Komşunun Hakkı
Sözün kesilmesi anlamı kirletiyor; anlamı ve onun çağrıştırdığı her şeyi. Ve pek tabii sözleşmeyi, mutabakatı, bölüşmeyi, insafı, adaleti ve hukuku; her şeyi! Ve bu kısıtlama, en basitinden görüş bildirme ve daha da açığı ulusun kaderinde söz sahibi olma hakkından feragat etmeyi, bu hakkı başka bir güce devretme anlamına gelen devredilemez bir hak gaspını ifade ediyor.
“Cebrail (as) komşu hakkına riayeti o derece devamla tavsiye etmişti ki, hatta ben, yakında komşuyu vâris kılacak sandım”.
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, Tecrîd-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, VII, 406)
Özünü güç isteminin oluşturduğu bir dünyada ahlakın özünü “Kimseyi incitme, elinden geldiğince herkes için yardım et” şeklinde tanımlayan Schopenhaur bu sözü söylemeden yüzyıllarca önce büyük Anadolu Velisi Hacı Bektaş-ı Veli “İncinsen de incitme” demiş ve sözü bağlamıştı.
İmdi, ahlakî değer yargılarına egemen yargı, konu-komşu ve etrafın rızası değil de kabile, sınıf, grup, parti, hizip ve “sürü yararlığı” ise komşuyu sevme ahlakından kim söz edebilir ki? Bu, sözün sonu ve en ilkel çağların kaba kabile ve klan çağlarına öykünmenin süslü bir ambalajla servis edildiği bir barbarlık çağı değildir de nedir?
Bugün basın özgürlüğünü tartışıyoruz. Temel insan haklarını tartışıyoruz. Daha doğrusu komşuluk haklarının en asgarisini, olmazsa olmazlarından birini, birbirine sesini duyurabilme, derdini anlatabilme, konuşabilme hakkını tartışıyoruz.
Sanki bildiğimiz dünya yorumlarımızdan değil de olgulardan ibaretmiş, o olgular da her şeyin kendisine apaçık ayan-beyan olduğu iktidarın tekelindeymiş de sırf onu korumak, genel çıkara zarar vermemek ve bunun dedikoduyla kirletilmesine meydan vermemek için bazı düzenlemelere gidilmek yegâne seçenekmiş gibi sunuluyor, buna inanmamız isteniyor.
Ah! Ne kadar naif ve kırılgan bir gösteri, aldatmaca bu.
Dilin Namusu
Bildiğimiz dünya dille dokunan bir kumaştır, dil ve onun çağrışımlarıyla. Dil ve “beyan” -“O insana beyanı öğretti” (Rahman/4)- susturulur ya da tamamen tek bir gramere, iktidarın gramerine hapsedilirse, bütün her şey o gramer üzerinden okunma ve en temel, en kutsal haklar bu bağlam üzerinden değerlendirilme riskiyle karşı karşıya değil midir?
Bu aynı zamanda eşyaya tasarruf etme, ona anlam yükleme hakkı da olan “emanetin”, Tanrı vergisi bu hakkın Tanrı gaspçıları tarafından gasp edilmesi, el konulması anlamına gelmez mi? Oysa Tanrı tek bir gramer, tek bir dil yaratmadı ki, gramer tekleşsin. O, diller ve gramerler yarattı. Ta ki insanlar bu dil ve gramerler üzerinden eşyayı farklı biçimlerde yorumlasınlar, Kendisine farklı dillerde bin bir isim versinler; o isimlerle Kendisine kulluk etsinler ve böylece hem kendileri hem de varlık zenginleşsin, ülkeler bununla şenlensin diledi.
Tiranlardır ki bu zenginliğe müdahale etti ve bu alanı tekellerine aldılar. Çünkü gramer de bir iktidar aracıdır; iktidarı yorumlama, gerekçelendirme, meşrulaştırma ve koruma aracı. O yüzden en eski uygarlıklardan bu yana yazma ve okuma işi kutsal adamlara, rahip yazıcılara bırakıldı.
Antik Mısır’da bu böyleydi. Babil Hükümdarı Hammurabi zamanında (MÖ. 1792-1750) bile yazma ve sayma sistemlerinin öğrenilmesi yıllar alan Sümer yazısı da ayrıcalıklı ve yetenekli bir sınıfın elindeydi. Püf noktaları hocadan öğrenciye aktarılan tam teşekküllü bir bilimdi söz konusu olan.
Günümüzde bu işi bilim insanları ve onların naşiri olan gazeteciler yapıyor. Bilim de bir gramer, iktidarı kendi tekeline alan bir iktidar alanıdır. Orada da bilginin içeriğinden çok, bu içeriği elde etme biçimi, onun yöntemi ve araçlarına saygı duyulur, onlara tazim edilir. O yüzden bu alana müdahale, “bilimsellik” zırhıyla korunan bu melikeye yapılan her itiraz peşinen “safsata” olarak çöpe atılır.
Ötekinin Dili
“Rahman, insana beyanı öğretti” (Rahman/4). Buradaki beyan sadece kendi sözünü söyleme anlamında mı yoksa başkalarının sözüne de kulak verme, onlara da değer verme, anlama anlamına mı gelir? Elmalılı, XVI. yüzyılın büyük hukukçusu Ebussuud Efendi’ye atıfla söz konusu ayetteki beyanın sadece kişinin kendi beyanını değil, başkalarının beyanını da anlamak olduğuna işaret eder.
Zaten beyan etmenin kendisi, kişinin kendisine yönelik tek taraflı bir eylemi değil, çift taraflı, karşılıklı bir eylemi ifade eder. Bu bir zorunluluktur, çünkü beyan bir anlaşılmayı, karşılıklı haberleşmeyi içerir. Anlaşılma gereği de bir zorunluluktan, varlığı farklı biçimlerde anlama mecburiyetindeki verili bir durumdan ileri gelir.
Kaldı ki varlık kendisini sadece bir olgu olarak değil, bir görüngü olarak sunar, o haliyle görünür. Ve kendisiyle ilişki kuran öznenin uzaklık ve yakınlığına, görünüş karşısında aldığı tavra, kültür ve donanıma, modellere göre şekillenir, düzenlenir ve her dem yeniden doğar, yorumlanır.
Bu mesafe ve bu mesafeye göre kazanılan bakış açısına “Perspektif” denir. Yani kişiye, duruma, çağa, kültüre, sosyolojiye, ideolojiye göre değişen ve yorumlanan bir durumdur söz konusu olan, kesinliğinden hiçbir şekilde şüphe duyulamayacak soyut bir kendinde gerçeklik değil.
Perspektif, birilerinin kendi tapusuna kaydettiği Hakikatin mülkiyetini Kilisenin tekelinden çıkartma ve onu kamuya, kamu âlemin dikkat ve tecessüsüne sunmadır. Çünkü varlık kendisini çoklukta bulur, orada ifade eder. Görünüm aldatıcıdır. Söz ve yorumların tasviri zaten aldatıcıdır, zira dil metafiziktir. Kesinliğinden o kadar emin olduğumuz duyular bile aldatıcıdır. Zira görüp duyduklarımız “neredeyse her şey için ‘duyu’ ve ‘içgüdü’, her şey için ‘dil’ ve ‘beğeni’dir.
Alın size bir kanıt: Kendisinden hiçbir şekilde kuşku duyulmayan binlerce yıllık bir aksiyom, apaçık bir doğru; kesinliği duyularla kanıtlanmış bir gerçek.
“Copernicus bizi, tüm duyularımıza aykırı olarak, dünyanın sabit durmadığına inanmaya ikna etmişti; Boscovich ise dünyadan ‘sabit kalan’ son şeye, ‘madde’ye, ‘özdek’e, dünya kırıntısına ve atom-pıhtısına inanmaktan vazgeçmeyi öğretti: Yeryüzünde duyular üzerinde kazanılmış en büyük zaferdi bu”.[1]
Kesinliğinden hiçbir şekilde kuşku duyulamayacak duyular bile bu kadar yanıltıcı, bu kadar göz boyayıcı, bu kadar akıl çelici ise kim bize Fizik ve Fizik Bilimlerinin bile bir yorumlama değil de bir açıklama olduğunu söyleyebilir? Fizik Bilimlerinde durum böyleyse hangi alanda, hangi gramere dokunulmaz bir kutsallık atfedilebilir?
İktidarın Dili
Dolaysız bilgi yoktur. Her bilgi dolaylıdır ve kendi dolayımı bağlamında anlam kazanır, gramer de öyle. O yüzden her bilgi kısmî, sosyolojik, tarihsel ve kültüreldir. Bu böyle bile olsa, “halk, pek tabii ki bilmenin nihai bir bilme olduğuna inanabilir”.
Böyle olduğu için de kınanamaz. Tıpkı itaate hazır biçimsel bir vicdana sahip olduğu için kınanamayacağı, tıpkı itaate hazır biçimsel bir inanca sahip olduğu için kınanamayacağı ve tıpkı yukarıdan gelen bildirimleri çoğu kez sorgulayacak güce sahip olamadığı gibi.
Bu bildirim bilhassa devlet katından gelen bir buyruksa daha da kesindir. Ve eğer bu toplum tarihsel süreçte sürekli devlet tarafından anlam kazanmış, onunla varlığını hissetmiş, onunla varlığını korumuş ve onun varlığını devam ettirmişse, bu etki daha da kalıcıdır.
Dahası, böyle bir toplumda iktidar sadece hâlihazırdaki toplumsal başarıları değil, tarihsel başarıların tamamını da kendi bilançosuna kaydetmiş olabilir. Hatta daha da ileri giderek kamunun sağladığı sınırsız iktidar aygıtlarıyla grameri, dili, sembolleri ve arketipleri de bunlar maniple ediyor ve baştan çıkartıyor olabilir.
Bu, tam da Hobbes’un bahsettiği bir Leviathan, her şeyi yutan bir bataklık canavarı; tinin, insan naturasının en karmaşık eğilimlerinin tamamı, onların mücessem halidir. Latince’de Civitas, Eski Ahit’te Leviathan olarak tanımlanan büyük ejderha. Zapturapt altına alınamaz korkunç dev!
“Leviathan’ı kanca ile çekebilir misin?
Ve urganla onun dilini sıkabilir misin?
Burnuna sazdan ip takabilir misin?
Yahut çengelle çenesini delebilir misin?” (Tevrat/Eyub/Bab 41)
İnsan varlığını tekrar doğaya geri tercüme edebilseydik eğer, onun doğasındaki en temel, en sinsi eğilimlerin hep en kutsal, en değerli, en ağırbaşlı ve en dürüst sütreler altında gizlediğini, kendini hep o şekilde sunduğunu görebilirdik. Leviathan da öyledir, o da kendini ulusun en değerli nesi varsa onun üzerinden sunar. Sınırsız iktidar arzusunu onunla sütreler, onunla allayıp pullar.
Ya Komşunun Hakkı
Komşunun hakkı bizim hakkımızdır. Komşunun hakkını savunmak kendi hakkımızı savunmaktır. Komşunun hakkı konuşmayı, haberleşmeyi, yardımı, hacet görmeyi, iyi ve kötü günde birlikte olmayı içerir. O olmadan düğün de olmaz bayram da. O olmadan sevinç de anlamını kaybeder keder de.
Komşu olmak diğer yarımız, kendimiz olmaktır. En geniş manada ulus olmak, ulusun çatısını kurmaktır; doğal bir habitat, yaşam alanı oluşturmaktır. Hayat orada başlar. Orada kurulan dille, ezgilerle, ağıtlarla, acılarla, türkülerle birbiriyle kenetlenir ulus. Çokluk içinde bir olmanın hazzı yaşanır ve bütün bunların çekirdeği, her şey, önce orada, komşulukla başlar, onunla anlam kazanır.
Komşu ve onun söz hakkı, ulusun söz hakkıdır. O kesilirse, saksıdaki çiçek tehlikede, ekmeğimiz tehlikede, özgürlüğümüz tehlikede demektir.
Söz Sonu
Sesin kesilmesi, işte bunun, bu hukukun zedelenmesi, bu doğal habitatın tahrip edilmesi anlamı taşıyor. Ve daha kötü bir şeyi daha hayatımıza sokuyor; fısıltıyı, dedikodu ahlakını. Oysa ahlak açık alanda, aleni biçimde kendini izhar eder. Gizli ve kapalı olanın ufuneti, nemi, yapışkanlığı ve çürük kokusudur ki, taze ve değerli olan ne varsa hepsini çürütür, yok eder; bütün bir havayı zehirler.
Daha da tehlikelisi, sözün kesilmesi anlamı kirletiyor; anlamı ve onun çağrıştırdığı her şeyi. Ve pek tabii sözleşmeyi, mutabakatı, bölüşmeyi, insafı, adaleti ve hukuku; her şeyi!
Ve bu kısıtlama, en basitinden görüş bildirme ve daha da açığı ulusun kaderinde söz sahibi olma hakkından feragat etmeyi, bu hakkı başka bir güce devretme anlamına gelen devredilemez bir hak gaspını ifade ediyor.
__
[1] Nietzsche, F. (2022), İyinin ve Kötünün Ötesinde, (çev) Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları, İstanbul, s. 17.