Koronavirüs ve Küresel Dini Trendler
Koronavirüs ile birlikte kimsenin olmadığı boş kilise, cami ve sinagoglarda yapılan vaaz ve ibadetlerin görüntüleri unutulmaz çarpıcı kareler olarak hafızalara kazınacaktır. Dinlerin böylesi kapsamlı bir meydan okuma karşısında ne tür cevaplar üreteceği hayati bir öneme sahip olacaktır. Koronavirüs önlemleri karşısında dini otoriteler, din adamları ve müdavimler marjinal ve mutedil/rasyonel olmak üzere iki tür tepki geliştirdiler.
Tüm dünyayı sarsan koronavirüs tehdidi sağlık, bilim, teknoloji, dijitalleşme, medya, siyaset, ekonomi ve sosyoloji vb. her alanda olduğu gibi din alanında da canlı bir tartışmayı beraberinde getirdi. Koronavirüs ile birlikte uluslararası güç dengelerinin, uluslararası karşılıklı ekonomik bağımlılık ve ticaretin, devletlerin, ideolojilerin, iç siyasi yapı ve ekonomilerin nasıl şekilleneceği soruları kadar, dünya dinlerinin böylesi kapsamlı bir meydan okuma karşısında ne tür cevaplar ürettiği ve hangi trendleri takip edeceği sorusu da önem kazanmaktadır.
Toplu ritüeller, ibadet esnasında bazı kutsal alan ve objelere dokunma ve öpme gibi geleneklerin ibadet ve aidiyetin ayrılmaz parçası olduğu dinlerin milyonlarca mensubu bu dönemde önemli kısıtlamalarla karşı karşıya kaldı. Zira toplu ibadet mekânları salgının yayılma riskinin en fazla olduğu alanlardı. Hatta Güney Kore Kilisesi, Malezya’da 16.000 kişinin toplandığı bir cami ve New York’ta Ortodoks bir ayin alanı gibi bazı toplu ibadet mekânları koronanın yayılmasıyla ilişkilendirildi.
Türkiye’de de umreden dönenler ile ilgili olarak karantina tedbirlerinin geciktiği eleştirileri zaman zaman gündeme geldi. Bizim ülkemizde olduğu gibi dünyanın pek çok yerinde ibadethaneler ya kapatıldı ya da sınırlı toplanmalara izin verildi ve Cuma namazları iptal edildi. Mekke ve Medine’ye yurt dışından girişler yasaklandı, umreler iptal edildi. Mescid-i Aksa’ya girişlerin yasaklanmasıyla birlikte Müslümanların en kutsal üç mekânına girişler durdurulmuş oldu. Nisan ayında kutlanan Paskalya ve Hamursuz bayramı ve Ramazan ayı önemli kesintilere sahne oldu. Temmuz-Ağustos Hac mevsimi askıya alındı. Budistleri bir araya getiren geleneksel yeni yıl kutlamaları iptal edildi.
Bu süreçte başka hiçbir dönemde göremeyeceğimiz, zaman zaman maskeli ve sosyal mesafe kuralına göre neredeyse askeri disiplin içinde hizalanmış kitlelerin, zaman zaman da kimsenin olmadığı boş kilise, cami ve sinagoglarda yapılan vaaz ve ibadetlerin görüntüleri unutulmaz çarpıcı kareler olarak hafızalara kazınacaktır. Papa’nın Vatikan’da canlı olarak boş meydana hitaben yaptığı haftalık toplantı ve pazar ayinleri de bu sürecin önemli simgelerinden biri olarak tarihte yerini alacaktır.
Marjinal ve Mutedil Tepkiler
Söz konusu koronavirüs önlemleri karşısında dini otoriteler, din adamları ve müdavimlerin marjinal ve mutedil/rasyonel olmak üzere iki tür tepki geliştirdiğini söylemek mümkündür. Birincisinde, İtalya’da Kilise’nin aynı kaşıkla inananları kutsaması, Yunan Ortodoks Kilisesi’nin ritüellerinde başlangıçta değişikliğe gitmemesi, Hindistan’da Başbakan Modi’nin toplu faaliyetlerden kaçınılması uyarılarına rağmen binlerce Hindu’nun Holi festivaline -bir kısmı maskeli olarak- katılması, ya da İran’da kapatılan türbelerde Şii Müslümanların olay çıkarması ve İsrail’de ultra Ortodoks Yahudi mahallelerinde yasaklara uyulmaması örneklerinde olduğu gibi marjinal tepkiler ortaya çıktı. Ayrıca, Ortaçağ’da Katolik Kilisesi’nin veba salgını karşısında gösterdiği tepkiyi kısmen andırır biçimde ABD’de bir teleevangelistin canlı yayında korona kovma ayini yapması ya da İran’da bir din adamının sağlık alanındaki tedbirleri küçümseyerek dini yöntemlerle koronavirüs hastalarını tedavi ettiğini iddia etmesi- ve göz altına alınması- söz konusu marjinal tepkilerin bir başka yönünü oluşturdu.
Mutedil ya da rasyonel olarak ifade edebileceğimiz ikinci tür tepkide ise pek çok dini lider ibadet mekânlarında koronovirüs önlemlerinin alınmasına öncülük etmekle kalmadı, aynı zamanda mensuplarının mücadelede seferber edilmesi konusunda da çaba harcadı. Irak’lı Şii lider Sistani’nin sağlık çalışanlarının ülke için sınır muhafızları kadar büyük önem taşıdığını söylemesi, Papa Francis’in Katolik rahiplerden hastaları ziyaret etmeleri ve sağlık çalışanlarına destek olmalarını istemesi ve pek çok yerde dini kuruluşların tıbbi ekipman bağışı da dahil olmak üzere yürüttüğü yardım faaliyetleri ikinci yaklaşımın örneklerini oluşturmaktadır. Ayrıca, bu sürecin inananların iç dünyalarına dönmeleri ve tövbe etmeleri için fırsat olarak görülerek krizden dersler çıkarılması ve farklı din mensupları arasında uzlaşma ve barış için bir imkân olarak değerlendirilmesi konusunda dini otoritelerin yaptığı çağrılar da bu tepkiler içinde değerlendirilebilir.
Küresel Dini Trend ve Dönüşümler
Koronavirüs sonrası dünya dinleri ile ilgili dönüşümleri ve dinlerin yeni dönemde üreteceği cevapları öngörebilmek için korona öncesinde tartışılan genel trendleri yeniden hatırlamakta ve üzerinde düşünmekte fayda var. Zira dünya tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş derecede kapsamlı bu kriz karşısında dinlerin kısa vadede aynı ya da benzer tepkiler geliştirilebileceği öngörülebilir ancak bu kadar geniş bir mekâna ve çeşitliliğe sahip dünya dinlerinin uzun vadede gösterecekleri dönüşümler bu bölümde ifade edeceğimiz dönüşümlerden bağımsız ele alınmamalıdır.
Pew Araştırma Merkezi’nin 2010 yılı verilerine göre dünya nüfusunun yüzde 33’ünü içine alan Hıristiyan nüfusa karşılık, yüzde 23 oranında Müslüman, yüzde 15 oranında Hindu, yüzde 7 Budist , yüzde 0.2 Yahudi ve geri kalanı diğer dinlere mensup (% 1) ya da herhangi bir dine mensup olmayan insanlardan (% 16) oluşan bir dünyada yaşıyoruz. Son grup olarak ifade ettiğimiz herhangi bir dine mensup olmayanların Hıristiyan ve Müslümanlardan sonra üçüncü büyük grubu oluşturduğuna dikkat çekmekte fayda var.
Coğrafi dağılım açısından baktığımızda Hindular ve Budistler başta olmak üzere pek çok dini geleneğin ağırlıklı olarak Asya-Pasifik’te yoğunlaştığını ve kendini hiçbir dinle tanımlamayan insanların dörtte üçünün de (700 milyonu Çin’de olmak üzere) yine aynı bölgede yaşadığını söylememiz gerekiyor. Yine Müslümanların yüzde 62’si Asya-Pasifik’te, yüzde 20’si Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da, yüzde 16-17’si ise Sahraaltı Afrika’da yaşıyor. Hıristiyanların yüzde 26’sı Avrupa, yüzde 20’si Kuzey Amerika, yüzde 24’ü Latin Amerika ve Karayipler ile yüzde 24’ü Sahraaltı Afrika’ya yayılmış durumda. Yahudilerin ise yüzde 44’ü Kuzey Amerika’da, yüzde 41’i ise İsrail’de yaşıyor. Bu rakamlar ve coğrafi dağılım içinden geçmekte olduğumuz koronavirüs salgını ve belki bundan sonra yaşayacağımız başka salgınlar sonrasında dinlerin ne tür değişimlerle karşı karşıya kalabileceğini görmek açısından aklımızın bir köşesinde tutmamız gereken veriler olarak duruyor.
Rakamlardan biraz uzaklaşıp Soğuk Savaş’ın ikinci döneminden itibaren tüm dinsel geleneklerde görülen genel canlanma trendine bakacak olursak, -ki bu dönem aynı zamanda Batılı sosyologların klasik modernist sekülerleşme teorilerine ciddi eleştiriler getirdiği bir dönemdir- en dikkat çekici olanları Peter Berger’ın (1983) da o dönemde belirttiği gibi Evanjelik Hıristiyanlık ve İslam’dır. Berger’ın iki gerçek küresel hareket olarak tarif ettiği Evanjelizm ve İslam her ne kadar çok farklı dinamiklere sahip olsa da, iki yükselen dini hareket olarak sosyal bilimcilerin yakın ilgi alanında oldu. Batı dışı pek çok ülkede seküler milliyetçi yönetimlere karşı ortaya çıkan dini milliyetçi hareketler (M. Juergensmeyer, 1993) ve “Amerika’da sekülerleşmeye, II. Vatikan Konsili’nin etkisindeki Roma Katolikliğine ve mevcut Protestanlığa başkaldırı anlamını taşıyan” (Berger, 1983) Evanjelik Hıristiyanlık modernite karşıtı dini hareketlerin en yaygın ve dikkat çekici olanlarıydı. Evanjelizm Amerikan iç ve dış politikasında giderek artan etkisiyle yükselen bir dini trend olarak karşımızda durmaya devam etmektedir. Ayrıca hızlı ve kapsamlı bir yayılma trendi göstermesi açısından da önümüzdeki yıllarda çokça tartışılmaya devam edecektir.
Yirminci yüzyılın en kapsamlı dönüşümlerinden birini hiç şüphesiz Katoliklik yaşadı. 1962-1965 yılları arasında yapılan II. Vatikan Konsili ile birlikte yirminci yüzyılda kapsamlı bir reform hareketine girişen Roma Katolik Kilisesi, Batı içinde merkezî konumunu yeniden elde etmek, modernite ile Kilise arasındaki gerilimi yumuşatmak ve kitlelerin hayatında Kilise’nin etkisini artırmak amacıyla gerçekleştirilmişti (A. Davutoğlu, 2000). Kilise tarihinde toplanan önceki konsillerin bazı dogmaları ortaya çıkarmak ve yanlış doktrinleri ortadan kaldırmak maksadıyla toplanmasının aksine II. Vatikan Konsili bazı teolojik tartışmaları yapmanın ötesinde İncil’in modern dünyaya nasıl taşınacağı sorusu ile de ilgilenmişti (J. F. Mayer, 2000). Katolik dogmada ortaya çıkan yumuşama Doğu Avrupa’da özellikle Polonya’da ortaya çıkan halk hareketleri üzerinde etkili olmuş ve Polonyalı Slav kökenli Papa II. Ioanneaes Paulus’un Katolik ve Ortodoks iki Hıristiyan geleneğini bir araya getirmeye yönelik faaliyetlerinin önünü açmıştır. Konsil aynı zamanda Katolikliğin Hıristiyanlık dışındaki dinlerle diyalog kurmasının zeminini hazırlamıştır.
Katolikliğin bu dönemdeki demokrasi hareketleri üzerindeki etkisi dolayısıyla Huntington (1991) ve Casanova’nın (1996) üçüncü dalga demokrasi hareketlerini “Katolik dalga” olarak nitelendirmesi, yine Casanova’nın “Catholic aggiornamento-reformu” kavramsallaştırması Katolikliğin yirminci yüzyılda yaşadığı dönüşümün bir özeti niteliğindeydi. Casanova, Katolik dalga konusunda hemfikir olmakla birlikte Huntington’ın medeniyetler çatışması tezine karşı çıkıyor ve dinlerin değişmeyen özlere sahip olduğu yaklaşımını reddediyordu. Ona göre yirminci yüzyılda Katolikliğin otoriter rejimler karşısında yükselen demokrasi hareketlerinde oynadığı rolün benzerini İslam’ın oynamaması için hiçbir neden yoktu. Nitekim Arap baharını da içine alacak şekilde demokratik İslami muhalefet ve iktidar tecrübeleri dünyada din ve siyaset ilişkisi alanında en çok tartışılan konulardan biri olmaya devam etmektedir. Sivil toplum ve din ilişkisinin İslam ve Katoliklik özelinde sık sık dile getirilmesi ve iki dinin de yardım faaliyetlerine verdiği büyük önem koronavirüs döneminde bu dinlere ayrı bir dinamizm kazandırabilir.
Hıristiyanlığın Katoliklik ve Protestanlıktan sonra üçüncü büyük mezhebi durumundaki Ortodoksluk açısından da komünist rejimlerin çözülmesi sonrası önemli bir canlanma yaşandı. Özellikle Rus Ortodoks Kilisesi Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında her ne kadar müdavimlik açısından çok düşük oranlara sahip olsa da, giderek Ortodoks halk nezdinde en güvenilir kurum olarak tanımlanır hâle geldi. 1990’lı yıllardan itibaren Rus devleti ile Kilise arasında Çarlık dönemini hatırlatır biçimde bugün de devam eden bir yakınlaşma yaşandı. Kilisenin itibarının bu denli yükselmesi Kilise hiyerarşisini kamusal taleplerini daha çok dile getirmeye yöneltti. Bugün ruhani açıdan 200 milyon Ortodoks nüfusa hükmeden Rus Ortodoks Kilisesi, dünyada Ortodoks cemaate sahip en büyük kilise olduğunu söylemekte ve bunun özgüveni ile hareket etmektedir. Bununla birlikte, Ukrayna’daki son gelişmeler üzerinden Moskova’nın İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi ile yaşadığı sürtüşme Rusya’nın 2000’li yıllardan itibaren artan müdahaleci tavrının da etkisiyle özellikle Ortodoksluk içindeki ayrışmaların süreceğini göstermektedir. Ayrıca 1990’lı yıllardan itibaren Rus Ortodoks Kilisesi’nin Katolik kilisesine ve kendi topraklarında artan Protestan misyoner faaliyetlerine karşı gösterdiği hassas tavrı da not etmek gerekir. Avrasya coğrafyasında Rusya, Orta Asya ve Kafkasya’da yoğunlaşmış olan Müslüman nüfusun demografik artış hızının yanında yaşadığı İslami canlanma bir başka bölgesel trend olarak üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir.
Küresel Dini Projeksiyonlar
Hinduizm ve Budizm başta olmak üzere diğer dini geleneklerde yükselen trendleri de bu şekilde tek tek ele alabiliriz. Ancak biz yeniden sayılara ve bunlarla bağlantılı olarak koronavirüsün önümüzdeki dönemdeki muhtemel etkilerine dönecek olursak daha yakın dönemlerde yapılan gelecek projeksiyonlarına bakmakta fayda var. 2010 yılında Pew Araştırma’nın açıkladığı en çarpıcı sonuçlardan biri, devam eden kırk yıl boyunca Hıristiyanlığın en büyük nüfusa sahip din olmaya devam edeceği ancak 2050 yılına gelindiğinde mevcut demografik trendler devam ederse Müslüman ve Hıristiyan nüfusun eşitleneceği yönünde. En hızlı büyüyen din olarak İslam’ın en büyük genişlemeyi Sahraaltı Afrika’da yaşayacağı, 2010’da yüzde 23.2 olan dünya nüfusuna oranının 2050’de yüzde 29.7’e yükseleceği öngörüsü oldukça önemli.. Buna karşılık Hıristiyan çoğunluğa sahip ülke sayısının 159’dan 151’e düşeceğini ve Avusturalya, Benin, Bosna-Hersek, Fransa, Hollanda, Yeni Zelanda, Makedonya ve İngiltere’de ise Hıristiyan nüfusun yüzde 50’nin altına ineceği projeksiyonu yapılıyor. Bunun nedeni Batı’da yükselen ateizm, agnostisizm ve artan Müslüman göçü. Budistlerin sayısı çok fazla bir değişim göstermezken, Hindu ve Yahudilerin nüfusunda artış beklentisi var. Yine 2017’de yapılan araştırmanın sonucunda ise dünyadaki en genç nüfusa ve yüksek doğurganlık oranlarına sahip dini olarak İslam’ın yirminci yüzyılın ikinci yarısında en büyük nüfusa sahip din olabileceği beklentisi hâkim.
2019 yılı sonuçları ise ABD açısından dikkat çekici. Araştırmada, ABD’de kendini Hıristiyan olarak tanımlayanların sayısının son on yılda yüzde 12 azaldığı, buna karşılık ateist, agnostik ya da kendini herhangi bir dinle tanımlamayanların oranının ise son on yılda yüzde 9 artarak yüzde 26’ya çıktığı belirtiliyor. Düşüş trendi hem Protestanları hem de Katolikleri etkiliyor. Bunun yanı sıra Müslüman nüfusun artış trendi sonucunda Yahudiliğin ülkede ikinci Hıristiyan olmayan din olma vasfını kaybetmesi ve yerini İslam’ın alması bekleniyor.
Kriz dönemlerinde genellikle insanların devlet ya da din gibi kurumlara yöneldikleri biliniyor. Örneğin; 1945 krizi ABD’de dindarlığı artırmış, 1950’lerde Amerikan Protestanlığı altın çağını yaşamıştı. Ateist Sovyet rejiminin çöküş döneminde yaşanan kriz sonrasında bölgede Ortodoksluk, Katoliklik ve İslam başta olmak üzere Avrasya’daki tüm dini geleneklere yeni bir dinamizm getirmişti.
Ancak bugünlerde Koronavirüs sonrası insanların dini kurumlardan ziyade bilim ve devlete güvenip yönelecekleri yorumları daha çok yapılıyor. Bunda hiç kuşkusuz insanların gözü kulağının bilimsel gelişme ve verilerle birlikte devletin alacağı tedbirlerde olmasının önemli bir katkısı var. İnsanların özgürlük yerine güvenliklerini (biyo-güvenliklerini) önceledikleri böylesi bir dönemde devletin artan etkisini, kısıtlamaları ve popülist söylemleri olumlamaları normal görünüyor ancak virüs kontrol altına alınıp normal hayata dönüldükten sonra özgürlük alanlarının en kısa zamanda genişletilmesinden yana tavır alacaklarından şüphe duyulmamalı. Özgürlük taleplerinin en çok seslendirileceği alanlardan biri de din alanıdır. Korona öncesi devam eden bir trend olarak pek çok ülkede dini özgürlüklerin kısıtlanması korona ile birlikte yeni bir aşamaya geçmiş, devletin dini alana müdahalesi için yeni ve meşru bir zemin kazanmıştır. Bu durumun güçlenerek devam ettiği ülkelerde din ve devlet arasındaki ilişkiler çatışmacı bir yöne sürüklenebilir bu da dinin muhalif hareketler içindeki konumunu güçlendirebilir.
Koronavirüs sonrası dini alanla ilgili olarak öngörülen muhtemel bir başka trend, özellikle Batı Hıristiyanlığına bir tehdit oluşturacağı yönündedir. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, Avrupa ve ABD’de son on yıllar içinde ateizm ve agnostisizm yükselişe geçerken, Katoliklik ve Protestanlığa olan aidiyetin ve kiliseye devam oranlarıyla birlikte kiliselere olan güvenin azalması Koronavirüs sonrası endişeleri daha da artırmaktadır. Kiliseye devam oranlarının, kilise üyeliklerinin ve yapılan bağışların azalmasının kilise okullarını, hastaneleri ve diğer sosyal yapıları yaşam mücadelesiyle karşı karşıya bırakacağı korkusu yaşanmaktadır. Korona sürecinde Avrupa ve Amerika’da yaşlı kilise görevlilerinin hayatlarını kaybetmesi, müdavimlerinin pek çoğu göçmenlerden oluşan bazı kiliselere korona sonrasında göçmen akışının azalması ve kilise müdavimliği alışkanlığının kesintiye uğramasının sonrasında bir kopuşa yol açması ihtimali bu korkuları artırmaktadır.
Dolayısıyla, Batı dünyası özelinde din konusunda canlanma tezinden ziyade geri çekilme tezlerinin daha geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Hiç şüphesiz postmodern çağdaki mevcut trendin devamı olarak seküler ruhani akımlara, kült gruplara ve mesiyanik hareketlere olan ilginin artacağını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadece Batı’da değil, tüm dünyada sanal dünya ve dijitalleşmenin en çok etkilediği grup olan gençler arasında kültürel değerlere olan ilginin azalacağı, bunun karşılığında radikal terörist gruplara ve yeni dini akımlara katılımların artış göstereceği de öngörülebilir. Bu süreçte İngiltere’de Müslümanların, ABD’de ise Yahudilerin koronavirüsün yayılmasından sorumlu tutulduğuna yönelik haberlerden de anlaşılacağı üzere salgının İslamofobya ve anti-semitizm başta olmak üzere ırkçı akımların yükselişe geçmesine neden olacağını söyleyebiliriz.
Dini yapılar her ne kadar koronavirüs döneminde benzer kısıtlamalar ve problemlerle karşı karşıya kalmış ve benzer tepkiler göstermiş olsalar da, uzun vadede her bir dini yapının yukarıda ifade etmeye çalıştığımız kendi dinamikleri doğrultusunda özgün tepkiler geliştireceğini ve dönüşümler geçirebileceğini öngörmek gerekmektedir. Sivil İslam’ın, misyoner Evangelizmin, Protestan misyoner kiliselerin, kurumsal ve sivil Katolikliğin, milliyetçi Hinduizm ve Yahudiliğin hız kesmesini beklemek çok gerçekçi görünmüyor. Batı’da ortaya çıkan eğilimlerin aynı biçimde dünyanın geri kalanında tekrarlanacağını söylemek mümkün değil. Aksi halde, Batı’da bile çokça eleştirilen modernist sekülerleşme tezlerinin tuzağına düşmüş oluruz. Bireysel dindarlığa yöneliş, milliyetçi ve ırkçı akımlarla etkileşimin artması ve içe kapanma pek çok dini gelenekte artan genel eğilimler olarak ortaya çıkabilir ancak her biri dini geleneğin bireysel ve kurumsal olarak kendi içinde bile farklılaşan cevaplar üreteceğini görmeye çalışmak bizleri daha zengin bir düşünce iklimine taşıyacaktır.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.