Kim Ne Derse Desin Benim Bu Ülkeden Umudum Var…

Bugün büyük bir ekonomik krizin içinde yaşıyoruz. Gündelik siyaseti meşgul eden insanlar da ciddi bir kutuplaşma ikliminde siyaset yapıyor. Fakat sosyolojik ve demografik olarak en başta gençler olmak üzere Türkiye insanında muazzam bir vicdan ve muhakeme berraklaşması gözlemliyoruz. Önümüze çıkan zorluklarla mücadele etmeyi seçersek ve etkisini gündelik olaylarda değil de uzun vadede gösteren derin akıntıları doğru yöne kanalize etmeyi becerebilirsek bu karanlık tünelin ucunda bir ışık göreceğiz.

Kim Ne Derse Desin Benim Bu Ülkeden Umudum Var…

Türkiye çok zor bir dönemden geçiyor. Ve en başta gençler olmak üzere pek çok insan Türkiye’nin geleceğinden ümidini yitirmiş durumda, yurt dışında kendine bireysel bir gelecek kurmak için planlar yapıyor. Türkiye daha önce de bugünkünden çok daha zor krizler yaşamıştı. Yakın tarihimizden örnek vereyim. 1970’ler bugün yaşadığımız günlerden çok daha zor günlerdi. Temel ihtiyaç maddelerinin karneyle verildiği muazzam bir iktisadi kriz vardı. Sağ ve sol partilerin birbirini vatana ihanetle suçladığı muazzam bir siyasi kriz vardı. Ve ülkücü ve sol gençlerin birbirini sokakta öldürdüğü muazzam bir sosyolojik buhran vardı. 1970’ler bu ülke için insanların üzerine karabasan bastığı yıllardı. Fakat 12 Eylül musibeti sonrasında bile olsa Türkiye insanı bu badireyi atlatmayı bildi. Ve 1983’ten sonra hayata yeni bir başlangıç yaptı.

 

Bugün büyük bir ekonomik krizin içinde yaşıyoruz. Gündelik siyaseti meşgul eden insanlar da ciddi bir kutuplaşma ikliminde siyaset yapıyor. Fakat sosyolojik ve demografik olarak en başta gençler olmak üzere Türkiye insanında muazzam bir vicdan ve muhakeme berraklaşması gözlemliyoruz. Son 20 yılın son derece vurdulu kırdılı geçen ve Türkiye’nin tüm kurumlarını alabildiğine tarumar eden bir sürecin sonucunda gözlemleyebildiğim ve bazı ciddi anketlerin ortaya koyduğu üzere en başta gençler olmak üzere her kesimden Türkiyelinin siyasetten, devletten, dinden, hayattan beklediği şeyler, eski kuşak gençlerin dünya görüşüne göre alabildiğine sağlıklı.

 

İslamcı pek çok ailenin genç kuşakları İslami bir hamiyetle yapılmış son 20 yılın siyasetine eleştirel gözlerle bakıyor. Kemalist mirasın taşıyıcısı olan ailelerin pek çok genci Kemalist siyasetin Kürtlerde ve İslamcılarda yarattığı travmayla hesaplaşabiliyor. Geçmişte bedeli ne olursa olsun diyerek şiddete destek vermiş Kürt ailelerin pek çok genci haklarını savunmaktan vazgeçmiş olmasa da şiddetle arasına mesafe koyabiliyor ve bu ülkenin hepimizin olduğu bilinciyle siyaset düşünebiliyor.

 

Son 20 yılda Türkiye’deki her kimlik birbiriyle vuruşa vuruşa ve kafasını duvara vura vura bir bilinç, vicdan ve duygu temizlenmesi yaşamış gibi duruyor. Gündelik siyaset alabildiğine kutuplaşmış bir atmosferde cereyan ediyor olsa da, eğer tarihe ve geleceğimize gündelik ve akut olaylarla sınırlı olarak değil de, tarihin şekillenmesinde etkisini uzun vadede gösteren derin dönüşümler eşliğinde bakacaksak, Türkiye insanındaki bu berraklaşma aslında geleceğimize ümitle bakabilmemize sağlam bir dayanak noktası teşkil ediyor.

 

Fakat bu berraklaşmaya eşlik eden ciddi bir psikolojik sorunumuz var: En başta gençleri sarmış ve şimdi tüm ailelere yayılmış ciddi bir ümitsizlik hali; pek çok insanın Türkiye’ye güvenerek bireysel yaşam hikâyeleri tasarlamaktan ümidini kesmiş olması hali. Ve eğer bu ümitsizlik kalıcı ve kronik bir hale gelirse gerçekten de ülkemiz bir daha iflah olmamak üzere geleceğini yitirebilir ve Batılı jeopolitikçilerin deyimiyle ‘failed state’, yani ‘kaybetmiş ülke’ konumuna düşebiliriz.

 

Tünel Karanlık ama Umut Var

 

Son 15 yıldır, Türkiye’yi, tarihimizi ve Türkiye’yi Türkiye yapan tüm kesimleri seven bir yurttaşın duygusuyla siyaset yapan ve düşünen bir insanım. Son 10 yıldır ülkemin geleceğiyle ilgili karanlık senaryolarla boğuşarak ülkeme katkıda bulunmaya çalışıyorum; nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz ve ülkemizin güzel bir geleceği olacaksa hangi yanlışları düzeltmemiz ve hangi doğruları yapmamız gerekir sorularına cevap bulmaya yoğunlaşıyor, buna yönelik okumalara ciddi bir mesai harcıyorum. Gerçekten inanmış bir Müslümanım. Ve Türkiye’deki neredeyse her kesimi sarmış ümitsizlik halinin aksine ülkemin güzel bir geleceğe sahip olabileceği ümidimi sonuna kadar koruyorum.

 

Kuran’da Allah’ın ‘gündüzü gecenin içine sokarız, geceyi de gündüzün içine sokarız’ diyerek andığı bir tarih yasası vardır. Yani “en güzel günlerin bağrında son derece karanlık bir geleceğin tohumları ekilir ve son derece karanlık günlerin bağrında son derece güzel günlerin tohumu filizlenir” diye tefsir edilebilecek bir ayettir bu.

 

Bu ayetteki tarih yasasının dünya ve Türkiye tarihinde pek çok örneğini gösterebilirim. Dünya tarihinden bir örnek, Avrupa’nın 1914-1945 arası yaşadığı buhran dönemidir. Ekonomik kriz, faşizmin yükselişi ve iki dünya savaşıyla özetlenen bu tarihin sonunda Avrupa pek çok insanın bugün bile özlem duyduğu bir barış yaratmayı becerebilmişti. Türkiye ise 1990’ların ekonomik kriz, etno-politik şiddet, kimlik temelli çatışma ve siyasi buhran atmosferinin sonunda 2002 yılında beyaz bir sayfa açtı ve bu beyaz sayfa 2010 yılına gelindiğinde dünyaya örnek gösterilebiliyordu.

 

Ben bir Müslüman olarak Arap Baharı Suriye’de krize girdiğinden beri içine düşmeye başladığımız ve bugün, 2022 yılı itibarıyla karabasana dönmüş kapkaranlık tünelin ucunda ciddi bir ışık olduğuna ve Türkiye insanının bu süreçte yaşadığı bilinç ve vicdan berraklaşmasının ve Türkiye insanının devlete, tarihe, siyasete, dine, kendi cemaatine vs. bakışındaki dönüşümün Türkiye için güzel bir geleceğin tohumlarını filizlendirmeye başladığına tüm kalbimle inanıyorum.

 

Beni geleceğe ümitle bakmaya ve bu güzel gelecek için bir şeyler yapmaya iten güç sadece Kierkegaardçı bir imanın ürünü değil. Gücüm yettiği kadar nereden geldiğimizi ve nereye gidiyor olduğumuzu ve güzel bir gelecek için ne yapmamız gerektiğini anlamak için yoğun bir okuma sürecinde olduğumu söylemiştim. Bu okumaların bugün beni getirdiği yer; bugün yaşadığımız krizi gündelik bir zeminde değil de, en az yüzyıllık tarihiyle geçmişten gelen dip dalgaların eşliğinde ve bütün yerküreyi nazara alarak dünya sisteminin Türkiye’yi nasıl şekillendiriyor olduğu üzerinden okumak. Perspektifimizi, analizlerimizi Türkiye siyasetinin aktörleriyle sınırlı tutmayıp da tarihsel derinliği ve coğrafi genişliği nazara aldığımızda bu karanlık tünelin ucunda bir ışık olduğunu söyleyebiliyorum. Tünel karanlık ve bir müddet sıkıntılı, ümidi zorlayan bir yolculuk var. Fakat eğer tarihteki rolümüzü doğru oynarsak buradan güzel bir Türkiye çıkarabiliriz. Ancak bu ümidi gerçekleştirmek istiyorsak her birimize ayrı ayrı düşen görevler var.

 

Dünya Ölçekli İktisadi Kriz

 

Sadece bugün yaşadığımız ekonomik kriz üzerinden konuşayım. Biz gündelik siyasete kilitlemiş bir vaziyette sadece ve sadece Türkiye’nin ekonomik krizini konuşuyoruz. Dünyanın ekonomik olarak ne durumda olduğunu anlamaya çalışan bir insan olarak ben sadece şu cümleyi söyleyeyim: Bugün Türkiye’nin yaşadığı ekonomik kriz Türkiye’nin ekonomik krizinden ibaret değildir. İkinci olarak bugün yaşadığımız ekonomik kriz sadece siyasi iktidarın son 10 yıla yayılmış yanlışlarının doğurduğu bir kriz hiç değildir.

 

Bugün ülke olarak yaşadığımız akut kriz bir yönüyle ABD’nin 1990’da tüm dünyaya yaydığı neoliberal sistemin dünya ölçekli krizinin Türkiye’deki cilvesidir. Şu an Türkiye’yle beraber kendi teknolojisini üretemeyen 60’tan fazla ülke ekonomik kriz atmosferine girmiş durumdadır. Ve sadece bizim gibi kendi teknolojisini üretemeyen ülkeler değil; ABD, Almanya, Fransa gibi iktisaden gelişmiş ülkeler de muazzam bir üretim potansiyelini tüketme potansiyeli olmayan ‘merkez ülke fakirliği’ sebebiyle iktisadi kriz atmosferine girmiş durumdadır. Son birkaç ay içinde alabildiğine yükselen enflasyonun ABD’yi mecbur bıraktığı faiz yükseltme hamlesi ise bir yandan merkez ülkelerdeki tüketim potansiyelini daha da düşüreceği ve bir yandan 2008 krizinden sonra finansta oluşturulan balonu hızlı bir biçimde söndürüyor olduğu için sanıyorum önümüzdeki birkaç yıl sadece Türkiye değil, merkez ülkeler dahil tüm dünyalılar olarak iktisadi bir kriz atmosferinde yaşayacağız.

 

Bugün yaşıyor olduğumuz dünya ölçekli iktisadi kriz bir yönüyle 1929’da dünya ölçekli yaşamış olduğumuz iktisadi krize benziyor. Yani ya iktisadi sistemi tüm dünyalılar olarak yeniden ve daha adil bir biçimde yapılandıracağız ya da merkez ülkelerdeki popülizmin hızlı yükselişinde gördüğümüz üzere, 1929 sonrasında tüm dünyayı ateşe veren siyasi gelişmelere benzer bir iktisadi ve siyasi buhranı sadece Türkiyeliler olarak değil, merkez ülkeler dahil tüm dünyalılar olarak yaşayacağız.

 

Neoliberalizm krizinin yaratacağı dünya ölçekli cehennem senaryosunda Türkiye’nin kendine has bir avantajı var. Bu avantajı zaten bu yazının girişinde ifade etmiştim. Merkez ülkeler dahil neredeyse tüm dünyada sadece siyasetçiler değil, sosyolojiler ve demografiler de alabildiğine kutuplaşmışken, Türkiye siyasetçilerin hilafına belki de dünyadaki en sağduyulu demografiyi yaratmış durumda. Türkiye’de siyaset yapan aktörlerin Türkiye insanındaki bu aklıselime uygun bir siyaset izlemesi koşuluyla 1929 sonrası dünya buhranından alnının akıyla çıkabilen Roosevelt ve ABD gibi biz de neoliberalizmin dünya ölçekli yarattığı bu cehennem senaryosundan alnımızın akıyla çıkabiliriz.

 

Eğer neoliberalizmin bugünkü krizinden bir cehennem çıkmayacaksa ve merkez ülkelerin siyasi eliti akıllı ve öngörülü davranıp dünya ekonomik sisteminde güzel bir gelecek adına radikal bir dönüşüm yapacaksa, yani dünya ekonomik sistemi sosyal ve iktisadi adalet tasarısı eşliğinde sistematik bir dönüşüm geçirecekse, Türkiye olarak doğru bir iktisadi siyaseti izlememiz koşuluyla bu iktisadi karabasan atmosferinden çok daha hızlı çıkabiliriz.

 

Bugün ülke olarak yaşadığımız ekonomik krizi dünya sisteminin bugünü içinde konumlandırdığımızda geleceğimize dair çizilebilecek iki senaryo bu. Bir cehennem yaşanabilir, fakat dünya ölçekli bu cehennemi atlatabilecek bir insan kalitesine sahibiz. İkinci Dünya Savaşı esnasında Churchill başbakanlığı kabul ederken “Ben size kan ve gözyaşı vaat ediyorum” demişti. Ve İngiltere’yi dünya savaşından hayli zorlukla da olsa alnının akıyla çıkarabilmeyi başarmıştı. Bahsettiğim dünya ölçekli cehennem senaryosunda Türkiye insanının kalitesine uygun ve zorluklarla baş etmeye hazır bir siyasi kadro, Türkiye insanına karanlık tünelin sonundaki ışığı gösterebilir.

 

Fakat eğer bu cehennem senaryosu yaşanmayacaksa ve dünya iktisaden daha adil bir düzene dönüşecekse -ki bunun için merkez ülkelerin siyasi elitinin aklıselim ile davranması gerekiyor- Türkiye dünya ölçekli bu müspet dönüşümü kendi insanına güzel bir gelecek yaratma istikametinde kullanabilir. Fakat Türkiye’nin böylesi bir senaryoda doğru bir iktisadi siyaset tasarlayabilmesi için bugün ülke olarak yaşıyor olduğumuz iktisadi krizin Türk siyasi elitinin son yıllarda aldığı ‘yanlış kararların bir ürününden ibaret’ olmadığını çok iyi anlamamız gerekir. Zira bugün yaşadığımız ekonomik krizin kendi tarihimizden kaynaklanan sebepleri, siyasi elitin yanlışlarından çok daha derin ve yapısal sebeplerin ürünüdür. Ve siyasi iradenin ekonomiyi tarumar eden son 10 yıla yayılmış yanlışları da bu derin ve yapısal sebeplerin bir cilvesinden ibarettir. İzah edeyim.

 

Katma Değerli Fikirler Üretebilme ve Kaliteli Eğitim

 

Bir ülkenin iktisaden beş yıl sonra nereye geleceğini anlamak için istihdam oranı, enflasyon, fabrikaların kapasite kullanım oranı gibi makro değişkenlere bakılır. Fakat bir ülkenin 15 yıl sonra iktisaden nereye geleceğini anlamak için bu gündelik verilere değil de, emeğin niteliğine ve sermayenin kullandığı teknolojinin gelişkinliğine dikkat edilir. Fakat eğer derdimiz bir ülkenin 50 yıl sonra iktisaden nereye geleceğini anlamak ise o zaman çok daha farklı üç değişken önem kazanır: (1) Bu devlet yurttaşlarına ne kadar güven veriyor? (2) Bu ülke ne kadar tasarruf ediyor? (3) Bu ülkenin eğitiminin kalitesi ne?

 

Kalıcı bir ekonomik büyüme, daha doğrusu gerçek anlamda bir kalkınmanın motoru, bir ülkenin katma değer yaratabilen fikirler üretme becerisidir. Ve bunun temel yolu kaliteli bir eğitimdir. Aksi takdirde o ülke, teknolojisini sürekli başka ülkelerden ithal etmek zorunda kalır ki bu, yabancı ülkelere sürekli patent ücreti ödemek ve onlara bağımlı olmak anlamına gelir.

 

Türkiye’nin modernleşme tarihine sadece eğitim merkeze alınarak bakıldığında ne yazık ki sadece iki siyasi liderin eğitimin bu hayat memat meselesi olma durumunu kavramış olduğunu görüyoruz. Her ikisi de zor zamanlarda ülke yönettiği için dramatik hatalar yapabilmiş olsa bile bu ülkede sadece II. Abdülhamit ve Mustafa Kemal gerçek anlamda bir eğitim seferberliği yaptı. Ve ne yazık ki bu iki lider dışında bu konunun ne kadar ciddi olduğunu kavramış ve bir eğitim seferberliği peşinde koşmuş başka bir siyasi liderimiz pek olmadı. Siyasi elitin bu kusurunun bir sebebi, Türkiye’deki dindar halkın eğitimden beklediği şeyin ‘katma değer yaratan fikirler geliştirebilmek’ değil de, ‘çocuklarımız dindar olsun’ duygusu olmasıydı. ‘Ülkesinin geleceğinden sorumlu bir devlet adamı vizyonu’ olmayan sokaktaki vatandaşın bu kaygısından dolayı dindar kesimi suçlamanın da bir manası yok. Zira bu kesim daha Cumhuriyet’in başında modernleşme projesine küstürülmüştü. Bir insanın kimliğini koruma çabası, onun refaha erme çabası kadar hayatidir ve ne yazık modernleştirici elit daha Cumhuriyet’in başında dindar insanın kimliğiyle çatışmaya girmişti. Ve ne yazık ki bu çatışma eğitim kurumunu ‘katma değer yaratan fikirler geliştirme’ misyonundan daha baştan koparmıştı.

 

Fakat bugün bu bariyeri tamamen aşmış durumdayız. Zira artık sadece laik ve modern kesim değil, Türkiye’nin kurucu unsurlarından olan dindarlar da eğitimin iktisadi açıdan hayat memat meselesi olduğu gerçeğini kavramış durumda. Sokaktaki insanın kazandığı bu kavrayış ülkeye uzun soluklu bir gelecek çizmek isteyecek bir siyasi kadro için eğitim konusunda sağlam bir dayanak noktası temin ediyor.

 

Bir ülkenin 50 yıl sonra iktisaden nereye geleceğini anlamak istiyorsak bakmamız gereken ikinci müessese devletin o ülke insanına ne kadar güven vaat ettiğidir. Bu temel önemdedir, zira ekonomik gelişimin ikinci motoru, girişimci insanların kendi devletine güven duyarak ve sırtını bu ülkenin ‘gelecek güzel günleri’ne yaslayarak kendine bir meslek seçme ve bir yaşam projesi tasarlama özelliğidir.

 

Türkiye geçmiş tarihi itibarıyla kimliklerin ve kimlik eksenli bir siyasetin bir diğerini düşman bellemesi üzerinden şekillendi. Siyasi kişiliğini 2002 öncesinde kazanmış ideologların bundan 15-20 yıl önce yazdıklarına baktığınızda, düşmanlıklarını berkitme üzerinden nasıl bir kimlik ve tarih tasarımı şekillendirildiklerini hâlâ görebiliyorsunuz. Fakat bu kimliklerin son 20 yılda yoğunlaşan çarpışma ve didişmeleri, öyle kötü bir miras bıraktı ki, bugün pek çok Türkiyeli -bundan 20 yıl önce hayal bile edilmeyecek şekilde- “Bu ülke sadece bizim cemaatimizin değil. Bu ülke Kürt’üyle, Alevi’siyle, dindarıyla, Kemalist’iyle vs. hepimizin…” duygusuna yatırım yapmaya başladı.

 

Şahsen ben son altı-yedi yılda çevremdeki pek çok İslamcıyla Mustafa Kemal’in doğrularını, pek çok ülkücüyle Kürtlere tarihimiz boyunca devletin yaptığı yanlışları, pek çok Sünni’yle Alevilerin mağduriyetini ya da pek çok Kemalist’le Mustafa Kemal’in yarattığı travmaları açık yüreklilikle ve olgunlukla konuşma yeteneğini kazandığımızı gözlemledim. Türkiye halkındaki bu dönüşüm geleceğimiz adına çok ama çok büyük bir umut kaynağıdır. Yeter ki siyasi bir kadro Türkiye’nin bu potansiyelini bir projeye dönüştürme becerisi gösterebilsin.

 

Bir ülkenin 50 yıllık geleceğini anlamak adına bakılması gereken tasarruflar meselesine gelince… Türkiye, son iki yüz yıllık macerasına bakıldığında, kendisi gibi teknolojisini kendi üretemeyen tüm ülkeler gibi kalkınmasına kaynak olacak tasarrufları kendi yaratma potansiyeline sahip değil. Tasarruflarımızı merkez ülkelerden almak zorundayız. Merkez ülkelerde aslında ciddi ve kendine deli gibi kâr mahreci arayan bir tasarruf var. Fakat bu tasarruf akıllı kullanılamadığı zaman tam bir sömürü vasıtasına dönüşüyor. Tanzimat döneminde bu hata yapılmış ve II. Abdülhamit’in ömrü Düyun-u Umumiye yoluyla devletin kaynaklarının yabancı sermayeye ipotek edilmiş olması durumuyla boğuşmakla geçmişti. Yabancı sermayenin bu kötü kullanımının tecrübesiyle Mustafa Kemal “Zinhar yabancılardan borç almayacağız, zinhar bütçe açığı vermeyeceğiz. Ne yapacaksak kendi öz kaynaklarımızla yapacağız” demişti. Fakat bu karar halkın üzerine muazzam bir külfet yükledi. Zira Türkiye insanı kalkınma için gerekli tasarrufları yapabilecek olanaklara sahip değildi.

 

Bunun üzerine, 1945’ten sonra ABD’nin “Ben Avrupalılar gibi sömürgecilik yapmayacağım” demesinin kolaylaştırıcı etkisiyle Türkiye yine yabancı sermayeyle kalkınma seçeneğini kullandı. Fakat bu yatırımlar da kalıcı ve dünya ölçekli katma değer yaratan projelere tahvil edilemedi. 2002-2012 arasındaki ekonomik başarı hikâyesinde de Türkiye dış dünyadan muazzam sermaye çekti, fakat Türkiye bu sermayeyi ‘dünya ölçekli katma değer yaratan projeler’e değil de Türkiye insanının tüketim olanaklarını geliştirme istikametinde kullandı. Ve 2002-2012 arasındaki ‘ürettiğinden daha çok tüketen bir ülke durumu’ 2013 itibarıyla Türkiye’yi kriz atmosferine sokmaya başladı. 2018 itibarıyla ise kriz durumu aleniyet kazandı.

 

2013’ten sonra Tayyip Erdoğan’ın şahsında siyasi iktidar, günü kurtarmak adına oldukça yanlış bir iktisadi siyaset izlemeye başladı. Fakat siyasi iktidarın son beş yılda yoğunlaşan iktisadi yanlışları bugün yaşadığımız iktisadi krizin esas müsebbibi değildir. Aksine 2002’den sonraki 10 yıl boyunca Türkiye’nin geleceği adına ümit vaat eden AK Parti’yi bu yanlışlara zorlayan Türkiye ekonomisinin çok daha derinde yatan yapısal sorunlarıdır. Bu derin ve yapısal sorunlar 1958’den sonra Adnan Menderes’i, 1970’lerin sonunda Demirel ve Ecevit’i, 1990’larda ise koalisyon hükümetlerini de ciddi yanlışlara zorlamıştı. Eğer Türkiye olarak güzel bir geleceğimiz olacaksa, bu yanlışları konuşmakla beraber, esas sorunlarımızın kaynağını siyasi liderlerin ‘kötü karakterinde’ aramaya değil, ‘iyi karakterli’ siyasi liderlerimizin ‘karakterini sürekli bozan’ derin ve yapısal nedenleri etüt etmeye ihtiyacımız var. 

 

Işığı, Zaferi ve Mutluluğu Yakalamak

 

Türkiye’nin iktisadi ve siyasi gelişimini takip edebildiğim kadarıyla önümüzdeki beş-altı yılda zor bir süreç yaşayacağız. Türkiye’de pek çok insanın gelecek ümidi kararmışken beni gelecekten ümitli olmaya sevk eden, Kuran’ı ciddiyetle okuyan bir Müslüman olarak beni ayakta tutan şey Allah’ın dünya ve Türkiye tarihi boyunca sürekli olarak ‘gecenin tohumlarını gündüzün içine, gündüzün tohumlarını da gecenin içine sokuyor’ olması durumu.

 

Türkiye 1990’larda bir gece yaşamıştı. Fakat o gecenin tohumlarından 2002-2012 arası bir gündüz çıktı. Ve sonra 2002-2012 arası yanlışlar, 2012’den sonra başlayan ve bugün karabasan halini alan bir gece yarattı. Bugün ise bu karabasanın bağrında bu yazıda zikrettiğim üzere bir gündüzün tohumları filizleniyor. Sadece ve sadece 50 yıllık iktisadi geleceğimiz adına dünden bugüne neye dönüştüğümüze bakınca ve bugün yaşadığımız krizin dünya sisteminin neresine düştüğünü hesaba katınca, eğer birer yurttaş duygusuyla önümüze çıkan zorluklarla mücadele etmeyi seçersek ve eğer etkisini gündelik olaylarda değil de uzun vadede gösteren derin akıntıları doğru yöne kanalize etmeyi becerebilirsek bu karanlık tünelin ucunda bir ışık göreceğimize tüm kalbimle inanıyorum. 

 

Fakat bu güzel geleceği görebilmek için siyaseti sadece bir oy verme meselesi olarak görmemek, birer yurttaş olarak oy vermenin dışında da ülkemizin geleceği adına bize sorumluluklar düştüğünü kabul edip elimizi taşın altına koyma gereksinimimiz var. Burada anlattığım güzel gelecek hayalinin kişisel bir fanteziden ibaret olmadığına inanmak isteyecek okur, muhakkak 1914-1945 sonrası Batı’nın acılarla dolu tarihinden nasıl güzel bir gelecek çıkarmış olduğunu etüt etmelidir. Ya da Moğol istilası ve Selçuklu elitinin çürümüşlüğü karşısında Osmanlı medeniyetini kuran sıradan insanların mücadele ettiği zorlukların nasıl da hiç ama hiç karşılıksız kalmadığını…

 

Ve Abraham Maslow ve Viktor Frankl gibi ciddi psikologların üzerine basa basa söylediği gibi bir hayata kalite ve mutluluk getiren ve ölüme giderken gülümseyerek ‘bu hayat yaşanmaya değerdi’ dedirten, bir hayatın ‘lay lay lom’ geçmesi değil, bireysel ve toplumsal zorluklarla ve travmalarla boğuştuktan sonra ışığı, zaferi ve mutluluğu yakalayabilme, karanlık tünelin ucundaki ilahi ışığa yaklaşıyor olduğunu görebilme yeteneğidir. Ve bugün güçlü ve müreffeh olduğu için gıptayla baktığımız her ülkenin tarihi, böylesi ağır travmalar ve bu travmalarla baş etmiş -en başta gençler olmak üzere- idealist insanların çabalarıyla şekillenmiştir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.