Komünistin Eşkâli – II: Su Uyur Komünist Uyumaz
Soğuk Savaş’la birlikte Türkiye’nin Batı tercihinde bulunmasına paralel olarak, bir “Moskof” imgesi, anti-komünizm ve anti-Sovyetçilik üzerinden bir milliyetçilik oluşturulur. Osmanlı’daki Moskof imgesine içkin Rus korkusu, bu dönemde “kızıl komüniste” dönüşür. “Kızıllar”, Türklüğün ve Türklerin sürekli düşmanı olarak kodlanır. Milliyetçilerin vazifesi, ortadan kaldırıncaya kadar bu düşmanla amansız bir mücadele vermektir.
Yazının birinci bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.
Türkiye’de milliyetçilik, tarihin farklı dönemlerinde farklı misyonlar üstlenir. II. Meşrutiyet yıllarında “koruyucu”, Cumhuriyet’in ilk yıllarında “kurucu ve inşa edici” bir kimliğe bürünene milliyetçilik, Soğuk Savaş yıllarında “sol ideoloji karşıtlığını” yüklenir. Din, milliyetçiliğin bu vazifesindeki en büyük destekçisi olur. 1930’ların Pantürkçülüğünden farklı olarak Soğuk Savaş dönemi milliyetçiliği, dini bir söylem yüklenir. İslam’ın sözünün, halk nezdinde Türkçülerin sözlerinden daha muteber olması, milliyetçilere komünizme karşı mücadelede daha geniş bir zemin temin eder.
Aslında İslamcılık ile Türkçülük ilişkisinin tarihsel bir arka planı vardır. II. Meşrutiyet döneminde, bu iki kavramdan hangisine öncelik verilmesi gerektiği çok çok tartışılır. Yusuf Akçura, İslam’ı Türkçülüğün hizmetine koşarken; Ziya Gökalp, Türk milliyetçiliği ile İslamcılığı mezceder ve ikisinin yanına bir de Batıcılığı ekler. Soğuk Savaş yıllarında Türk milliyetçilerinin din anlayışı, Gökalp’in “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” formülüne uygun bir biçim alır. Türkçülük, bu sentezde, ön plana çıkar.
Soğuk Savaş dönemi milliyetçiliği, kendini, sol karşıtlığı üzerinden tanımlar. Milliyetçilik, bu topraklarda tarihsel ve sosyolojik olarak, sol düşüncelere nazaran hep daha avantajlı bir konumda bulunur. Bilhassa 19’uncu yüzyılda başlayan ve 20’nci yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden savaşlar, onların yarattığı trajediler, toplumun ortak hafızasında derin izler bırakır.
Milliyetçiliğin bu versiyonu, 19’uncu yüzyıl Osmanlı aydının yaşadığı “parçalanma”, “bölünme” ve “yok olma” korkusunu sürdürdüğünden solun dillendirdiği hiçbir talebe iyi gözle bakmaz. “Halklar”, “azınlıklar”, “eşitlik” vb. sol jargonunda sıklıkla başvurulan kavramlar, milliyetçilerde, Osmanlı’yı yıkan kavramlar olarak değerlendirilir ve onlara karşı daima müteyakkız olmak gerektiği bildirilir.
Soğuk Savaş’la birlikte Türkiye’nin Batı tercihinde bulunmasına paralel olarak, bir “Moskof” imgesi, anti-komünizm ve anti-Sovyetçilik üzerinden bir milliyetçilik oluşturulur. Osmanlı’daki Moskof imgesine içkin Rus korkusu, bu dönemde “kızıl komüniste” dönüşür. “Kızıllar”, Türklüğün ve Türklerin sürekli düşmanı olarak kodlanır. Milliyetçilerin vazifesi, ortadan kaldırıncaya kadar bu düşmanla amansız bir mücadele vermektir.
“Komünizm Kapıda”
Bu mücadelede dergiler önemli bir fonksiyon icra ederler. Zira topluma ulaşmanın en önemli vasıtalardan biri dergilerdir. Soğuk Savaş’ın anti-komünizmi, İslamcılık ve milliyetçiliği harmanladığı için bu kesimin çıkardığı dergilerde de milliyetçi ve İslamcı figürler aynı şemsiye altında bulunur. Dergilerdeki yazılar, genellikle, vülgarize edilmiş bir milliyetçiliği yansıtırlar. 1960’lı yıllara kadar bu dergiler, ülkenin sosyal ve siyasal sorunlarıyla pek meşgul olmazlar. Onlar için tek milli mesele, Türkiye’deki komünist faaliyetleri önlemek ve dış Türklerin haklarını savunmaktır.
Komünist olarak belledikleri kişileri ihbar etme ve hedef haline getirme, bu dergilerin önde gelen işlerinden biridir. Genelde aynı düşünceyi benimseyen kişiler tarafından çıkarıldıklarından bu dergilerde tek bir ses duyulur, aykırı bir sese izin verilmez. Yazının niteliğinden ziyade, yazının amacına ulaşıp ulaşmadığı dert edilir. Kadın yazarlara neredeyse hiç rastlanmaz.
Anti-komünist dergiler, taraftarları için özgürlük ve refah talep etmezler. Mesailerini, alt hasım olarak gördüklerinin hürriyetlerin bastırılması için harcarlar. “Komünizm kapıda” kara propagandasıyla inşa ettikleri komünizm heyulasından topluma korku pompalarlar. Korku temasını hem kendi meşruiyetlerini temin etmek hem de hakları sınırlandırmak için kullanırlar.
Bu dergilerde komünizme dair derinlemesine iktisadi ve siyasi tahliller yapılmaz. Komünizm, orijinal metinlerinden okunarak bir eleştiriye tabi tutulmaz. İki sebebi olabilir bunun: Biri, yazarların bilgisinin komünizm hakkında teorik bir analiz yapmaya yetmemesidir. Diğeri de, ağır yazıların kitleleri mobilize etmede elverişsiz olduğunun düşünülmesidir. Binaenaleyh, komünizm, mantık silsilesi aramayan, alelade ve sathi cümlelerle tanımlanır. Hamasi bir dile müracaat edilerek milletin komünizme uyanık kalması sağlanmaya çalışılır. Türk ulusundan, hiç uyumayan komünist düşmana karşı titreyip kendine dönmesi istenir.
“Namuslu İnsanlar İçin Cehennemi Bir İşkence ve Izdırab Kaynağı”
Komünizme en çok din ve ahlak üzerinden vurulur. Dini, ahlaki ve manevi değerleri kabul etmediği belirtilen komünizmin “ırkın ve dinin en büyük düşmanı” olduğu söylenir. Arif Nihat Asya, komünizmi “aile yok, tarih yok, destan yok, din yok, iman yok, namus şeref diye bir şey yok, milliyet yok” diye tarif eder ve “ezmek üzere komünist başı” aramaya koyulur. Faruk Güventürk’e göre, Türk milletinin komünizmi benimsememesinin nedeni, komünizmin aileye, namusa ve ahlaka karşı olmasıdır.
Türk milleti, faziletten mahrum, aile namusunu bilmeyen, din ve ahlak tanımayan, hürriyet kabul etmeyen, fertlere değer vermeyen, insan hak ve hukukunu hiç kabul eden, din ve iman bağı mevcut bulunmayan komünizmi hiçbir zaman ne benimser ve ne de ona güler yüzünü gösterir. (s. 240)
DP’nin resmi bir yayınında da komünizm, kutsal olan bütün kıymetleri ortadan kaldıran bir ideoloji olarak resmedilir:
Komünizm din, milliyet, aile, mülkiyet, tarih ve medeniyet ve ahlak tanımaz. Bu rejimde hak, hürriyet ve serbesti yoktur, köylü, aydın, halk zorba bir zümrenin esiri ve uşağıdır. Aile namusu, vatandaşın şeref ve haysiyeti yoktur. Bu idare namuslu insanlar için cehennemi bir işkence ve ızdırab kaynağıdır. (s. 249)
Kadınlara komünistlerin biçtiği rol de, bu dergilerde çokça işlenir. Elbette tamamen menfi bir tablo çizilir. Kadınları iffetlerinden ve namuslarından alıkoyan komünist rejimlerin ahlakı yok ettiği ve müstehcen bir toplum yarattığı belirtilir.
Türk anaları: Bin bir meşakkatle doğurduğunuz, bin bir tülü ihtimamla yetiştirmeye çalıştığınız yavrularınızın vakitsiz elinizden alınmasını ve bütün dünyanın size fahişe gözü ile bakmasını ister misiniz? (s. 269)
“Yolunu Şaşırmış Sütü Bozuklar”
Anti-komünist yayınlarda solun tamamı “komünist” etiketi altında ele alınır. Sosyal demokrat, sosyalist, Marxist vb. hepsi tek bir kefeye konur, aralarında hiçbir fark gözetilmez. Komünistlerin kendilerini gizlemede çok yetenekli oldukları, her yere ve her akıma kendilerini yerleştirebilecekleri söylenir. Hatta milliyetçilerin içlerinde bile komünistler bulunabilir.
Komünistlerin sosyalizmi maske yaptıkları, Kemalist göründükleri, CHP üst kadrolarına yerleştikleri, Nurculuk hareketi içerisinde kendilerini var ettikleri ve öyle ki milliyetçiliği lağvetmeye kalkıştıkları halde milliyetçi bir kisveye büründükleri ileri sürülmüştü. (s. 262)
Komünizm korkusunun bu derece abartılması ve bir paranoyaya dönüştürülmesi, bazı eleştirileri de beraberinde getirir. Anti-komünistler, bunun üzerine evhamlı olmadıklarını ve aksine her geçen gün büyüyen gerçek bir tehlike ile karşı karşıya bulunduklarını ifade ederek kendilerini savunurlar:
Bir evham üzerinde durmadığımızı, komünizmin mevcudiyetini ve dünya için bir tehlike olduğunu, dünyanın bununla savaşmak zorunda bulunduğunu, komünizmin bizim için Sovyet Rusya’nın da tarihi düşmanımız olmasından en fazla mücadeleye mecbur bulunduğumuzu, acı bir realite de olsa bizim cemiyetimiz içinden de ara sıra, tek tük yolunu şaşırmış sütü bozuğun, komünizme tutulmuş dejenerenin çıktığını izah etmiş bulunuyoruz. (s. 251)
Yolu Komünizmle Mücadele Derneği’nden Geçenler: Öcalan ve Gülen
Şimşek, çalışmasında anti-komünist teşekkülleri de ayrıntılı olarak inceler. Ona göre, Türk Ocakları ve Milli Türk Talebe Cemiyeti (MTTB), Türk sağ düşüncesinde mümtaz bir yere sahip iki dernektir. Bu iki derneğin mutfağında yetişen nesiller, Soğuk Savaş döneminde anti-komünizmin hem fikri yönünü hem de eylemci karakterini şekillendirirler. Özellikle MTTB, 1946’da İstanbul’da tekrar kurulduktan sonra aktif ve hareketli bir gençlik hareketi olmakla birlikte, bir eğitim kurumu hüviyeti de edinir. Anadolu’dan büyük şehirlere okumak veya çalışmak için gelen gençlere kapısını açar ve onları komünizmle mücadelenin bir neferi kılar.
Dikkate değer anti-komünist yapılardan biri de komünizmle mücadele dernekleridir. Amerika’nın yardımı ve maddi desteğiyle faaliyette bulunması, Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’ni (TKMD) tartışmaların merkezine çeker. TMDK’yi ilginç kılan özelliklerden biri de, sonraki yıllarda Türkiye’nin siyasi ve sosyal düzenini kökten sarsacak iki kişinin, Abdullah Öcalan ve Fettullah Gülen’in yollarının da bir şekilde bu dernekten geçmiş olmasıdır.
Öcalan, 1960’ların ikinci yarısında Ankara’da Tapu Kadastro Meslek Lisesi’nde okurken TMKD’nin faaliyetlerine katılır. Keza Öcalan, TMKD’nin kontrolündeki Türkiye Fikir Ajansı’na da takılır. Öcalan, Avni Özgürel’e buralarda bulunduğunu anlatır:
1993’te Öcalan gazetecileri Bekaa’ya basın toplantısına davet etti… Öcalan ile dergi için röportaj yaptım. O özel görüşme sırasında kendisine sordum. ‘Ankara’da İzmir Caddesi’nde Fikir Ajansı diye bir yer vardı. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama birden bir şey çağrıştırdı. Bende seni orda gördüm hissi uyandı’ dedim. Bana, ‘Yoo, doğru hatırlıyorsun’ dedi. (s. 303)
Gülen de, derneğin tüzüğünü birine getirtir ve derneği kurmaya çalışır. Derneği kuramasa da, Gülen’in bu çabası, derneğin Erzurum’da bir şube açması için bir ön çalışma işlevi görür.
“Soy Düşmanımız Moskof”
Şimşek, “Türkiye’de anti-komünizme adanmış ruhlar” başlığı altında beş ismi inceler: Aclan Sayılgan, Necip Fazıl Kısakürek, İlhan Darendelioğlu, Fethi Tevetoğlu ve Nihal Atsız. Farklı arka planlardan gelen ve ideolojik olarak bazı noktalarda ayrışan bu beş isim, anti-komünizmde buluşurlar.
Sayılgan, eski bir komünist olarak “içerden” verdiği bilgilerle anti-komünist literatüre bolca malzeme sağlar. Kendini İslamcı düşünce kalıbının babası olarak gören Necip Fazıl, gerek İslamcı gerek milliyetçi siyasi kültürün en etkili kaynaklarından biri olur ve etkisi bugüne kadar süregelir. Darendelioğlu, aktivist bir kişiliktir; eylem adamı ve yayıncı kimliğiyle anti-komünist gençlerin saygısını kazanır. Tevetoğlu, siyasi kimliğiyle öne çıkar. Atsız, yalnız düşman saydıklarıyla değil (ki bunlar, soyca Türk olanların haricindeki herkestir) vaktiyle yol ve dava arkadaşı olduğu kişilerle de karşı karşıya gelir ve ırkçı düşüncelerinin kavgasını yazılarda, mahkemelerde, polemiklerde verir.
Kitaba Önsöz yazan Kurtuluş Kayalı; bu beş isimden Sayılgan’ı diğer dördünden ayrı bir yere koyar. Ona göre Sayılgan, dönemin çoğu sosyalistinden daha gerçekçi bir sosyalizm düşüncesine sahiptir ve onun sosyalizm/komünizm hakkındaki değerlendirmeleri mahiyet olarak diğer dört aydından daha derinliklidir. Buna karşılık Kısakürek, Darendelioğlu, Tevetoğlu ve Atsız’ın sosyalizm konusundaki bilgi birikimleri bariz bir şekilde sınırlıdır, dolayısıyla değerlendirmeleri de önemli ölçüde yüzeyseldir. Atsız’ın yazdıkları, Kayalı’yı teyit eder:
Türkçülüğe göre Moskof bizim barışmaz düşmanımızdır. Bu düşmanlığı tarih, mukadderat ve jeopolitik yaratmıştır… Moskof düşmanlığının millette beslenmesine taraftarız… Moskof bizim soy düşmanımız olduğuna göre, Türkçülük en alçak vatan hainleri olan komünistlerin yok edilmesi için şarttır. (s. 375)
“Türk’ün Türk’ten Başka Dostu Yok!”
Anti-komünizmin 1945’ten 1971’e kadar olan 25 yıllık hikâyesinin işaret ettiği bazı noktalar var. Misal, hikâyenin içinde gezildikçe, Türkiye’de solun engellenme ve demokratikleşme hamlesinin dışında tutulma mekanizmalarının nasıl işlediği daha net görülür. Güç elindeyken başkalarına komünist deyip susturanların, gücü kaybettiklerinde benzer bir muameleye uğradıklarına tanıklık edilir. CHP fanatikleri ve militanlarının DP’yi suçlamak için icat ettikleri “Moskovacılık” suçlamasının, DP iktidarında bu kez CHP’nin boynuna dolanmasından ibret alınır. Her dönem muhalefeti sindirmek için kullanılan “komünist” yaftasının aynı zamanda düşüncenin kısırlaşmasına ne kadar etkide bulunduğu daha iyi anlaşılır.
Mamafih hikâyenin asıl önemi, anti-komünizmin sığlığını gözler önene sermesidir. Anti-komünist faaliyetler bariz bir sığlıkla maluldür. Sığlık, Soğuk Savaş döneminde anti-komünizme odaklanan Türk sağının değişen dünya koşullarına nüfuz edememesiyle irtibatlıdır.
Türk sağı, entelektüel yetersizliğini tartışmaz; düşüncesini tarihsel korkuların üzerine bina eder, komplo teorilerine sıkı sıkıya sarılır, bazen bezginliğe düşer, endişe ve kaygılarını hamasetle örtmeye çalışır. Doğal olarak kendini dışarıya kapatmasına ve derinleşememesine neden olan Türk sağının bu hali, en iyi ifadelerinden birini Ahmet Turan Alkan’ın satırlarında bulur:
Hainler devletin her köşesine sızmış, ihanet şebekeleri ağlarını germişti. Bir tarafta Masonlar Türk milletinin kanını emerek ticaret ve sanayi alanını işgal etmişler, diğer taraftan da Yahudiler ele geçirdikleri boyalı magazin basınıyla ‘Sion liderlerinin protokollerinde’ yazıldığı gibi Türk gençliğinin ahlakını bozmaya azm-û cezm-û kasd eylemişlerdi. Hepsinden daha melunu kızıl komünistler, Türkiye’yi Rusya’ya peşkeş çekip, bayrağı indirmek için gizli hesap peşindeydiler. Rusya’dan durmadan para ve silah yardımı alıyorlardı. Türk sağı, ihanete uğramışlardan bezginlik ve inkisarı içinde cayır cayır tutuşmuş yangını söndürmeye çalışırken, kendine acımayı da ihmal etmiyordu; şu cennet vatan ne hale gelmişti, zaten Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktu. Bütün yabancı güçler el ele vermiş, aziz vatanı batırmaya uğraşıyorlardı. (s. 37)
Hâlihazırda, şimdilerde konuşulan mevzular ve tartışma düzeyi akla getirildiğinde, acaba bu yolda dünden bugüne kayda değer bir mesafe kat edildiği söylenebilir mi? Ne dersiniz?
* Abdulazim Şimşek; Komünistin Eşkâli, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021.