Küçük Ama Hassas Şeyler: Küresel Barış mı, Yeni Bir Dünya Savaşı mı?
Kendi alemimize çekilmemize ve olabildiğince basit bir yaşam sürmemize izin vermeyen, giderek bütünleştiğinden astronomik şekilde çetrefilleşen bir dünyada yaşamaya mahkûmuz. Böylesine çileden çıkaran bir atmosferde Umberto Eco’nun müthiş vecizesi geliyor aklıma: “Ne yani böylesi korkunç bir dünyanın bir de cehennemi mi var?”
Hep Küçük Şeyler Bizi Savaştıran
Küçük Şeyler Bizi Barıştıran
Size de oluyor mu bilmem ama bazen içimi öyle sebepsiz ve aniden beliren ürpertici bir huzur kaplıyor ki istemsizce böyle bir anda ruhumu teslim etsem ne hoş olur diye içimden geçirmeden edemiyorum. İstemsizce, çünkü ölmeyi istemeyecek kadar yaşama tutkuluyum. Hatta olmak zorundayım zira Dertli’nin dediği gibi “Viran olası hanede evlad-ü-iyal var.” Kaldı ki ara sıra Steve Jobs’ın 2005’teki Stanford Üniversitesi Mezuniyet Töreni Konuşmasında dediklerini tebessümle hatırlarım: “Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler.”
Nasıl ki hep yaşam ve güzelliklerinden bahsedince yaşam güzelleşmediği gibi ölümü anmayla hatta dilemekle de ölünmüyor. O yüzden “Allah gecinden versin” veya “Ağzından yel alsın” güzel temenniler olarak dilek ve temenni dağarcığımızda yerini koruyor. Kısacası bal demekle ağız tatlanmadığı gibi kırmızı biber demekle de acımıyor.
Son 150 yılda ortalama insan ömrünün iki katına çıkmasından hareketle ve daha fazla refaha erdikçe dünyamız, basit hesapla parçası olduğum X kuşağı adına, “Zihni ve bedeni melekelerimiz işlevselken, XXII. yüzyıla erişebilir miyiz” diye hesap yapmaktan kendimi alamıyorum. Kaldı ki; Sadi Şirazi’nin hepimizin hislerine mütercim olduğu mısralarıyla “Bize bir ömür daha lazım öldükten sonra çünkü bu ömrü sadece umutlanmakla geçirdik” ve/ya Nazım Hikmet Ran’ın hayal ettiği gibi “Güzel günler göreceğiz çocuklar/Motorları maviliklere süreceğiz.”
Şişeden Çıkan Cin: Rusya’nın Ukrayna İşgali
İşte böyle azıcık ümitlendiğimdeyse Einstein’ın aklıma gelen şu sözü hevesimi kursağımda bırakıyor: “İki şey sonsuzdur; insanoğlunun aptallığı ve evren. Fakat ikincisinden emin değilim.” Hele de her geçen gün III. Dünya Savaşı’nın tamtamları daha fazla çaldıkça belirginlik kazanan bu meyus ihtimal benim şom ağzımı kapatmakla geçiştirilecek kadar basit olmadığı ortadayken. Rusya Devlet Başkanı Putin sanki Ukrayna’yı işgal ederek cini lambadan çıkartmamış gibi, Batı ile olası bir savaş ihtimalinde ülkesinin sahip olduğu nükleer silahları kullanacağına dair aba altından sopa göstermeyi her vesile ihmal etmiyor. Zira pandemide neredeyse aralıklarla iki yıl ev hapsi yaşayan bizlerin olası bir nükleer savaş sonrası ne zaman biteceği belli olmayan bir kışta yeni bir ev hapsine tahammülümüz yok. Bundan dolayı, zihnime böylesine negatif düşünceler ve onları dizginlemek için kötü mizah apansız hücum edince küçük ama hassas şeylerin hayatımızı ve sonlanmasını nasıl da belirlediğini daha fazla fark ediyorum.
Bülent Ortaçgil’in “Küçük Şeyler” şarkısı da bir zamanlar eşimle müdavimi olduğumuz Üstün Dökmen’in “Küçük Şeyler” programı da küçük şeylerin o kadar da küçük olmadığı gibi aslında onları önemli kılanın hassaslıkları olduğunu anlatıyordu. Yoksa mesela ebat ve/ya hacim meselesi değildi. Dahası, nasıl ki mekanik bir saatte en küçük çark zembereğin çalışması için hayati hale geliyorsa aslında tüm isimsiz küçük parçalar tüm sistemin işleyebilmesi için gerekliydi. Çünkü günün sonunda “bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir süvariyi, bir süvari bir orduyu, bir ordu da memleketi kurtarır.” (Sözün Cengiz Han’a mı Alparslan’a mı fikri mülkiyeti tartışmasını erbabına bırakıyorum.)
Nasıl ki atom maddenin hücre de canlı organizmanın en küçük yapı taşı olarak parçası olduğu maddenin veya canlı organizmanın tüm özelliklerini taşıyorsa, aile de toplumun temel yapı taşı olarak benzer bir işlevi yerine getiriyor. Bir toplumu ve/ya topluluğu analiz etmek üzere en küçük yapı taşı örneklerinden anlamlı bir bütüne ulaşmaya çalışıyoruz. Örneğin, büyük aileden çekirdek aileye hatta tekil ebeveynli ailelerin giderek başatlık kazandığı toplumların bir yandan da Kavimler Göçünü aratmayacak değişim ve dönüşümleri içinde barındıran göç tsunamileriyle baş etmeye çalıştıklarını gözlemliyoruz. Diğer yandan toplumların, nüfuslarındaki azalmayla mücadelesi, toplumların çözülmesi üzerine kafa yoran herkes için iyi kötü birer merak konusu. Kaldı ki bireyin modernleşmeye paralel önem kazanması aileyi ve toplumu da başka bir şekilde çözen etkileri beraberinde getiriyor.
Bu durumu uluslararası toplumu temel analiz birimi olarak alan İngiliz Okulu bağlamında incelediğimizde, ekolün belki de en bilinen temsilcisi Hedley Bull’un uluslararası sistem düzeyinde erk yoksunluğunun, düzenin tamamen yokluğu anlamına gelmediğine ilişkin teziyle karşılaşıyoruz. Bundan hareketle bildiğimiz anlamda ailenin toptan ortadan kalkması durumunda bile toplumun var olabileceği iddiasında bulunmak pek de abartılı olmasa gerek. Zira toplumsal ilişkiler sadece bireylerin aile ölçeğinde ilişkide olduğu ve ailelerin de sadece birbirleriyle temas halinde olmasıyla sürdürülmüyor. Böylece nasıl ki uluslararası toplum üst bir siyasal sisteme sahip olmadan anarşik bir şekilde var olabiliyorsa aile olmadan da bir toplum var olabilir.
Küresel Siyaset Küçük Ama Hassas Şeyler Etrafında Şekilleniyor
İşte böylesine çelişkiler yumağının mümkün olduğu bir dünyada bıçak sırtında yaşıyoruz. En küçük habere bile bigâne kalmak mümkün değil çünkü sarraf terazisi kadar hassas dengelerin ne kadar da kırılgan olduğunu ve küresel siyasetin tam da böylesine küçük ama hassas şeyler etrafında şekillendiğini her gün hakk-el-yakin müşahede ediyoruz. Bundan dolayı, kendi alemimize çekilmemize ve olabildiğince basit bir yaşam sürmemize izin vermeyen, giderek bütünleştiğinden astronomik şekilde çetrefilleşen bir dünyada yaşamaya mahkûmuz. Böylesine çileden çıkaran bir atmosferde Umberto Eco’nun müthiş vecizesi geliyor aklıma: Ne yani böylesi korkunç bir dünyanın bir de cehennemi mi var?”
Her iki dünya savaşını da göreceli küçük ama hassas şeylerin başlattığını biliyoruz. Bundan dolayı hep bir teyakkuz halinde olmak bir yana küresel barışı korumak oldukça meşakkatli ve masraflı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra bir daha böylesi bir savaş yaşanmasın diye kurulan Milletler Cemiyeti (MC) başarısızlığa uğrayıp II. Dünya Savaşı ortaya çıkınca savaşın galipleri önceki tecrübelerinden hareketle Birleşmiş Milletler’i (BM) daha güçlü ve çok boyutlu bir organizasyon olarak inşa ettiler. İşin gerçeği, Sovyetler Birliğinin dağılması ve 11 Eylül Saldırı sonrasında yeniden şekillenen dünyamıza rağmen kabaca II. Dünya Savaşı sonrası bir dünyada yaşıyoruz.
İşin özü, Soğuk Savaş bitmedi ama üslup ve arka fon değiştirdi. Benzer şekilde Uluslararası İlişkiler disiplininin öncüsü İdealizm de bir teori olarak II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla irtifa kaybıyla yerini Realizme bıraktı. Teori alanındaki Konstrüktivizm, Yapısalcılık, Post-Yapısalcılık, Feminizm, ve Yeşil Teori çerçevesindeki bir çok çalışmaya rağmen Realizm, uluslararası sistemi anlamak için ana ekseni belirlemeye devam ediyor. Nasıl etmesin ki? Barış halen biteviye geliştirilen silahların gölgesinde duruyor ve buluttan nem kapan küçük ama hassas dengelerin ulusal, bölgesel hatta küresel bir sıcak çatışmaya evirilmesinin an meselesi olması tam da bunu ifade ediyor. Elbette klasik Realizm, Neorealizm, Neoklasik Realizm, Savunmacı Realizm ve Saldırgan Realizm şeklinde teorik tayf da zaman içinde gelişip zenginleşti. Birleşmiş Milletler, tam da bu çerçevede daha da önem kazanıyor. Onlarca alt kurum ve kuruluşu ve binlerce çalışanıyla bu ağır aksak küresel barışı korumak için var. Bu konuda ne kadar başarılı olduğu elbette ayrı bir tartışma konusu zira yaklaşık 80 yıldır yeni bir dünya savaşı yaşamadıysak da bir sürü düşük profilli savaşa sahne oldu dünyamız. Bu yüzden, dünyanın kaçtan büyük olduğundan bağımsız olarak BM ve tacındaki elmas hükmündeki Güvenlik Konseyi’nin önümüzdeki dönemde daha da ön plana çıkacağını tahmin etmek hiç de zor değil.
Marksist tarih yazımının literatüre en büyük katkısı, daha önce tarih biliminin hiç de ilgilenmediği sıradan insanların hayatlarının tarihini yazarak bu akademik disiplinin sınırlarını genişletmek olmuştur. Böylece tarih yazımı modernleşmeye paralel diğer bilim dalları gibi hem dikey hem de yatay genişledi. Sadece imparatorların, kralların ve biraz da saray ahalisinin tarihinden toplum tarihine evirilerek genişletilmesi gibi tarih disiplini bütün tematik alanlarda yapılan çalışmalarıyla bir nevi üst bir bilim hüviyeti kazandı. Bunu bilim ve felsefe tarihinden iktisat veya şehir tarihlerine kadar görmek mümkün. Tarih okumanın en büyük faydası, daha önce insanlığın gözünden kaçırdıklarıyla kendisini teslim ettiği kötü sonlardan uzak kalmaya çalışmak şeklinde tecrübelerden ders almak şeklinde özetlenebilir. Elbette tekil hatta tikel vakaları tecrübeden bağımsız olarak, yaşama mecburiyetini bu anlamda hesaba katmıyorum. Sadece sonuç olarak daha önce kaçırdığımız küçük ama hassas şeylerin bireysel ve toplumsal yaşamlarımızı alt üst etmesine bu kadar ramak kaldığına şahit olduğumuzu, alarm seviyemizi yükseltmek ve küresel barışa daha fazla şans tanımamız gerektiğini salık veriyorum.
Nihayetinde küresel savaş minicik bir ihtimal bile olsa sinek ufak mide bulandırır.