Kıskacın Ortasında
Aşırı güvensizlik dönemlerinde toplumun temel önceliği varlığını devam ettirmek ve güven bunalımını gidermektir. Herkesi evsiz-barksız gibi hissettiren kriz dönemleridir ki, beklenmedik şekilde otoriter ve popülist liderler üretir. Oysa toplumun içinden çıkmak istediği şey de tam olarak budur: Otoriter-demagog liderlerden kurtulmak ve normale dönmek.
“Hiçbir şeye inanılmıyorsa, hiçbir şeyin anlamı yoksa, hiçbir değere ‘evet’ diyemiyorsak, her şey mümkündür, her şey önemsizdir. Ne evet kalır, ne hayır; katil ne haklıdır, ne haksız. Eyleme yön verecek bir üst değer yoksa eğer, insan en kolay, en kısa ve en kârlı eyleme yönelir.”[1]
– Albert Camus
Uzun zamandır aklıma takılan bir meseleyi, bir dönemin bütün fenomenlerinin ortak anlamı ve onların bağlantılarını açıklayan ortak bir yasa ya da metaforik olarak söylemek gerekirse ortak bir çehreye ulaşabilir miyiz meselesini düşünüyorum. Bu, genelde tarihçilerin ve bilhassa anıtın içsel tasvirine yönelen arkeoloji tarihçilerinin işidir. Benzer şekilde zihniyet tarihçileri de bu alana ilgi duyar.
Her neyse meseleye gelelim. Türkiye’de bir nesil, özellikle de 12 Eylül öncesinin nesilleri, uğrunda ölümün bile göze alındığı kolektif değerlerin büyülü dünyasından geldi, oradan beslendi. Ne olmuş da uğruna kavgalar verilen, gözyaşları dökülen, ağıtlar yakılan ve gençlik sevdaları gibi tutuşan o değerler bir anda anlamını kaybetmiş ve ahlâksızlığı gizleyen birer makyaj gibi algılanmaya başlamıştır?
Bu değişimin nedeni çok daha derinlerde ve karmaşık olduğu için kolayca açıklanması mümkün değil. Burada bunlardan sadece birine, günlük politik kaygılarla sorumsuzca harcanan değerler dünyası ve bunun kültürel ve politik sonuçlarına kısa bir atf-ı nazar yapmak istiyorum.
Altın Çağ
Geçmişte, ekonomik geri kalmışlıktan ahlâkî yozlaşmaya kadar aklınıza gelebilecek ne kadar olumsuzluk varsa, hepsinin sorumluluğu ülkeyi bu mecraya sokan Batılaşma sürecinin öncüleri ve onları bu sürece zorlayan egemen güçlere atılmış, bütün sorumluluk onlara yüklenmişti. Mazi de yeni hayatın somut problemlerle zihinleri meşgul ettiği böyle bir anda soyut, ideal bir form olarak yeni hayatın karşısına dikilmiş, kendisini o haliyle takdim etmişti.
Yeni hayatın güncel problemleriyle mücadele edecek gücü kendilerinde bulamayan geleneksel çizgi, çözümü; onu aşmada değil, eskinin parantez içindeki “altın çağlarına” dönmede, bir tür irticada aradı. Hiçbir şey üretmeden eskiyi tekrarlamak: Yapılmak istenen buydu. Zaten isteseler de mücadele edemezlerdi. Mücadele edemezlerdi, çünkü o dönemlerde bir buçuk asırlık kurulu düzenin birikimiyle mücadele edecek ne güçleri, ne donanımları, ne de takatleri vardı.
Bu amaçla maziye ait ne kadar pozitif kavram varsa hepsi, el değmemiş en saf halleri, en istisnaî çağrışımlarıyla servis edilerek dolanıma sokuldu. Bu, zihinlerde yaratılan, gerçek dışı muhayyel bir dünya idi. Buna göre yapılması gereken basit bir makas değişikliğinden ibaretti. Sistem değiştirilecek, her şey aslî mecrasına oturtulacak ve bütün problemler çözülecekti. Proje buydu: Bu kadar basit ve sade. İçlerinden hiçbiri çıkıp da, “Yahu bu kadar basit bir çözümü başkaları ne diye düşünmedi, düşünemedi!” şeklinde bir soru sormadı. Yıllarca bu söylem etrafında nesillerin umutları sömürüldü.
Bu özcü eğilimin bir benzeri sadece muhafazakâr olarak bilinen kesimlerde değil, farklı bir sürümle sağ ve sol Kemalistlerden, Latin Amerika sürümlü sol hareketlerle milliyetçiliğin taşra tepkiselliği şeklinde kendini dışa vuran kaprisli türlerine kadar bütün hareketlerde kendini devam ettirdi. Muhafazakârlık karşıtı devrimci bir çizgide konumlanan İslamcılık akımıyla onun bilhassa siyasî sürümü de meseleyi tam olarak bu şekilde ele aldı.
Tarihsiz ve Felsefesiz Köktenciler
Türkiye’de sağ ve sol Kemalistlerden liberal ve İslamcı çizgiye kadar çok geniş bir yelpazenin ana omurgası, esas itibarıyla olan biten her şeyi zihinde başlayıp zihinde biten bir hadise olarak görme ve ona göre çözme basitliğinde şekillenmişti. Akla ya da kurguya uygun olanın, gerçekliğe de uygun olacağına dair bir inanca dayanıyordu bu tarz düşünme biçimi.
Buna göre her sorun basit bir makas değişikliğiyle çözümlenebilirdi. Hepsi de devrimci bir karakteri barındıran bu hareketlerin tamamı, bir tür tarihsici ya da kaderci idi. Bunlardan katı Pozitivistler çizgisi seküler, ikincisi ise dinî karakterli bir kadercilikti. Öyle olduğu için de sorumluluk büyük ölçüde tarihin kurucu güçlerine atfedildi. Maddeci ya da ruhçu belirlenimcilikle tarihin kurucu şahsiyetlerine yüklenen bir sorumluluktu bu.
Günümüzde bu çizgi, sorumluluğu “üst akıl ya da egemen güçler” gibi bizim açıkça ne olduklarını tam olarak bilemediğimiz hayalî ya da gerçek yapılara yükleyerek varlığını sürdürüyor. Eskinin kaderci anlayışının çağdaş dünyada ve seküler biçimde İslamcılar eliyle devam ettirilmesi, tarihin bir ironisi gibi gelse de durum tam olarak böyledir.
Türk Modernleşmesinde Bir Parantez
Nihayet uzun bir aradan sonra bu tarz zihniyetin en tipik temsilcilerinden biri olan İslamcılar iktidara geldi. 2000’lerin başlarıydı ve henüz yeniydiler. İktidarın ilk yıllarında karşılaşılan sorunlara mukabil, uzunca bir süre “Ne yapsınlar! İçte ve dışta kurulu düzenin sahipleri tarafından rahatça çalışmalarına izin verilmiyor” denilerek olumsuzluklar müphem, ne olduğu açıkça bilinmeyen örtülü yapılara havale edilerek iktidar sahipleri sorumluluktan kurtarıldı.
Sorumlular; şu ya da bu şekildeki eleştiriler veyahut kitlelerin ekonomiden daha fazla pay ve özgürlük talebiyle karşı karşıya kaldığında, örtülü ya da açık biçimde hep aynı mazerete, sorumluluğun örtülü biçimde bürokrasiye, yani içerideki egemen güçlere atıldığı bir limana sığındı.
Bürokrasi ve bilhassa askerî bürokraside geniş çaplı tasfiyeler yapılıp içeride rakipsiz kalındığı zaman da aynı muhalif, aynı sorumsuz tavır; bu sefer usta bir makas değişikliğiyle, başka bir eksene, Türkiye ortak paydası temellük edilerek Batı karşıtı bir eksene kaydırıldı ve kendini devam ettirdi. İlginç olan şu ki, yaşanan bu süreçlerin hiçbirinde yürünen yol ve izlenen yöntemle ilgili hiçbir eleştirel tavır ve ahlâkî sorumluluğa girmeyen iktidar sahipleri, sorunları mazeret ve retorikle çözme yolunu seçmekten başka ciddi hiçbir muhasebeye girmedi.
Bundan daha ilginci bazı sekter muhaliflerin tavrıydı. Bunun tam karşıtı bir eksende, sözüm ona seküler bir cephede konumlanan bu köktenciler de rakiplerinin tekrarladığı retoriğin benzerini bir farkla tekrarladı. Yapılan, İslamcı retoriğin soyut söylemleri yerine Kemalist jargonun soyut söylemlerini ikame etmek ve kendisini bir tür, karşıtının negatif türevi ve tekrarı durumuna düşürmekten başka bir şey değildi.
Orada da hayat yeni kavram ve söylemlerle üretilmek yerine, tarihin başka bir kurucu aktörüne, Atatürk ilke ve inkılaplarıyla onların özcü içeriğine dönülerek üretilme yoluna gidildi. Uzunca bir süre tıpkı birinciler gibi emperyalizm, uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçileri gibi komplo teorileriyle vaziyeti idare eden bu ikinciler de sorumluluktan kaçınma konusunda İslamcıları aratmadı.
Değerler Yitimi
20 yıllık İslamcı iktidar ve eylemleriyle bunun karşısında yetersiz kalan muhalefetin tavrı sonuç doğuran pratiklerdi. Bunun sonucu olarak ülke tıpkı Rönesans ve Aydınlanma sonrası Avrupa insanı gibi kültürel bir tereddüt ve bölünmeyle karşı karşıya kaldı. Kültürel ve kurumsal dine duyulan inanç sarsıldı, her şey kirlendi. Yıkılan değerlerin ortasındaki kitleler tam olarak neye dayanacağını bilemedi ve kendi kendini kutsamaya doğru gitti. Bu aslında normatif ahlakın terki vicdana dönüştü. Bunu kurumsal dinden uzaklaşma ve Deizme yöneliş izledi.
Tanrı’ya, salt Tanrı’ya ve doğaya dönüşün baharı yaşanmaya başladı. Tıpkı şirkten usanan İslam öncesi Haniflerinin müesses din ve Tanrı’yı reddederek Mutlak Tanrı’ya yönelmesi gibi şimdi de gençler arasında dinsiz Tanrı inancı giderek kuvvet kazanmaya başladı. Durum sadece Tanrı’ya olan yönelişi değil, müesses ahlak yerine vicdanın ön aldığı bambaşka bir duruma eviriliyor. Tek Tanrılı dinler öncesinin paganlar çağını andıran bir durum bu. Rölativizmin meşruiyet kazandığı yeni bir dünyada herkes pekâlâ kendi mabedini kurabiliyor.
Ve bu durum, adı henüz tam olarak konulamayan bu yöneliş, herkese her şeyi dilediği gibi yorumlama hakkı veriyor. Herkes o yetkiyi kendisinde görebiliyor ve değerler setini ya bizatihi kendisi ya da kendi epistemik cemaatinin kurgusuna göre düzenleyebiliyor. Yeni durum farkında olarak veya olmayarak herkese keyfî davranma hakkını verebiliyor.
Bu durum bütün toplumsal mutabakat ve uzlaşmaların yaralandığı, örselendiği, tahrip edildiği ve nihayet yıkıldığı bir kargaşa dönemini hatırlatıyor. Üzerinde yaşadığımız doğal kültürel habitat tahrip oluyor. Değerler çökmüş, hiçbir kayda tâbi olmayan kıstaslar değer hâline gelmiş ve çoktandır tedavüle girmiş bulunuyor.
Kültürel sınırların iyiden iyiye çöktüğü böylesi bir dönemde yerleşik değerleri savunmak, kirlenmişlik ve pespayeliği savunmakla eşanlamlı hale geliyor. Bunun nedeni, ne kadar kavram varsa hepsinin günlük politik kaygılar ve kutuplaşmalara kurban edilerek enfekte edilmesi. Günümüzde şurada burada kırık dökük şekilde varlığını sürdürmeye çalışan derme çatma kültürel kulübeler -bununla iyi niyetli belli başlı STK’ları kastediyorum- ayrımına tam olarak varamadıkları taarruzlar karşısında yerleşik değerleri arındırma ve yenilemeye çalışıyorlar ama nafile.
Bir yanda da tıpkı Roma sonrası Avrupa’sında bir hayalet gibi dolaşan Roma rüyası gibi, bizde de reel hiçbir karşılığı bulunmayan bir hayalet, mazinin ihtişamlı günleri hayaleti; problemi ötelemek ve mevcut kirlenmişliğe bir başkaldırı olarak yükselen reaksiyonları pasivize etmek için bir manivela olarak kullanılmak isteniyor. Böylece sorumsuzluk daha da katmerleşerek yara daha da ağırlaşıyor ve bir kangren halini alıyor.
Sonuç Yerine
Bu tür aşırı güvensizlik dönemlerinde toplumun temel önceliği varlığını devam ettirmek ve güven bunalımını gidermektir. Herkesi evsiz-barksız gibi hissettiren kriz dönemleridir ki, beklenmedik şekilde otoriter ve popülist liderler üretir. Oysa toplumun içinden çıkmak istediği şey de tam olarak budur: Otoriter-demagog liderlerden kurtulmak ve normale dönmek.
Ne ki, “İktidar çekişmesi ve aşırı güvensizlik ortamında kitleler içinde bulundukları biçimden yoksun kaotik ortamı telafi etmek için daima bir lider üretirler. İşin tuhaf yanı şudur ki, tarihte birçok defa örnekleri görüldüğü gibi bu lider de işin sonunda mutlaka kendi şişirilmiş egosunun kurbanı olur’.[2]
Türk demokrasisi işte böylesi bir ortamda, iki tarafı da risk kokan bir kıskaç arasında yolunu arıyor. Evet, kitleler böylesi güvensizlik ortamlarında mutlaka somut olan bir şey arar ve o somut olan da güçlü ve anayasal bir devlet düzeni, onun liderliğidir. Fakat her zaman aksi de mümkündür: Anayasal devletten ilkel bir toplum tarzına, yani herkesin bir başkanın veya oligarşinin despot yönetimine boyun eğmek zorunda olduğu ilkel bir kabile komünizmine dönme riski.
__
[1] Camus, Albert (1985), Başkaldıran İnsan, (çev) Tahsin Yücel, Kuzey Yayınları, Ankara, s. 3.
[2] Jung, C.G. (1999), Keşfedilmemiş Benlik, (çev), Barış İlhan, Canan Ener Sılay, İlhan Yayınevi, İstanbul, s. 53.