kazan-kazan odaklı bir yaklaşım benimsenirse herkes akşam yastığa başını koyduğunda karnı tok, vicdanı rahat olacak. Ayrıca, bu süreçte çalışamayan ve normalde geçimini günlük olarak atıklardan sağladığı kazançla sürdüren atık toplayıcılar için acil olarak Sosyal Yardımlaşma Vakfı üzerinden destek sağlanması öneriliyor.
Atık toplayıcılarının yaşadığı bu toplumsal kriz, hepimizin sorunudur ve toplumsal dayanışmayla, farkındalıkla, empatiyle çözülecektir. Elli yaşında bir atık toplayıcı “ben bu yaştan sonra hırsızlık mı yapayım?” diye soruyorsa, bunun salt bir kamu sağlığı sorunu değil, güvenliği de ilgilendiren bir boyutu olduğu hepimizin aklının bir köşesinde durmalıdır.
Kuzey Makedonya’da Yaşananlar
Benzer sorunları yakın dönemde yaşayan ve 2005 yılından beri Avrupa Birliği üyeliğine aday ülke olan Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’te, Romanların ağırlıkta olduğu katı atık toplayıcıları için yeni bir iş modeli geliştirildi ve böylelikle Romanların çevresel sürdürülebilirliğe katkısı bir kez daha ön plana çıkarıldı. Geçtiğimiz sene geliştirilen ve hükümetin kabul ettiği plana göre; birkaç şirket bünyesinde bir araya getirilecek olan atık toplayıcılarının kamusal alanlarda çalışmalarına izin verilecek ve böylelikle hem aracı depolarla olan ilişkileri kesilecek, hem de lisans ve örgütlenme yoluyla çalışmaları normalleştirilecek.
Kuzey Makedonya’nın atık toplayıcıları açısından bir “başarı öyküsü” olarak kabul edilmesi gereken söz konusu iş planı, 2021-2027 Sosyal Girişimcilik Ulusal Strateji Planı’na da “öncelikli desteklenecek alan” olarak girdi. Karpos ve Aerodrom belediyelerinde pilot uygulamaları devam ediyor. Atık kağıt toplayıcıları bu yeşil dönüşüm sürecinde aç ve açıkta bırakılmıyor. Bunda iktidar koalisyonunda bulunan Roman siyasetçilerin uyguladığı manivela gücünün de etkili olduğunu kaydetmekte yarar var.
Avrupa Komisyonu’nun üyelik müzakereleri yürüttüğü Türkiye için hazırladığı son İlerleme Raporu’na (2020) göre, “çoğunlukla temel kamu hizmetlerinden yoksun ve sosyal yardımlara bağımlı olan Roman vatandaşlar, kötü barınma koşullarında yaşamaya devam etmektedirler. Kentsel dönüşüm projeleri, öncelikle Roman yerleşim yerlerini etkilemeye devam etmekte ve aileleri bütün olarak yerlerinden olmaya zorlamaktadır.”[1] Avrupa Komisyonu ayrıca Roman vatandaşların yoğun olarak yaşadığı mahallerde “bütünsel aktif istihdam tedbirlerinin” olmadığını, bu yüzden de işsizliğin, geçici bir çözüm olarak sunulan toplum yararına çalışma programları haricinde çok yüksek olduğunu, bunun da Roman çocuklar nezdinde ciddi bir maddi yoksunluk ve yoksulluğa yol açtığını kaydediyor.
Nusret de arkadaşları da bu ülkenin yoksulları ve yoksunları… Doğdukları aileleri de kendileri seçmedi. Yaşadıkları tüm yoksunluğa rağmen bu topraklarda bir varlık üretmeye, geri dönüşüm döngüsünün bir parçası olmaya, bu esnada da akşam evine ekmek götürmeye çalışan, elinden gelen tek işi yapmaya çabalayan, önünden geçerken zaman zaman burnunuzu kapattığınız çöplerin içine yarı beline kadar girerek sigortasız, güvencesiz şekilde onların ayrışmasını sağlayan kişilerden söz ediyoruz. Bu kişiler seslerine kamusallık kazandırmak istiyorlar. Ve şu anda bu ülkenin birer yurttaşı olarak yetkililerden onları görünmez saymamalarını, endişelerine kulak verip uzlaşı zemininde bu akut sorunu çözmelerini bekliyorlar.
Kamusal Alan Nasıl Kurgulanmalı?
Alman felsefeci, sosyolog Jürgen Habermas’ın kamusal alan kavrayışında olduğu gibi, kamusal alan, toplumun ortak yararını belirlemenin ve bunu gerçekleştirmenin odağında gelişen eylem ve düşüncelerin üretilip geliştirildiği ortak bir kamuoyunu oluşturan alandır. Burada ortak sorunlara dair tartışmaya herkesin erişimi olmalıdır. Bu anlayış çerçevesinde toplumsal dayanışma temelli bir kamusal düzen idealinde ise atık toplayıcılarının toplumsal dışlanmışlığı kamusal alan tartışmalarının odağına yerleşmeli, yoksulluğu anlama ve tepki verme biçimimiz de bu tartışmanın kapsayıcılığı ile birlikte güncellenmelidir.
Yoksa medyada birkaç gün yer alan ve “hit” rekorları kıran röportajlar, atık toplayıcılarının hayatında orta vadede çok büyük bir değişim yaratmayacak, daha ziyade sorunu bireysel olarak gösterip dramatize edecek, acının pornografisine dek varacak, meseleyi “seyirlik” hale getirip kolay tüketilen bir malzemeye dönüştürecektir.
Ayşe Buğra’nın Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika[2] kitabındaki ifadeleriyle, Türkiye’de sosyal politikalar hak temelli bir kavrayıştan uzaklaşıp hayırseverlik, STK’lar ve enformel dayanışma ağları üzerinden yürütüldükçe bu kesimlerin de geleceği belirsizliğe sürüklenecektir. Medya, artık çöplerin bile ihaleyle satılmaya başlandığı bir düzende insanların yoksulluğu ve yoksunluğunu anlamada, tanımlamada, anlamlandırmada ve çözüm üretmede kapsayıcı bir kamusal alana dönüşmelidir, onların sessizliğine hak odaklı şekilde itiraz edebilmeli, yoksulluğa karşı alternatif çözümleri kamuoyunda güçlü bir şekilde yansıtmalıdır.
Birhan Keskin’in dizelerinde atık toplayıcılarının sesini kamulaştırmak isterim, elimizdeki yegâne güçle, medyayla…
“Denizler dalgalar dövdü beni,
sert rüzgârlar yurt bildi zirvelerimi.
Kırıldım, söküldüm, ufalandım;
döndüm bitiştim tekrar kendime
açsan, kırsan, baksan;
bütün yeryüzü, her zerremde.
Taş taşıdım, içim kendimden yorgun benim,
dilim çok uzun bir yankı.
En eskisiyim ben buranın.”
__
[1] Avrupa Komisyonu, Türkiye İlerleme Raporu 2020, https://www.ab.gov.tr/siteimages/trkiye_raporustrateji_belgesi_2020/turkey_report_30.10.2020.pdf
[2] Buğra, Ayşe (2008). Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika. İstanbul: İletişim Yayınları.