Kültürler Çatışması
Şu sıralar siyaseti neredeyse tamamen kültür savaşları yönlendiriyor: Grup kimlikleri, korku ve temel terim ve düşüncelerin karmakarışık oluşundan beslenen, kazananı olmayan çatışmalar… Bugünün en ivedi sorunlarından herhangi birini çözmek için öncelikle kolektif entelektüel arınma yoluna girmemiz gerek.
Tarihçi Samuel Huntington’ın, Soğuk Savaş sonrası dünyanın bir “medeniyetler çatışması”yla tanımlanacağını söyleyen meşhur tezi oldukça yanlış çıktı. Medeniyetler çatışması değil, medeniyetler içinde, en nihayetinde medeniyetin kendisini imkânsız ya da en azından işlevsiz kılan bir kültür çatışması söz konusu. COVID-19’dan jeopolitiğe, artık her konu bir kültür savaşına tabi. Nezaket paravanı kalktı.
Kültürel değerlere ilişkin tartışmalar her yerde sürüyorsa da, herkes kendi yöresel ya da ulusal çatışmasının bir şekilde özgün olduğunu varsayıyor. Britanya’nın ve Fransa’nın post-emperyal kalıntıları tüm karşılaştırmalara meydan okuyormuş ya da buralardaki deneyimler Amerika’nın emperyal hezimetinden çok da farklıymış gibi. Amerika’nın kölelik ve ırksal tahakküm mirasına ilişkin tartışmalar gerçekten de nevi şahsına münhasır mı? Ulus kimliğini aşma (veya güçlendirme) mücadelesi özünde Avrupa’ya has bir fenomen mi sahiden? Aslına bakılırsa bu tartışmaları tarif eden terimler de hızla anlamlarını kaybediyor.
Amerikalı felsefeci William James 1907’de, bir fikrin geçerliliğinin “herhangi birinin gerçek yaşamında somut bir farklılık yaratması”na göre değerlendirilebileceğini önerdiğinde geniş çapta infial uyandırmıştı. James kışkırtıcı bir biçimde, “ampirik anlamda hakikatin nakdi kıymeti”nden söz ederek fikirlerin değerlerinin özlerinden kaynaklanmadığını; bir fikrin değerli sayılabilmesi için piyasada genel bir dolaşımı olması yoluyla önemli ölçüde kabul görerek değerini kanıtlaması gerektiğini öne sürüyordu. Felsefeci John Grier Hibben, 1907’deki yıkıcı finansal krizden hemen sonra, James’in bu pragmatik argümanını sert bir biçimde eleştirerek, bu düşüncenin kabulünün “düşünce dünyamızda da kesin bir biçimde, benzer bir talebin finans dünyasında yol açacağı paniğe benzer bir paniğe neden olacağı” uyarısında bulunuyordu.
Panik duygusunun norm olduğu düşünüldüğünde, yüzyıllık bu argüman bugün de o günlerdeki kadar geçerli. 2007-2008 mali krizini popülizmin yükselmesi izledi, bunun ardından da COVID-19 salgınının neden olduğu yıkım geldi. Bu gelişmelerden her biri, daha kapsamlı bir dil ve anlam krizini derinleştirdi. Mali panikler fiyatları, dil krizleri ise değerleri alt üst etti.
İnsanlar ne ifade ettiğini anlamadıkları terimler kullandıklarında kelimenin tam anlamıyla neden bahsettiklerinin de farkında olmuyorlar. Bu maalesef sık rastlanan bir pratik haline geldi. Bugün kullandığımız sözcüklerin pek çoğu geçmişte yaşanan büyük değişimlerin ürünleri. Kapitalizm ve sosyalizm, 19’uncu yüzyılın başlarında Sanayi Devrimi’ni kabullenme zorunluluğu neticesinde benimsendi. Küreselleşme, jeopolitik ve çok taraflılık (multilateralizm) 20’nci yüzyılın başlarında emperyal büyük güç siyaseti ve Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin açıklamalarla ilgi gördü. Bu terimlerin hepsi, tıpkı virüsler gibi, ilk ortaya çıktıklarından bu yana mutasyona uğruyor.
Örneğin, kapitalizm ve sosyalizm başlangıçta dünyanın nasıl organize edildiğini (veya nasıl organize edilmesi gerektiğini) anlamaya dair durmadan değişerek gelişen yolları tanımlıyordu. Oysa şimdi sadece korkutucu sözcükler haline geldiler. Kültür savaşının bir tarafı, diğer tarafın sosyalizmden mi yoksa kapitalizmden mi (ya da “hiper-kapitalizm” ya da “woke (duyarlı)-kapitalizm” gibi yinelemelerinden mi) korktuğuna göre şekilleniyor.
Kapitalizm önceleri sınırları aşan, küresel gerçekliğe sahip bir fenomen olarak kabul ediliyordu. Sosyalizm de enternasyoneldi, fakat tasavvuru, ulus devlet sisteminin olağan (ve kimilerine göre kaçınılmaz) siyasal bir yapı olduğu inancında cisimleşen karakterine bağlıydı. Nitekim, ulusal siyaset ve enternasyonel kapitalizm ve sosyalizm fenomenleri birbirleriyle sürekli bir gerilim içinde hayatlarını sürdürdüler.
Kapitalizm sadece karşılıklı alıp vermeyi kolaylaştırmakla kalmayıp, daha fazla yaşam alanını da metalaştıran, bu yolla da geleneksel norm ve kurumları bozan bir sistemin tanımı olarak başladı. Değiş tokuş edilen şeyler çeşitlendikçe, bir fikir olarak kapitalizm de giderek yayılarak bireyin davranışının her yanına sindi. Nihayetinde piyasa ilkeleri flörtlere, eş seçimine, spor yönetimine, kültürel ürünlere ve bunun gibi alanlara uygulanır oldu. Sanki her şeyin finansal bir karşılığı varmış gibiydi.
Günümüzdeki anlamsızlığına ek olarak, kapitalizm paradokslarla dolu. Bu sistem merkezi olmayan karar vermeye dayanır, ancak sermaye daha merkezileştikçe ve bir elde toplanır hale geldikçe de kararlar giderek salt birkaç merkezden çıkar olur. Bu da, Facebook ve Google’la, davranışlarımızı ve ekonomik eylemlerimizi şekillendirmede eski sosyalist devlet otoritelerinin yerini alma planlamasının önünü açıyor. Bu düzenlemelerden hiçbiri de aslında bireysel seçimlerin veya temsili kurumların kontrolünde değil.
COVID-19 pandemisinden önce tüm siyasi tartışmaların koşullarını dört karşıtlık belirliyordu: Küreselleşme-ulus devlet karşıtlığı; kapitalizm-sosyalizm karşıtlığı; teknokrasi-popülizm karşıtlığı ve çok taraflılık-jeopolitik karşıtlığı. Bu tartışmalar artık miadını doldurdu. Bu durumların her birinde farklı seçeneklere ihtiyaç olduğu aşikâr.
“Post-” ön ekini (Türkçe de bazen sonrası sözcüğünü, ç.n) kullanmak bu ihtiyaca bir nebze cevap olabilir. Küreselleşme sonrası (post-globalization) terimi küreselsizleştirmeden (deglobalization) daha yerindedir ve post-kapitalizm sermayenin aşırı derecede merkezileşmesine dair çözümün ana hatlarını belirlemek için iyi bir yol olabilir. Post-sosyalizm, geleneksel sosyalizme özgü ulus devlet sınırlamasını aşan bir yol sunabilir. Post-popülist, sanki bazı halklar gerçek değilmiş gibi, yıkıcı ve sürreel “gerçek halk” nosyonuna yaslanmadan halkı güçlendirebilir. Her koşulda, “post-” bir toplum için yeni bir kavram seti gereklidir.
Günümüzün anlama dair belirsizlikleri verimli tartışmaların önünde bir engel haline geldi, temel mantığa engel olmasından söz etmiyorum bile. Entelektüel alanda derleyip toplanmaya ihtiyacımız var. Minimalist yaşam tarzı gurusu Marie Kondo, artık “neşe” vermeyen her şeyden kurtulmayı tavsiye ediyor. Kondo’nun yaklaşımı aileleri önceki nesillerden kalan döküntüleri elemeye ve atmaya teşvik ediyor.
KonMari yöntemiyle entelektüel arınma yoluna girmek kötü bir fikir değil. Tavan arası temizliğinin yerini, artık kullanılmayan kavramları tespit etmeye yönelik bir tartışma alabilir. Amacımız yeni fikirlere yer açmak olur; yani bir gerçeklik makyajı. Kültür savaşları eski, boş, her derde deva fikirlerle besleniyor. Beyhude kavgaları bırakmak için yaratıcılığı harekete geçirmeyen ne varsa atmamız gerek.
Bu yazı Project Syndicate sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.