Korona Günlerinde ABD-Türkiye İlişkisi
Geleceğe yönelik belirsizliklerle dolu böyle bir ortamda Türkiye ABD’ye yönelik nasıl bir politika izlemeli? Soruyu biraz daha spesifikleştirecek olursak, S-400’leri daha önce ilan edildiği gibi Nisan ayında aktive etmeli mi, etmemeli mi?
Bugünlerde hepimiz Covid-19 salgını ile yatıp kalkıyor olsak da, dünya dönmeye devam ediyor. Daha da ötesi biz bütün dikkatimizi salgına vermişken, salgın, takip etmeyi bıraktığımız dosyaları da köklü bir biçimde etkileme potansiyeli taşıyor. Bu dosyalardan birisi de ABD-Türkiye ilişkileri. Bu sitede 10 Şubat 2020 tarihinde yayınlanan Türkiye-ABD İşbirliği: Yolun Sonu Mu? başlıklı yazımda Türkiye-ABD ilişkilerinin bildiğimiz hâliyle yolun sonuna geldiğini öne sürmüştüm. O tarihten beri ilişkileri etkileme potansiyeli bulunan iki önemli gelişmeye ek olarak, Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 sistemlerini aktive etmesi konusu da hesapları değiştirdi.
İdlib Muharebesi
Bu gelişmelerden birincisi, Türkiye ve Rusya destekli Suriye rejim güçleri arasında İdlib’de yaşanan ve son yıllarda ilk defa Türkiye ve ABD’yi yakınlaştıran muharebeydi.. Çatışma süreci boyunca ABD yönetimi Türkiye’ye güçlü şekilde siyasi destek verirken, kapalı kapıların ardında daha fazlasını taahhüt etti. ABD’de uzunca süredir varolan Türkiye karşıtı söylem yumuşadı ve Türkiye’ye yönelik olumlu söylemler daha fazla duyulmaya başladı. Bu değişikliklerin birkaç sebebi vardı. Öncelikle, Türkiye’nin 27 Şubat’ta askerlerine yapılan saldırıya misillemesinde Suriye rejim güçlerine verdiği ağır zayiatlar ABD’nin de işine geliyordu. Çatışmanın sürmesi durumunda Suriye rejiminin uğrayacağı kayıplar iç savaşın seyrini değiştirebilir, rejim değişikliğini yeniden gündeme getirebilirdi. Bunlar şüphesiz önemliydi ancak ABD’de asıl heyecan yaratan Türkiye’nin Rusya’dan uzaklaşması ve ABD’nin Türkiye’yi yeniden kazanması için bir fırsat penceresi açılmış olmasıydı. Bu çerçevede, Türkiye’nin S-400’leri kısa vadede operasyonel duruma getirmemesi, orta ve uzun vadede elinden çıkarması beklentisi de canlandı. Buna paralel olarak kısa vadede müttefiklerin Türkiye’ye yeni Patriot bataryaları konuşlandırmaları da yazıldı, çizildi. 5 Mart tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Putin’le ve heyetlerin karşılıklı olarak Moskova’da yaptığı görüşmelerde ateşkes kararı almaları üzerine Vaşington bekle gör politikasına geçti. Bu esnada, S-400’ler, Barış Pınarı Harekâtı, Doğu Akdeniz’deki gerilim gibi ihtilaflar nedeniyle Türkiye’ye yaptırım uygulama konusu da gündemdeki yerini kaybetti.
Bu süreçte Türkiye’nin konvansiyonel bir savaşta ABD başta müttefiklerinin desteğine duyduğu ihtiyacı da teyit edilmiş oldu. Bunun en somut göstergesi, şüphesiz Türkiye’nin ABD’den topraklarına Patriot hava savunma sistemi konuşlandırılmasını talep etmesi oldu. Bu talep her ne kadar resmî olarak yapılmadıysa da, medyada yoğun olarak yer buldu ve Türk yetkililer tarafından yalanlanmadı. Çok sınırlı bir alanda da olsa İdlib’deki muharebe ayrıca F-35’lerin önemini de ortaya koydu. Bilindiği gibi İdlib’de Türkiye’nin en büyük dezavantajı Suriye’nin hava hâkimiyeti idi. Suriye hava savunma sistemleri nedeniyle Türk uçakları çatışmaya çok sınırlı bir biçimde dahil olabildiler. F35’ler Türkiye’ye teslim edilmiş olsa, radara yakalanmama özellikleri sayesinde Suriye hava savunma sistemlerini etkisiz hâle getirerek Türk hava kuvvetlerinin de çatışmaya dahil olmasının önünü açmış olabilirlerdi.
İdlib’deki muharebe nedeniyle Washington’daki havanın Türkiye lehine değişmesine geri dönecek olursak, bu gelişmenin Türkiye’nin Rusya’dan uzaklaşıp ABD ile ilişkilerini düzeltmesi beklentisinin sonucu olduğunu, beklentinin karşılanmayacağı anlaşılırsa ortaya çıkacak hayal kırıklığının bu süreci tersine çevirebileceğini de gözden kaçırmamamız gerekir.
Küresel Salgın-ABD-Türkiye
İkinci ve daha önemli olan gelişme ise şüphesiz 2019 sonunda Çin’in Wuhan Eyaleti’nde ortaya çıkan Covid-19 salgınının kısa sürede küresel bir mahiyet kazanması ve tek tek ülkeleri ama aynı zamanda uluslararası sistemi komaya sokması. Bu küresel salgının ne kadar şiddetleneceği, ne zaman kontrol altına alınıp ne zaman kabul edilebilir sınırlara çekilebileceği, ne kadar can alacağı, küresel ekonomide nasıl bir hasara yol açacağı bilinmiyor. Küresel salgının siyasi sonuçlarını öngörmek için de çok erken. İyimserler; toplumların ve hatta insanlığın tamamını tehdit eden böyle krizlerin gerek ülkelerin içinde gerekse ülkeler arasında kutuplaşma ve gerilimi azaltıp dayanışma duygusunu öne çıkardığını ve işbirliğinin arttığını öne sürüyorlar. Kötümserler ise tam tersine tehdidin büyüklüğü karşısında korku duygusunun öne çıktığını, korkunun sonucunda siyasal kabileciliğin güçlendiğini ve sonuç olarak içeride milliyetçiliğin, uluslararası ilişkilerde ise ulusal çıkar odaklı rekâbetin öne çıktığını öne sürüyorlar. Şu ana kadarki, ne yazık ki ikincisini doğrular nitelikte.
Bütün bu olan bitenin Türkiye-ABD ilişkileri ile iki açıdan ilgisi var: Öncelikle, hemen her ülkede olduğu gibi ABD’de gündemin birinci, ikinci ve üçüncü sırasını küresel salgın işgal ediyor. ABD medyasına, düşünce kuruluşlarının faaliyetlerine, siyasetçilerin demeçlerine bakarsanız sadece şunu görürsünüz: Küresel salgın ve Trump yönetiminin salgına karşı söylem ve politikaları. Böyle bir ortamda, “arkadaşlar bu arada gelin Türkiye’ye yaptırım uygulayalım” diyerek gündem oluşturması kolay değil. Bu da, ABD Başkanı Trump’ın Türkiye’ye karşı dosyaları çekmecede tutma yaklaşımını kolaylaştırıyor ki, Türkiye’ye zaman kazandıran bu gelişme elbette ikili ilişkiler açısından da çok olumlu.
Ancak salgının ABD’de ikinci bir etkisi oldu ki, o pek olumlu değil. Herhâlde tarihin en iyi yöneticisi veya yönetici kadrosu gelse, böyle Covid-10 salgını gibi bir belayı az hasarla ve herkesi memnun edecek bir yaklaşımla defedemez. Bu her ülkedeki mevcut yönetimlerin şanssızlığı. Ancak böyle bir problem en azından bir ciddiyet ve farkındalık gerektirirdi ki, Trump bunun tam tersi bir yaklaşımı kameraların önünde haftalarca sergiledi. Trump’ın bu rehaveti özgüven olarak algılanmış olacak ki, başlangıçta Amerikan seçmeninin çoğu tarafından onaylanıyordu. Ancak salgının sonuçları ortaya çıkmaya başlayınca eğilim tersine döndü ve Trump yönetiminin krizi yönetme biçimine yönelik onayı düşmeye başladı. Covid-19 salgınının ABD’deki seyrine, gerek can kaybı, gerekse istihdam kaybı üzerinden maliyetine bakınca, işlerin birkaç ay içinde yoluna gireceğini düşünmek mümkün değil. Bu ortamda Demokrat Parti’deki tüm dağınıklığa rağmen Trump’ın bu senenin Kasım ayında yapılması planlanan seçimleri kaybetmesi gözardı edilemeyecek bir olasılık olarak ortaya çıkıyor.
Bu, Washington’da tüm yumurtaları Trump’ın sepetine koymuş olan Türkiye için elbette kötü bir haber. Ankara Trump işbaşına geldiği günden beri ABD ile yaşadığı bütün sorunlar için Obama yönetimini suçluyordu ve Trump da bu yaklaşıma destek veriyor, bu söylemi kendisi de kullanıyordu. Demokrat Parti’nin Başkan adayı olması hemen hemen kesinleşen Joe Biden ise Obama yönetiminin iki numarasıydı. Biden seçilmesi durumunda kritik pozisyonlara büyük oranda Obama yönetiminde de görev yapmış yetkililer geçecek ve Türkiye bunlarla çalışmak zorunda olacak. Böyle bir ortamda olası bir Biden yönetiminin, örneğin CAATSA yaptırımlarını uygulamamak için Trump gibi siyasi sermaye harcamasını beklememeli.
Birkaç ay ötesini bile görmenin zor olduğu bir ortamda sekiz ay sonra yapılacak ve üstelik kimin kazanacağı belli olmayan bir seçimin sonucu ile ilgili kaygılanmak gereksiz görülebilir. Ancak tehdit kapımızda sekiz ay sonrasında değil. Zira ABD siyasi sisteminde görevdeki bir başkanın popülaritesinin azalması ve hele kaybetme olasılığının ortaya çıkması durumunda iktidar partisinin özellikle kendisi de seçime girecek olan Kongre Üyeleri yavaş yavaş Başkan’dan uzaklaşır, bunu da bazı konularda Başkan’dan farklı pozisyon alarak yaparlar. Bunu yaparkenki hedefleri Başkan’ın popülarite erozyonunun kendilerine sirayet etmemesidir. Amerikan Kongresi’nin kanatlarından birisi olan Temsilciler Meclisi’nde Demokrat Parti çoğunluğu var ve Türkiye’ye yönelik yaptırım paketlerinde genelde olumlu oy kullanıyorlar. Buna bir örnek; Türkie’nin Barış Pınarı Operasyonu sonrasında Temsilciler Meclisi’ne sunulan ve kabul edilen H.R. 4695 sayılı Türkiye’ye Yaptırım Uygulama ve Diğer Konulara İlişkin Yasa. Söz konusu yasa tasarısının Demokrat Parti’nin Temsilciler Meclisi’ndeki versiyonu kabul edilirken, Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu Senato’daki versiyonu, Senato çoğunluk lideri Mitch McConnell’ın çekmecesinde bekliyor. Zira McConnell Trump’a yakın bir senatör ve Başkan’ın yaklaşımına uygun hareket ediyor. Öte yandan Trump’ın yıpranması ve McConnell’ın bazı konularda Trump’dan farklı hareket etme yoluna gitmesi durumunda en düşük maliyetli dosyalardan birisi Türkiye dosyası olabilir.
Türkiye’nin Önündeki Seçenekler
Peki, geleceğe yönelik belirsizliklerle dolu böyle bir ortamda Türkiye ABD’ye yönelik nasıl bir politika izlemeli? Soruyu biraz daha spesifikleştirecek olursak, S-400’leri daha önce ilan edildiği gibi Nisan ayında aktive etmeli mi, etmemeli mi? Birinci seçenek, hemen her ülke gibi ABD’nin de küresel salgının sonuçları ile başetmekten başka bir şey düşünemediği bir ortamda S-400’leri aktive edip ABD’nin tepkisiz kalmasını beklemek. Başarılı olması durumunda, ki yabana atılır bir olasılık değil, Türkiye S-400’leri satın almanın ötesinde operasyonel hâle getirmiş ve F-35 programının dışına çıkartılmaktan başka, olumsuz bir sonuçla karşılaşmamış olur.
Tabiî yaptırım konusu sadece ötelenmiş olur ama ABD’de seçimlerdi, yeni yönetimin oluşmasıydı derken, bir yıla yakın zaman kazanılmış ve o zamana kadar da köprünün altından çok sular akmış olur. Bu yaklaşımdaki zayıf nokta ise ABD’de şu anda Türkiye’ye yönelik görülen olumlu yaklaşımın aslında büyük ölçüde İdlib’deki muharebeden sonra Türkiye’nin Rusya’dan uzaklaşıp ABD’ye yaklaşma beklentisi olması. Bu beklenti ortadan kalktığı an, hayal kırıklığının verdiği öfke ve Trump’ın zayıflaması sonucu Cumhuriyetçi senatörlerin bağımsız hareket etmesiyle birlikte, Senato’dan bir yaptırım kararı çıkması o kadar da uzak bir ihtimal değil. Küresel salgın sonucu ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik konjonktürde bir de ABD yaptırımını kaldırıp kaldıramayacağımız ise okurun takdiri.
İzlenebilecek bir diğer yol ise İdlib muharebesindeki dinamiklerden yola çıkarak ABD ile yaşadığımız S-400 sorununu dondurmak olabilir. Tekrar hatırlayacak olursak, İdlib’de Türkiye ve Rusya destekli Suriye rejim birlikleri çatışırken, Ankara’nın Suriye rejimini işaret ettiği, Rusya’nın ise üstlendiği hava saldırısında en az 33 askerimiz şehit olmuştu. Bu süreçte ABD Türkiye’ye güçlü siyasi destek vermiş, daha fazlasını da vaat etmişti. 5 Mart’ta imzalanan ateşkes ile çatışma durmuş ise de, bunun geçici bir durum olduğu konusunda hemen bütün uzmanlar hemfikir. Şu anda Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en yakın ve açık savaş riski Rusya destekli Suriye rejim birlikleri ile. Rusya ise böyle bir durumda gerekli olması durumunda, ki mutlaka gerekli olacaktır, çatışmaya doğrudan taraf olacağını gösterdi. TSK’nın envanterine alınmış olan S-400’lerin ise operasyonel hâle getirilmeleri durumunda Rus ve Suriye uaçklarına karşı etkili olup olmayacakları ise bir muamma. Türkiye bu veriler ışığında ABD ile kendisinin S-400’leri bir yıllığına aktive etmemesi karşısında, ABD’nin de Türkiye’ye bir yıllığına Patriot konuşlandırmasına dayanan ve karşılıklı mutabakatla süresi uzatılabilecek bir anlaşma yapabilir. Böyle bir anlaşma ile zaman kazanmakla kalmaz, bu olumlu dinamiği kullanarak ABD ile diğer dosyalarda da ilerleme sağlayabilir. Daha da önemlisi Trump’ın kaybetmesi veya zayıflaması olasılığını gözönünde bulundurarak, Washington’daki ilişkilerini çeşitlendirmek için zaman ve zemin kazanmış olur.
Tabiî kazanılan zaman, stratejik çerçevesi güncelliğini yitirmiş, karşılıklı şüphelerin zehirlediği ve konjonktürel gelişmelerin etkisine açık Türkiye-ABD ilişkisinin yeniden rayına oturmasını garanti etmez. Hatta bu zaman iyi değerlendirilmezse, büyük olasılıkla daha büyük bir krize kadar mola verilmiş olur. Öte yandan, ABD-Türkiye ilişkisi uzun vadede çok daha kapsamlı olarak ele alınması gereken bir dosya olsa da, içinde bulunduğumuz günlerde öncelik, riskleri en aza indirmek olmalı. Bu yazının kaleme alındığı sıralarda, Erdoğan ve Trump’ın bir telefon görüşmesi gerçekleştirmelerinden bir sonraki gün, uluslararası basında üst düzey bir Türk diplomata atıfla Türkiye’nin Covid-19 salgınının yarattığı güçlükler nedeniyle S-400’lerin operasyonel hale getirilmesini erteleyeceği haberi gündeme geldi. Haberin gerçeği yansıtıyor olması durumunda Ankara’nın S-400 sorununu dondurmak yönünde bir tercih yaptığını da söyleyebiliriz.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.