Korkmalı mıyız?
Dış politikada 2020 Kasım’ından beri rasyonelleşen, gerektiğinde manevra yapabilen, hatta geri adım atabilen siyasal kadro, iş ekonomiye geldiğinde neden bu kadar keskin? Çünkü ekonomi ile ilgili özel bir gündemleri, yücelttikleri bir hedefleri var. Kesin inançlılar, tartışmaya kapalılar, kendi görüşleri dışındaki her şeyi komplo olarak görme durumu da bundan kaynaklanıyor. Bu ise gerçekten endişe verici.
Perspektif’teki son yazıdan sonra yazı işlerinin bir talebi oldu. “Sizden artık ekonomi yazısı bekliyoruz, mümkünse gazete köşe yazısı kıvamında olsun” dediler. Önceki yazılarda derin meselelere girmiş ve biraz fazlaca kuramsal yazmış olmalıyım ki “her seferinde kurucu metin yazmaya kalkışmayın” uyarısı aldım. Gerçi Karar TV’deki son programda verdiğim bir söz var, ne yapıp edip onu yazmaya çalışacağım ama bu haftaki yazıyı yönetimin isteklerine uygun tasarlayayım ki iki üniversiteden sonra buradaki işimizden de olmayalım.
Ekonomi yayınlarını izleyenlerin aşina olduğu bir iş unvanı var; analist. Sık sık yayınlarda konuk edilirler. Geleceğe ilişkin risklerle ilgili analistlere soru soran program sunucularının değişmez bir sorusu vardır; “Sizi, gece uykunuzu kaçıracak kadar korkutan şey nedir?” ya da İngilizcesiyle “What Keeps You Up at Night?” Piyasaları bekleyen en derin endişe kaynağı ne ise analist bu soruya öyle yanıt verir. ABD Merkez Bankası başta olmak üzere gelişmiş ekonomilerdeki parasal sıkılaşma mı, salgında yeni bir dalga yüzünden ekonomilerde kapanmalar mı, yoksa jeopolitik tehditler mi?…
Geçen hafta hükümet yetkililerinin televizyon yayınlarındaki konuşmalarını dinlerken bu soruya bizim durumumuzda en uygun olabilecek yanıt aklımda belirdi. Yalnız izin verirseniz, her ne kadar ‘analist’ unvanım olmasa da önce açıklamaların ekonomik değerlendirmesini yapacağım, yanıtımı sizinle sonra paylaşacağım. Önce Hazine ve Maliye Bakanı Nebati’yi izledik. Kendisi Londra’ya yaptığı gezinin ne kadar başarılı olduğunu bizimle paylaştı. Her biri finansal piyasalarda uzmanlaşmış, Türkiye’ye benzeyen birçok ülkede milyarlarca dolar tutarında varlık yöneten bu yatırımcılara bazı mesajlar vermiş Sayın Bakan. Birincisi; “Girdiğimiz yoldan asla dönmeyeceğiz” demiş ve söylediği kadarıyla muhatapları da “Biz bunu zaten anladık” diye karşılık vermişler. İkinci mesajı; Türkiye’de topumun altın ve döviz gibi varlıklarla ilişkisinin kendine özgü bir durum oluşturduğunu düğün geleneklerimizden örnek vererek açıklamış ve ekonomi politikalarına karar verirken bu hususları göz önünde bulunduracaklarını bildirmiş. Londra gezisiyle ilgili değerlendirmesi ise gezinin muhteşem geçtiği. Her ne kadar bu yılın başından beri Türkiye hisse senetlerinden yarım milyar dolar net yabancı çıkışı olmuşsa da Sayın Bakan yatırımcının gözüne baktığında farklı bir sonuç görmüş. Gözler gerçekten önemli…
Yatırımcı Ne İster?
Benim izlenimlerim ise bir miktar farklı. Yatırımcı, parasını sizin ülkenizin varlıklarına belli bir süre için bağlayıp ülkenizin kredi ve yatırım riskini alan kişidir. Yatırdığı para kendisine emanet edilen bir fon olduğu için de kayıp olasılıklarına karşı daha hassas davranır. Parayı bugün yatırır, getirisi ileride eline geçer. Bu yüzden de yatırımcı için en önemli husus, bugün ile gelecek arasındaki dönemin olabildiğince öngörülebilir olması, beklenmedik kötü sürprizler yaşanmamasıdır. Ayrıca yatırım yaptığı yerel paranın değerinin, kendi parası karşısında büyük oynaklık yaşamasından da hoşlanmaz. Yatırım işinin doğasından ve yatırımcının dilinden anlayan herhangi bir analist, Sayın Bakan’a algısının bir hayli gerçek dışı olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu söyleyebilirdi. Dahası, basına yansıyan bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla yatırımcı toplantılarının programını, bu ay aynı yatırımcıların karşısına borçlanma araçları satmak için çıkacak, yatırımcıların da iletişime alışık olduğu Hazine yapmamış. Bu yüzden katılımın Türkiye’nin geçmişteki benzer toplantılarıyla karşılaştırıldığında daha zayıf olduğu söyleniyor.
Konuşmalarından anladığımız kadarıyla Bakan Nebati, Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulamasına özel bir önem atfediyor. Bu KKM ilginç bir uygulama ve ilginçliği giderek artıyor. Önce bireylere tanınan bir hak iken ardından şirketlere de getirildi. Şirketlerin yeteri kadar ilgi göstermeyeceği anlaşılınca bu dönüşümü cazip kılma adına şirketlerin kur artışından kaynaklanan gelirleri vergiden istisna edildi. Yasal düzenlemede mevduatlar üç aydan başlatıldı ama verilen teşviklerde ölçünün kaçmış olabileceği fark edilince uygulamada fiilen sınır altı aya yükseltildi. Bazı şirketlerin KKM hesaplarını teminat gösterip aldıkları kredileri “amaç dışında” kullandıkları görülünce -amaç dışı kredi nasıl oluyorsa- bu defa KKM’nin kredi teminatı olarak kullanılması yasaklandı. Ama bu da uzun sürmedi, bu yasaktan da geri adım atıldı. Gerçi hükümetin kararsızlık ve tutarsızlık sicili bir hayli kabarık. Eylül’den itibaren kurları zıplatan, ekonomiyi rayından çıkaran politikalar başlangıçta “rekabetçi kur iyidir, varsın kur artsın” denilerek savunuluyordu. Ardından ipin ucunun elden kaçtığı fark edilince “kur artışı sağlıksız, kuru düşürelim” denildi ve ilk yaklaşımla taban tabana zıt kararlar açıklandı. Bir taraftan “ekonominin liralaşmasını istiyoruz” açıklamaları yapılırken gerçekte bütün TL mevduatları dövize endeksli haline getiren KKM uygulaması yürürlüğe sokulmuş oldu. Dolayısıyla tanık olduğumuz gelgitler sadece KKM’ye özgü değil, genel bir hükümet politikası tarzı.
12 Şubat Cumartesi günü, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılımıyla gerçekleştirilen “Türkiye Ekonomi Modeli: Yeni Adımlar ve Enflasyon Tedbirleri” toplantısı da en az Londra’daki yatırımcı toplantısı kadar dikkat çekiciydi. Enflasyonla mücadele paketinin temel unsurları; kuyumcularla anlaşıp vatandaşın elindeki altınları toplamak, Kredi Garanti Fonu desteği ile kredi vermek, geliştirilecek mobil uygulama sayesinde ucuz ürünleri ve indirimleri takip etmek ve bakanlıkların denetim personelinden timler kurup fiyat denetimleri yapmak olarak sayıldı. En büyük ve en etkili olması beklenen müjdeyi ise bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan verdi; temel gıda ürünlerinde KDV oranının yüzde 8’den yüzde 1’e indirilmesi.
Enflasyon Timleri
Yazı işlerinin tepkisini göze alarak işin içine biraz kuramsal bilgi katacağım. Enflasyon, fiyatların belirgin ve sürekli biçimde artmasıdır. Nedeni de (korkmayın, bu kadar kısa bir yazıda “faiz sebep mi netice mi” tartışmasına girme niyetim yok) talebin arzdan fazla olmasıdır. Bu durum bazen talebin fazla artmasından, bazen de arz yetersizliklerinden kaynaklanır. Toplantıdan bir gün önce Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından sanayi üretiminin Aralık ayında yıllık yüzde 14,4 ve yılın son çeyreğinde de ortalama yüzde 5,1 artmış olduğu açıklandığına ve imalat sanayi kapasite kullanım oranı da son 15 yıllık dönemdeki ortalamasının yüzde 2 üzerinde olduğuna göre sorunun talep yönlü olduğunu düşünmek için yeterli veriye sahibiz. Böyle durumlarda, enflasyonla mücadele etmek isteyen hükümetler genellikle talebi dengeleyecek politikalar izlerler. Açıklanan önlemlerin ise -enflasyon timleri dışında- hepsi ekonomide “genişletici politika” olarak tanımlanan, yani talebi daha da canlandıracak kararlar: Kredi genişlemesi, vergi indirimi, altın varlıklarını finansal sisteme sokarak para arzını artırma…
Bir de bu önlemlerin ne ölçüde işleyeceği sorusu var. Örneğin, KDV indirimi. KDV, nihai tüketicinin ödediği bir maliyet. İlk üretici ile son kullanıcı arasında yer alan her aşamada sadece orada elde edilen ilave kazanç üzerinden bir vergi ödeniyor. Bu bakımdan bu ay içinde diğer üretim maliyetleri, üreticinin satış fiyatı, taşımacılık, stok maliyeti ve finansman yükü artarken sadece KDV indirimi ile fiyatların düşmesini beklemek gerçekçi değil. Haydi bunları bir kenara bırakalım, KDV indirimi bütün kalemlerde birebir uygulansa bile aylık enflasyonda yaratabileceği aşağı yönlü etki sadece 1,5 puan. Oysa Şubat ayına ilişkin piyasadaki enflasyon beklentileri yüzde 4’ün üzerinde. Bu gerçekler ortadayken, birçok satıcı, bırakın para kazanmayı, o ayki elektrik ve doğalgaz faturaları kadar satış (ciro) bile yapamadıklarından yakınırken bir de esnafın üzerine “enflasyon timi” salmak durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramayacak.
Enerji Fiyatlarındaki Artış
Değinmek istediğim son örnek ise az önce sözü geçen elektrik ve doğalgaz fiyatlarındaki artış konusu. Enerji fiyatlarının bütün dünyada çok ciddi oranlarda arttığı bir gerçek. ABD’de açıklanan Ocak ayı enflasyon verisine göre evlerde kullanılan elektriğin fiyatı son bir yılda yüzde 10,7 oranında, doğalgaz fiyatı ise yüzde 23,9 oranında artış kaydetmiş. Avrupa’da da durum farklı değil. Bununla birlikte küresel fiyat gelişmeleri, Türkiye’de ikiye, üçe katlanan fatura bedellerini açıklamaya yetmiyor. Sebebi hepimiz biliyoruz aslında; kur artışının dünyadaki fiyat artışlarının üzerine eklenmesi ve hükümetlerin özellikle son beş yılda izlediği yanlış fiyat politikasının birikimli sonuçları. Konu bir hayli can yakıcı olduğu için toplumdan yükselen tepkiler de can sıkıcı oldu. Hükümet cenahında iki dikkat çekici tepki gözlendi. Birincisi; Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere bazı yetkililer aslında elektrik ve doğalgaz fiyatlarının makul olduğunu, ortada gerçek bir sorun olmadığı halde muhalefetin gereksiz yere yaygara kopardığını söyledi. Fiyatların ne kadar uygun olduğunu da yurt dışındaki bazı ülkelerdeki elektrik fiyatının TL karşılığını örnek vererek delillendirdi. Bizde elektrik de doğalgaz da akaryakıt da çok daha ucuzdu. Oysa aynı Erdoğan, 16 Aralık’ta asgari ücreti açıklarken; “Geçmişte dolar şuydu buydu diyerek hesabı dolar üzerinden yaparak buna göre asgari ücreti tespit etmek gerekir gibi yaklaşımlar, çalışan ve işveren istismarından başka bir şey değil. Bunlara sormak gerekiyor ki bu ülkede siz dolar ile mı, Euro ile mi çalıştırıyordunuz bu insanları? Bu tür spekülatörlüğe gerek yok. Bizim paramız belli, o da Türk lirası” demişti. Kısacası Erdoğan’a göre fiyatları karşılaştırırken dövizin TL karşılığına bakmakta sakınca yok ama bu yöntemi ücretlerle ilgili kullanmak basbayağı spekülatörlük.
İkinci ve daha ilginç bir tepki ise enerjideki fiyatların yüksek olduğunu kabul etmekle birlikte sorumluluğun hükümette değil muhalefette olduğunu savunan iktidar sözcülerinden geldi. Artık, “bu zamları devlet yapmıyor” diyenini mi istersiniz, “bugün elektrik pahalıysa bunun sebebi muhalefettir, geçmişteki yanlışlardır” diyeni mi… Türkiye’yi 2003 yılından beri, yani 19 yıldır Adalet ve Kalkınma Partisi ya da onun liderinin başkanlık ettiği hükümetler yönetiyor. 1950’de çok partili siyasal yaşama geçildiğinden beri sadece bu siyasal kadronun sahip olabildiği bir imkân bu. Üstelik 2017’den beri geçmişte hayal bile edilemeyecek bir güç kullanıyorlar. Basını, sivil toplumu, iş dünyasını sıkı kontrol altında tutan, yargıya talimat verebilen, kâğıt üzerinde bağımsız olması gereken kurumları emir erine çevirebilen bir güç.
Hükümette aynı zamanda çok yüksek bir özgüven de gözleniyor. Ekonominin her alanına müdahale edebileceklerini, birkaç satırlık düzenlemelerle istedikleri her sonucu alabileceklerini sanıyorlar. Oysa yukarıda örneklerini verdiğim gibi aldıkları birçok kararı üzerinden çok geçmeden değiştirmek durumunda kalıyorlar, zira amaçladıkları sonucu elde edemedikleri gibi bir yığın istenmeyen sonuçla karşı karşıya kalıyorlar. Devletin elinde geniş yetkiler, parlak uzmanlar vardır. Yöneticilerinin istekleri doğrultusunda düzenlemelerle özel sektörün elini kolunu bağlamaya çalışır. Ama dışarıda her biri en az devlettekiler kadar zeki ve becerikli çok daha fazla sayıda uzman, alınan bu kararların etkisinden nasıl kurtulabilecekleri üzerinde durmaksızın çalışır. Dünyanın her yerinde bu yarışı hemen her zaman ikincilerin kazandığı ise bir sır değil. Hükümet, laboratuvarda genetik yapısını hedeflerine uygun biçimde tasarladıkları virüsle övünen bilim insanlarına benziyor. Virüs laboratuvar ortamından doğaya çıktığında ise doğal seçilimin sonsuz mutasyonları ile tasarlayıcılarının muhayyilesinin çok ötesinde etkilere sahip bambaşka bir hal alabilir.
Değindiğim her üç örnekte de benzer semptomları görüyorum. Söz konusu semptomlardan bazılarına; nesnel gerçekliğin inkârına (Gerçeklik mi, O da Ne?), aklın ve bilimsel bilginin reddedilmesine (Bilimle Kavga Etmek) Perspektif’te yer alan önceki yazılarımda değinmiştim. Yukarıdaki örneklerde bunların izleri açıkça görünmekle birlikte başka bir endişe verici durum daha var. Karar alıcılar söyledikleri şeylere içtenlikle inanıyorlar. İşte hepimizi uykularımızı kaçıracak kadar endişelendirmesi gereken husus bu. Cumhuriyet’in ilk yılları bir tarafa bırakılacak olursa geçmişte benzeri görülmemiş bir siyasal güç temerküzünü elinde bulunduran bu ekip, yaptıklarının doğruluğundan o kadar emin ki ısrarla, üstüne basa basa kesinlikle geri adım atılmayacağını her vesileyle dosta düşmana, yurt içine ve yurt dışına ilan ediyor.
Esneklik ve Dogmatik Zihin
Oysa siyaset, doğası gereği esneklik ister. Gittiğiniz yol çıkmaza dönmüşse geri adım atmak akıllıcadır. Hele de demokratik siyaset söz konusuysa uzlaşma, müzakere, pazarlık son derece olağandır. Hükümet yakın zamana kadar bütün kötülüklerin arkasında yer aldığını iddia ettiği, neredeyse iki numaralı devlet düşmanı olarak hedefe koyduğu Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi ile kucaklaşabildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BAE ziyaretinden ne kadar memnun olduğunu alışılmışın çok üstünde sayıda yaptığı Twitter paylaşımlarından kolaylıkla anlayabiliyoruz. Mısır ve İsrail ile ilişkiler normalleşiyor. “Mavi Vatan” uğruna dünyaları yakmaya hazırken şimdilerde paylaşım oranı pazarlığı yapıldığına ilişkin bilgiler kulislerde konuşuluyor. Uzun süredir Türkiye’nin Batılı müttefiklerini hedef alan “Eyy…!!!…” nutukları işitmiyoruz. Peki dış politikada 2020 Kasım’ından beri rasyonelleşen, gerektiğinde manevra yapabilen, hatta geri adım atabilen siyasal kadro, iş ekonomiye geldiğinde neden bu kadar keskin? Çünkü ekonomi ile ilgili özel bir gündemleri, yücelttikleri bir hedefleri var. Kesin inançlılar, tartışmaya kapalılar, kendi görüşleri dışındaki her şeyi komplo olarak görme durumu da bundan kaynaklanıyor. Bu ise gerçekten endişe verici.
Yazının bu noktasında, bu keskin tavrın temelinde dogmatik zihin yapısının yattığına vurgu yapacağımı anlamışsınızdır. İktidardaki kadrolar, ilk gençlik yıllarından beri acısını hissettikleri yenilmişlik psikolojisinin ilk defa üzerinden gelebileceklerini düşünüyor. Muhtevadan yoksun olsa da, bir türlü altını dolduramasalar da bütün insanlığa sunacaklarını düşündüklerini alternatif bir düzen arayışı, iktidar temsilcilerinin gerçek Kızıl Elması. Bunun da ete kemiğe büründüğü en çekici alan hep ekonomi olageldi. Şimdi Türkiye Ekonomi Modeli diye adlandırılan kurgu, geçmişte zaman zaman adil düzen, yerli ve milli ekonomi gibi farklı adlandırmalarla ifade edilmişti. Temeldeki arayış ise hep aynı kaldı. Sömürgeciliğe karşı direniş ruhunu canlı tutmak ve Devlet-i Aliye’ye yeni bir fikri dayanak sağlamak için geliştirilen tarihsel bir model, kendisini oluşturan koşullardan koptuktan ve bu düşüncenin özgün biçimini üreten entelektüel gelenek toprağın derinliklerine gömüldükten sonra dehşetli bir mutasyon geçirerek dejenere oldu. Alman idealizmine hayran kalmış ve düşünce geliştirmede olmasa da duyguları harekete geçirmede oldukça başarılı birkaç öncünün elinde sloganlaşan hayaller yıllar sonra gün yüzüne çıkıyor. Bu arada bu zihinsel durumun sadece geleneksel ve dinsel kurgulara özgü ve onlarla sınırlı olduğunu sanmak büyük bir yanılgı olur. Ekonomideki ağır tablonun iktidarın akıl ve bilim dışı inatlaşmalarından kaynaklandığını görmezden gelerek elektrik faturalarından devletçi ekonomi politikalarına meşruiyet devşirmeye çalışanlar, her fırsatta liberalizmi ve piyasa ekonomisini toptan mahkûm etmeyi amaçlayan, kamulaştırma çağrıları yapan kesimler, görüntüde son derece modern olsalar da benzer zihin kodlarına sahipler. Despotizmin ve dogmatizmin modern ve seküler görünümlü anlayışlar içinden de çıkabileceğini unutmamak gerekiyor.
Ne diyordu Azerbaycanlı şair Mirza Aliekber Tahirzade Sabir;
“Cin görürem, can görürem, mezarda hortlak görirem, korhmuram
Kükremiş aslan görirem, kan yiyen sırtlan görirem bin türlü tufan görirem, güli biyaban görürem, korhmuram.”
Sonra da nelerden korktuğunu sıralıyor.
Ben de benzer duygular içindeyim. Dogmatizmin, fanatizmin, despotizmin ürküntüsü başka bir şeye benzemiyor. Bir de ekonomide söz konusu olunca, doğabilecek yıkımın ölçeği hepimizin uykusunu kaçırmalı.