Kötülüğün Aleniliği: Uygarlığın Abus Çehresi
Entelektüel ihanetin, Batı’nın insan hakları savunusunun tamamıyla anlamsız bir hâle evrilmesinin, her dakika canlı yayınlarla ortaya konan çocuk ölümleriyle ve sivillerle dolu hastanelerin, okulların ve mabetlerin dahi en ufak tereddüde mahal vermeden, ‘ama’sız bir şekilde bombalanmasıyla ortaya konan kötülüğün aleniliğinin artık hepimiz izleyicileriyiz.
Hannah Arendt, 1961 ve 1962 yıllarında Kudüs’te bir muhabir olarak katıldığı Adolf Eichmann’ın duruşmasında karşı karşıya kaldığı trajik manzarayı 1963 yılında Kötülüğün Sıradanlığı başlığıyla bir kitaba dönüştürmeyi tercih etmişti. Yazar kitapta kötülüğün anormal, gaddar ve aklı başında olmayan insanlar tarafından değil, bilakis normal ve sıradan insanlar tarafından ortaya konduğunu vurguluyordu. Eichmann davası ona kötülüğün, şeytani bir zekânın eseri olmaktan daha çok sıradan insanda tezahür edebilen bir davranış biçimi olarak insani zaafın bir neticesi olduğunu göstermişti. Kötülük metafizik bir kaynaktan gücünü almadan da insan tarafından sergilenebilen bir davranış biçimiydi.¹
Kötülüğün bayağılığına aşina oluşumuzun üzerinden epey vakit geçti. Esasında kötülüğün alelade bir kuvve olarak nefsî planda olabildiğince insani bir zeminde ele alınması meselesi, hayattaki iyi ve kötü kuvvetlerin döngüsü içerisinde nispeten kolayca anlamlandırılabilir bir yerde konumlandırılabilir. Bu durum iyinin de sıradan kötülüğün karşısında esaslı bir erdem olarak inşa edilebilmesine olanak tanır. Velakin kötülüğün aleladeliğinin insani oluşuna karşın kötülüğün aleniliği asla insani görülmemelidir. İnsanın ortaya koyduğu kötülük formlarında bile yine insani izler taşıyan hususiyetler olmasına karşın aleni bir şekilde kötülük işlemek ancak insanlığın sınırları dışına çıkabilecek derecede kötücül bir varlığın eyleyişine delalet eder.
İsmine ister medeniyet ister uygarlık diyelim, kastettiğimiz şey eğer öteki ile medeni ilişkilerin tesis edilebildiği bir ortamın mevcudiyeti ise böylesi bir zeminde kötülüğün alenileşmemesini beklemek çok tabii bir beklenti olmalı değil midir? Fakat uygarlık dendiğinde kastedilen ve algılanan şey Batı’da vücut bulan ve barbarlıkla uygarlık arasında dikotomik bir ilişki kurarak kendini uygarlığın banisi ve yegâne temsilcisi addeden Yahudi-Hıristiyan yapılanması ise vahşi barbarlığın da mezkûr uygarlık deyimi içerisinde yer aldığını baştan kabul etmek gerekir: “Uygarlıkla vahşi barbarlığın birbirinin antitezi olduğunu düşünmek yanlıştır. Günümüzde, dünyamızın diğer çoğu yönü gibi, barbarlık da eskisine göre çok daha etkili uygulanır bir hale geldi. Barbarlık ortadan kalkmak zorunda değil ve kalkmayacak. Yaratma ve yok etme, uygarlık dediğimiz şeyin birbirinden ayrılmaz yönleridir.”²
Niall Ferguson önce belgeselini çektiği, bilahare de kitaplaştırdığı Uygarlık (Civilization) anlatısında hegemonik Batı’nın bir güç unsuru olarak yükselişini anlatırken altı temel saikten sırasıyla rekabet, bilim, mülkiyet, tıp, tüketim ve çalışma/iş etiği olarak bahseder,³ lakin en esaslı saik olan barbarlığı pas geçer. Batı’yı inşa eden en asli unsur temelde yok etme ve sömürme sarmalı doğrultusunda barbarlık olmuştur. Walter Mignolo’nun Yerel Tarihler, Küresel Tasarımlar kitabında ifade ettiği üzere Batı modernliğinin temelinde yer alan şey bizatihi sömürgeciliktir. Ötekine karşı hasmane bir tavrın üstünde yükselen bir abide olarak Batı’yı ele alan Mehmed Âkif de Çanakkale saldırısıyla kendini iyice aşikâr eden bu sevimsiz yapıyı salt teknik yanı kayda değer bir canavar olarak tahayyül etmişti: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.”
Elbette ki tekniğin insanın nesneyle ilişkisini illüzyonvari bir temelde radikal bir şekilde dönüştürdüğü bir çağda Âkif’in medeniyetin bu tek dişine olan hayranlığı hiç de taaccüp edilesi değildi. Velakin özellikle Holocaust ile iyice anlaşıldığı üzere Batı’nın teknik yanının da kötücül emellerle tahkim edildiğinde ne kadar tehlikeli olabildiğine yönelik farkındalık aslında mekanik bir teşekküle tekabül eden Batı uygarlığının nelere gebe olabileceğinin işaretlerini de ortaya koyuyordu. Zygmunt Bauman’ın Modernite ve Holocaust çalışmasında “Modernite var oldukça Holocaustlar da var olacak.” mealindeki iması, aslında günümüzde vuku bulmakta olan Gazze trajedisindeki aleni kötülüğün temellerini de ortaya koyar.
Zamanında Yahudilere karşı yapılan sistematikçe, zorbaca ve canice eylemleri toplumsal bilinçaltından çıkartıp davranış formuna tahvil eden İsrail’in, kötülüğe aleniliği de eklemiş olması insanlık tarihinde hiç aşina olmadığımız yeni bir durumu ortaya koyar. Sıradan olanın alenileştiği bu düzlemde işlenebilecek en büyük cürümlerin dahi alenice ve pervasızca ortaya konması karakter yoksunluğunun geldiği had noktayı da ifade eder gibidir. Entelektüel lakabıyla anılan birçok filozofun ve düşünürün İsrail-Gazze meselesinde büründükleri hâletiruhiye, karaktersizliğin örnekleri olarak görülmelidir. Karakter kelimesi eski Yunancada “ruh üzerindeki iz/tesir” anlamına gelen xaraktēr kelimesinden türetilmiş olup sonraları insan ruhunun ahlaki biçimlenmesi anlamına evrilmiştir. Nitekim kelimeyi bu şekilde ilk kullananlardan biri olan Stendahl, Aşk Üzerine’de Eponine’in kocasını yeraltındaki bir mağarada zorluklar karşısında kahramansal bir özveriyle yaşatma gücünü, güçlü bir karaktere sahi oluşuyla açıklar.⁴ Karakter bu anlamda karşı karşıya kalınan olumsuzluklar karşısında muhkem bir zeminde durabilen ve olayların değişip dönüşebilirliği karşısında basiret ve ferasetini muhafaza edebilen bir kişide tecessüm edebilir. Karaktersizliğin geldiği hâlihazırdaki manzarada Cemil Meriç’in, düşünürün bir hasleti olarak zikrettiği, bir devrin şuuru olma vazifesi aslında entelektüelin serencamını da ortaya koymaktadır. Meriç şöyle der: “Başlıca vazifesi: Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.”
Entelektüel ihanetin, Batı’nın insan hakları savunusunun tamamıyla anlamsız bir hâle evrilmesinin, her dakika canlı yayınlarla ortaya konan çocuk ölümleriyle ve sivillerle dolu hastanelerin, okulların ve mabetlerin dahi en ufak tereddüde mahal vermeden, ‘ama’sız bir şekilde bombalanmasıyla ortaya konan kötülüğün aleniliğinin artık hepimiz izleyicileriyiz. Bu manzaradaki en taaccüp edilesi mesele ise Bauman’ın Modernite ve Holocaust kitabının Holocaust Sonrası Sosyoloji bölümüne derç ettiği, Rubenstein ve Roth’dan alıntıladığı epigrafta karşımıza çıkar: “Şimdi uygarlığın maddi ve manevi ürünleri arasında ölüm kampları ve Müselmanlar da var.”⁵ Müslümanların bağdaş kurup tevekkülle oturmalarından kinaye olarak Yahudilerin Nazi ölüm kamplarında ümitten yoksun ve bitkin bir hâletiruhiyeye gark olmuşluklarını ifade eden bir terim olarak kendi hâllerini betimlemek için kullandıkları Müselman tabiri bugün artık kötülüğün aleniliğinin mağdurlarını, yani Gazze’deki Müslümanları betimliyor. Ve ne yazık ki, müselmanların karşı karşıya olduğu bu yıkım dolu aleni kötülük karşısında Müslümanlar olarak kınamanın ötesinde bir tavrı sergileyemiyor ve “uygarlık”tan beklediğimiz hamle karşısında onun abus çehresini temaşa edip eylemsizlik gayyasında buğzetmekle kifayet ederek kifayetsizliğimizi sergiliyoruz.
__
¹Hannah Arendt. Kötülüğün Sıradanlığı. Metis. 2022.
²Richard L. Rubenstein. The Cunning of History. Harper, 1978, sh. 195.
³Niall Ferguson. Uygarlık. Yapı Kredi Yayınları. 2022.
⁴Stendahl. Aşk Üzerine. Lotus. 2004.
⁵Zygmunt Bauman. Modernite ve Holocaust. Versus. 2007, sh. 17.