Korona’nın Türk Ekonomisine Sunduğu Fırsatlar

Krizi anlamlandırmaya ve etkilerini azaltmaya çalışıyoruz. Sayısal tahminler yerine, içinde bulunduğumuz ekonomi-politik süreçte krizin niteliğine, farklı politika seçeneklerine ve bunların uzun dönemli etkilerine odaklanmak daha doğru olabilir.

Korona'nın Türk Ekonomisine Sunduğu Fırsatlar

Korona (COVID-19) virüsü 2020 senesi başında Çin’de görüldüğünde bazı sanayicilerimiz “Türkiye için büyük fırsat. Çin’e kaptırdığımız üretimi geri alacağız” diye demeç vermişlerdi. Mart başında dünya piyasaları darmadağın olduğunda dünyanın başka yerlerinde ekonomik problem var, acaba biz nasıl en az etkileniriz diye düşünüyorduk. Maalesef bunların hepsi küreselleşmenin hem mal ve sermaye hareketleri hem de veri ve insan hareketleri anlamında ulaştığı noktayı ve tedarik zincirlerinin ne kadar kompleks hâle geldiğini idrak edemeyen yaklaşımlar olduğunu hızla görüyoruz.

Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilan ettiği 11 Mart’ta Türkiye’deki ilk korona vakası açıklandı. O günden beri vaka sayısı artıyor. Dünyanın kalanıyla beraber krizi anlamlandırmaya ve etkilerini azaltmaya çalışıyoruz. Konunun halk sağlığı boyutuyla ilgili modeller muhtelif. Modellere seçtiğiniz parametreler sonuçlarda geniş farklılıklara sebep oluyor. Aynı durum ekonomik modeller için de geçerli. Bu nedenle sayısal tahminler yerine, içinde bulunduğumuz ekonomi-politik süreçte krizin niteliğine, farklı politika seçeneklerine ve bunların uzun dönemli etkilerine odaklanmak daha doğru olabilir.

Ekonomik Krizin Niteliği

Ekonomi politikası çevrelerinde böyle bir kriz tecrübe etmiş kimse yok. Şu ana kadar hatırladığımız krizler ya da yerli kamu borç stoku ya da uluslararası ödeme sistemi kaynaklı ve genelde bankacılık sistemi üzerinden gelişen talep krizleriydi. Korona krizi ise esasen bir arz krizi. Restoranlar, berberler, havayolları, maçlar hastalık nedeniyle kapandı. Buralardaki maaşların ve diğer ödemelerin yapılmaması ise hem hane halkları hem de şirketler kaynaklı yeni bir talep şoku dalgası getirecek. Borçlu şirketler –ki sayıları ve borçları çok—borçlarını ödeyemeyince bankacılık sistemi zorlanacak. Bu gidişi gören bankalar kredileri durdurunca hem arz hem de talep daha da çökecek. Sonuç olarak, hem arz hem de talep açısından ayakta kalabilecek tek unsur kamu sektörü gibi görünüyor.

Son zamanlarda krizleri çıkış rotasına göre harflerle sınıflandırmak moda oldu. Benzer bir analiz yapacak olursak, imalat sanayii şirketleri için krizden çıkışın V şeklinde olacağını söyleyebiliriz. Çünkü bu sektörlerde talep büyük ölçüde ötelenecek ve kriz sonrasında geri dönecek. Global tedarik zincirleri ve ödemelerdeki sorunlar nedeniyle, kriz bazı şirketler için V yerine U şeklini de alabilir.

Hizmet sektöründe ise talep anlık ve büyük ölçüde ertelenemiyor. Yani berber kapandığında üç ay haftalık traşımızı olamadık, kriz geçti artık her gün berbere gidelim diyen olmayacak. Dahası, hizmet sektöründeki işletmelerin çoğu küçük ve işletme sermayeleri 1-2 ayın ötesinde yetecek durumda değil. Bu nedenle hizmet sektöründeki birçok şirket için kriz L şeklinde olabilir. Yani birçok restoran, spor salonu veya kuaförde arz ortadan kalkacak ve işletme bir daha toparlanamayacak. Bu işletmelerin kapanması hâlinde ise organizasyonel sermaye tamamen ziyan olacak.

Hizmet sektörü emek yoğun olduğu için, hizmetler sektörünü derinden vuran bir krizin işsizlik üzerindeki olumsuz etkisi, milli gelir üzerindeki olumsuz etkiden daha yüksek oluyor. Krizin etkilerine dair şu ana kadar yapılmış en kapsamlı modelleme çalışmasında Erol Taymaz; restoran, turizm ve perakende ticaretteki küçülmenin milli gelire etkisini %4,5, istihdama etkisini ise %7,5 olarak tahmin etmiş. Bu ölçekte bir işsizlik artışının olumsuz sosyal etkileri aşikâr. Türkiye tasarruf oranının düşük olduğu bir ülke. Geçen hafta TürkiyeRaporu.com yaptığı araştırmada, katılanlara “birikimlerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?” diye sormuş. Katılanların yarısı “nakit birikimim yok” diye cevap vermiş. İşletmeler için işaret ettiğimiz işletme sermayesi problemi bireyler için de var.

Tüm bu analizlerde kilit unsur ekonomik krizin ne kadar derin olacağı ve ne kadar süreceğidir. Süre dinamiği hastalığın dünya çapında kontrol altına alınabilmesine bağlı. Asya’da hastalık üç ay içinde kontrol altına alınmış görünüyor. Ancak dışarıdan memleketlerine dönenlerin ve benzeri etkilerle ikinci ve üçüncü dalgalar oluşma ihtimali epidemiyologlar tarafından dillendiriliyor. Batı ülkelerinde ne olacağını kestirmek henüz mümkün değil. Dahası henüz koronanın ciddi biçimde bulaşmadığı ve altyapısı daha da zayıf Güney Asya, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde kışa girerken yaşanacaklar çok daha olumsuz olabilir.

Küçükken grip olduğumda babam “dinlenirsen bir haftada, dinlenmezsen yedi günde geçer” derdi. Krizle ilgili iyimser senaryo hastalığın yazın kontrol altına alınması. Orta düzeyli senaryo yıl sonuna kadar uzaması. Olumsuz senaryo ise ancak 2021’de aşı geliştirildiği zaman kontrol altına alınması. İyimser senaryoda ağır ekonomik kayıplar olsa da, grip geçiren bir insan gibi yola kaldığımız yerden devam edebiliriz. İkinci ve üçüncü senaryo ise hem ekonomik hem de siyasi sistemlere global ölçekte değişiklikler getirebilir. Bu nedenle ikinci ve üçüncü senaryonun tahlili daha elzem hale geliyor.

Liberal Demokrasi ve Korona Krizi

Eğer bu kriz uzarsa ne yapacağız? Kötü kalpli bir iktisatçı korona krizine şöyle yaklaşırdı: Virüsün öldürücü etkisi büyük ölçüde 65 yaşın üzerindekilerde görülüyor. Bunlar zaten çoğu emekli ve milli gelire katkısı düşük kişiler. Ölümleri önlemek yerine virüsün serbestçe yayılmasına izin verirsek, hem kriz derinleşmez, hem emeklilik sistemi üzerindeki yükü azaltırız hem de günün sonunda payda azalacağı için kişi başına milli gelir artar!

Tabiî kamu politikaları böyle yapılmıyor. Birinci öncelik ölümlerin sayısını azaltmak. Salgın hastalıklar önce üssel hızla artıyor, bir noktadan sonra artış hızı düşüyor. Korona virüsüne karşı geliştirilmiş bir ilaç olmadığı için şu an halk sağlığı açısından ana hedef üssel artış hızını düşürüp, sağlık sisteminin hastaneye düşenlere bakabilmesini sağlamak. Daha basit bir dille, nefes darlığından hastaneye gidenlere bakacak doktor ve takacak solunum cihazı bulmak gerekiyor. Bu yaklaşıma “eğriyi düzleştirmek” (flatten the curve) deniyor.

Eğriyi düzleştirmenin iki yolu var:

– Birinci yol hareketleri sınırlandırarak sosyal etkileşimi azaltmak. Böylece virüsün yayılma hızı düşecek. Ancak hareketleri sınırlandırmak, ekonomik resesyonu derinleştirmek demek. Eğriyi düzleştirmek ile resesyonu derinleştirmek arasındaki dengenin nerede tutulacağı hususu bütün iktidarlar için verilmesi güç bir ekonomi-politik kararı temsil ediyor. Bu kararın hane halklarının geçimi üzerindeki etkisi tasarruf oranı Çin’in yarısı olan Türkiye’de daha derin olacaktır. Yine hastalığın uzaması halinde sosyal hayata dair sınırlamaları sürdürmek fukaralık sonucu çıkacak sağlık problemleri nedeniyle de imkânsız hâle gelebilir. Japonya’da Fukuşima kazası sonrası nükleer santrallerin kapanması elektrik fiyatlarının artması ve sonuçta kazada ölenden daha çok yaşlının evini ısıtamayıp soğuktan enfeksiyona yakalanıp ölmesine sebep olmuştu. Öte yandan, sosyal etkileşimi azaltacak önlemlerin zamanında alınmaması hâlinde daha sonra alınacak kararların daha da ağır olmasına ve dolayısıyla krizi daha derinleştirme riskine sahip olduğunu söyleyenler de var.

– İkinci yol ise fazla sayıda test yapmak, test sonucu pozitif çıkan veya hastalık belirtisi gösteren herkesi cep telefonu ve yüz tanıma sistemleriyle takip ederek enterne etmek, bu sayede virüs kapmayanların güvenli şekilde hareketliliğimi sağlamak. Ancak bu yola gitmek kamuda teknik kapasite gerektiriyor. Dahası liberal demokratik bir toplumda özel hayatın gizliliğini tamamen ortadan kaldıran bu politikaların, kriz bittikten sonra ne kadar normalleşeceği de soru işareti. Zira kamunun vatandaşından bir kez aldıkları hakları geri vermeyi pek sevmediğini de tarihi tecrübeler gösteriyor.

İktisatçılar “imkânsız üçlü”leri sever. Korona ile savaşta da imkansız üçlü var. Ya önce İngiltere’de Boris Johnson’ın, şimdi de ABD’de Trump’ın yaptığı gibi “sürü bağışıklığı” kazanalım deyip işi kendi hâline bırakacaksınız. Ya birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi “lock down” uygulaması ile hareketliliği kısıtlayacaksınız. Ya da Çin, Kore, Singapur, Tayvan gibi Asya ülkelerinde olduğu gibi (ve İsrail’in Filistinlilere karşı kullandığı teknolojileri şimdi kendi vatandaşlarına karşı kullanıldığı gibi) yoğun test-takip politikası ile toplumu düzenleyeceksiniz. Bu adımların her biri ekonomi-politik tercihler içeriyor ve her bir tercihin geleceğe ilişkin sonuçları olacak.

Ne Yapmak Lazım?

Türkiye neler yapabilir? Bu soruyu cevaplamak güç. Birçok bilinmez ve kısıt var. Genelde olduğu gibi birkaç gelişmiş ülke yapacağını yapsın, biz de onlara bakar yaparız diyecek vakit yok. Karar alıcıların işi zor. Üstelik kendilerinin ve yakınlarının sağlıkları da risk altında. O nedenle eleştirmek yerine yapıcı öneriler getirmek lazım.

1. Bilgi Kirliliğinin Önlenmesi

İlk yapılması gereken doğru bilgi ile karar vermek. Sosyal medyanın da etkisiyle bilgi kirliliği zirveye ulaşmış durumda. Basit bir örnek verelim. İngilizce’de iki farklı kavram var: Lock-down ve curfew. Bunların ikisi de Türkçeye “sokağa çıkma yasağı” olarak çevriliyor. Avrupa’daki uygulama aslında “lock-down.” Bu uygulamada, örnek olarak seçtiğimiz Fransa’da eğer işiniz uzaktan yapılamıyor ise işe gitmeniz, her gün bir kez markete gitmek, koşu yapmak ve köpeğinizi gezdirmek için evden çıkmanız serbest. Restoran ve kafeler dağıtım için açık. Konuyu yanlış anlayan, mesela Güney Afrika’da ise bunların hepsi yasak. İki farklı uygulamanın ekonomik krizi derinleştirici etkisinin farklılığı aşikâr.

Uzmanlığın değerinin sosyal medyaya kurban edildiği günümüzde uzmanlara değer vermek, ama bu uzmanları da ilgili tüm disiplinlerden seçmek gerekiyor. Maalesef hem Ankara’da hem de sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde kurulan “bilim kurulları”nda sadece salgın hastalık ve göğüs hastalığı doktorları yer aldı. Fransa’da aynı nitelikteki kurullara güvenlik, iktisat, sosyoloji ve psikoloji uzmanları da alınmıştı.

Bilgi kirliliği ve uzmanlığın değerinin düşmesini körükleyen bir faktör de toplumsal polarizasyon. Türkiyeraporu.com’un araştırmasına göre, “koronaya karşı alınan önlemleri yeterli buluyor musunuz” sorusunda hayır cevabı verenlerin oranı AK Parti’li seçmenler arasında %15, CHP ve İyi Parti’li seçmenler arasında %35. Önlemlerin niteliğinden bağımsız olarak, önlemi kimin aldığı algıda belirleyici oluyor. Polarizasyon belirli bir önlem seti üzerinde toplumsal uzlaşma sağlayıp beraber uygulamayı da güçleştiriyor.

2. Destek Noktası Kamu

Ekonomide ayakta kalan tek aktörün kamu olduğunu yukarıda ifade etmiştim. Dolayısıyla, krize karşı önlemlerin de kamunun para dağıtması şeklinde gelmesi lazım. Bu konuda en kapsamlı önerileri Güven Sak ve Fatih Özatay getirmişti: Kamunun hem çalışanlara doğrudan kaynak aktarması, hem de alım garantileri getirerek tedarik ve ödeme zincirlerini ayakta tutması gerekiyor.

Bu önlemler alınırken en pratik problem, hedeflemenin nasıl yapılacağı. Örnek olarak, geçen hafta kısa çalışma ödeneği ile 4 bin TL’ye kadar maaşların %85’ininin işsizlik fonundan ödeneceği açıklandı. Ama krizden en olumsuz etkilenecek hizmet sektöründeki birçok küçük işletme sadece asgari ücreti bankadan, kalanı elden ödüyor. Tarımda veya gündelikçi kadın gibi işlerde tüm ödemeler nakit (kayıtdışı). Bu destekler nasıl verilecek? Fazla bürokrasi yaratmadan desteklerin hedefine ulaşmasını sağlamak gerekiyor.

Bu amaçla mevcut dijital kanalları kullanmak da mümkün. Örnek olarak; gündelikçi kadınlara ulaşmak için bu işi yapan uygulamalar, destekleri kayıtlı bankacılık sisteminin dışına da yaymak için ödeme sistemleri, dijital kredi gibi finansal teknoloji (fintek) uygulamaları, tedarik zinciri finansmanı için e-faturaya dayalı uygulamalar kullanılabilir.

3. Desteklerin Yan Etkileri

Birçok gelişen pazar gibi Türkiye’nin bu noktadaki en büyük kısıtı ise yukarıda tartıştığımız desteklerin finansmanı. Ne yazık ki bütçede hareket alanımız dar. Krizde düşen vergilerle daha da daralacak.

Bu durumda iki alternatif var:

– Birincisi, Merkez Bankası’ndan borç almak, yani para basmak. Doğal sonuç enflasyon yoluyla herkesin vergilendirilmesi olacak. Enflasyon vergisi çalışan gençlerin birikimlerinin değerini düşürerek en büyük olumsuz etkiyi bu kesim üzerinde yapacak. Oysa zaten 2008 krizinden beri dünyada uygulanan düşük faiz politikaları nedeniyle ülkemiz de dahil her yerde varlık fiyatları (ev, hisse) artmış, varlıklara sahip olan ileri nesiller bugünün çalışanlarına karşı kazançlı çıkmıştı. Bugün 10 senedir maaşlı çalışan bir bireyin büyükşehirlerde ev alması hayal. Ana babası için bu makul bir imkândı. Bu adaletsizlik körüklenebilir.

– Diğer alternatif ise yurtdışından para almak. Bu siyasi olarak güç görünüyor. Zira ABD Merkez Bankası; G20 ve NATO üyesi (veya ABD ile siyasi müttefik) olan her ülkeye swap hattı açtığı halde, Türkiye’ye açmadı. Zaten Avrupa Birliği üyeleri birbirine dahi yardım etmiyor. Geçen haftaki G20 zirvesinden de, 2008 finansal krizindeki karara benzer anlamlı bir ekonomik işbirliği kararı çıkmadı.

4. Büyük Değişiklikler İçin Fırsat

Krizler aynı zamanda büyük değişiklikler için de fırsattır. Korona ile dünya çapında lobicilere gün doğdu. Mesela ABD’de, zaten yeni uçak modeli bozuk çıktığı için finansal durumu kötü olan Boeing’i devlet kurtaracak. Şimdi devlet Boeing’den hisse almak isterken (hisseler ileride değerlenince satılıp korona maliyetinin bir kısmı karşılanabilir), Boeing sadece borç ve kredi garantisi ile durumu idare etmek istiyor. Yani tüm maliyet devletin, kazanç benim olsun diyor. Kimin lobisi güçlü çıkacak göreceğiz.

Bizde de korona önlemleri kapsamında ekonomimizi modernleştirmek için atabileceğimiz birçok adım var. Konu fiziksel etkileşimin azaltılması olunca, dijitalleşme ile başlayabiliriz. Mesela korona krizi nedeniyle paraya ihtiyacınız olursa önce banka hesabı açmanız, bunun için de şahsen banka şubesine gitmeniz lazım. Virüse kaybettiklerimiz arasında banka personellerinin olması tesadüf değil. Medeni ülkelerde artık kredi bankalar dışında finansal teknoloji kuruluşlarınca verilebiliyor. Benzer şekilde, eğer evinizi ipotek yapıp kredi alacaksanız, bir gayrimenkul değerleme uzmanının şahsen eve gelip değerleme yapması lazım. Dünyada bu işleri dijital yapmayan az sayıda ülkeden biriyiz. Kriz ekonomimizi modernleştirmek için yıllardır beklenen regülatif adımlar atmak için iyi bir fırsat olabilir.

Gündeme gelmesi gereken bir diğer konu, şehirleşmemizin doğurduğu eşitsizlikler. Veloxity isimli startapın yayınladığı veri haritasına göre, İstanbul’da koronadan korunmak için en az sokağa çıkılan semtler gelir seviyesinin en yüksek olduğu semtler olmuş. Başka bir ifadeyle, yüksek gelirliler yaptıkları işlerin niteliği nedeniyle evde kalabilirken, fiziken çalışması gereken ve günlük gelire muhtaç olan düşük gelirlilerin kendini koruma lüksü yok. Korona toplumsal eşitsizliklerimizi azaltacak reformlar için de bir fırsat olmalı.

Korona krizi, liberal demokrasiye güvenin zayıfladığı, dezenformasyonun arttığı, yeni nesillerin ekonomik taleplerinin karşılamanın zorlaştığı bir global ekonomik ortamda hepimizi vurdu. Bugün atılacak krizden çıkış adımları yarın yaşayacağımız dünyanın temellerini de atacak.

Referanslar

Emmanuel Saez and Gabriel Zucman (2020). Keeping Business Alive: The Government as Buyer of Last Resort. Economics for Inclusive Prosperity Research Brief.

Ricardo Haussman (2020). Flattening the COVID-19 Curve in Developing Countries. Project Syndicate.

Richard Baldwin and Beatrice Weder di Mauro (2020). Mitigating the COVID Economic Crisis: Act Fast and Do Whatever It Takes. A VoxEU.com Book. CEPR Press.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.