Küresel Düzenin ABD Sorunu ve Sorumsuzluğu

Pervasız, saygısız, hakkaniyeti ihlal eden, gerçeği gizleyen, uluslararası hukuku çiğneyen ve insan haklarını yok sayan tutumların sürdürülmesinin yeni ve büyük değişimler üretmesi kaçınılmazdır. ABD, uzun süre küresel düzen sorunu ve sorumluluğundan bahsetti. Ancak gelinen noktada küresel düzenin bir ABD sorunu ve sorumsuzluğu var.

Yeni yılın ilk sabahı, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın; “Derin sınavlarla dolu bir yıldı, dünya liderlik için ABD’ye baktı ve biz de bunu yaptık. Aynı zamanda dostlarımızın ve ortaklarımızın liderlik sorumluluğunu bizimle paylaşmak için eşi benzeri görülmemiş adımlar attığı bir yıl oldu” mesajını okuyunca insan utanma ile irkilme arasında bir ruh haline giriyor. 

 

Dünyada olan bitenin ABD tarafından nasıl algılandığını ve ABD’yi yöneten aklın ne denli sorunlu olduğunu görüp irkildim. Dünyada olan bitenleri düşündüğümde ise utandım. ABD liderliği denilen şey, on binlerce sivilin katledilmesini seyretmek, İsrail’in yürüttüğü katliamlara askeri-siyasi destek vermek mi, İsrail katliamlarını ve ABD suç ortaklığını gizlemek için BM’nin işlevsiz hale getirilmesi mi, Avrupalı liderleri tek sıraya dizip İsrail’e ‘göndermek’ mi, Afrika’da yaşanan açlık ve göç mü, Afganistan’da işlenen suçların hesabını vermemek mi, Suriye ve Irak’ta ortaya çıkan faturayı ödemeden çekilmek mi? Yüzlerce soru yazmak mümkün. Sorulara cevap verilmeyeceğini biliyoruz, yine de sormak lazım. Peki, hangi ülkeler ABD’yi böyle bir liderlik konumuna uygun gördü, bu ne zaman oldu, dünyanın bundan haberi var mı?

 

Kaba Güç Liderlik Değildir

 

Gazze’de yaşanan olaylara ilişkin “7 Ekim Gazze: Bundan Sonra Ne Olabilir?” başlıklı analizde, izlediği politikalar nedeniyle ABD’nin çıkmaz sokağa girdiğini yazmıştık. Çıkmaz sokağa girmek, öngörülmesi mümkün olmayan sonuçlarla karşılaşmaktır. Şu an ABD’nin küresel sistemde içinde olduğu durum, tam olarak bu. Yani; İsrail’in Gazze’yi işgal etme ve sivil katliamlarına sınırsız destek veren, hatta kendini bu kanlı ve kirli politikalara siper eden ABD’nin durumu sorunlu. Elbette; ABD’nin Gazze’de yaşanan sivil katliamlara verdiği desteğin, insani yardımların ulaştırılmasına izin vermeyen tutumunun ve İsrail’i korumak için BM’de izlediği politikaların yansımasının olmayacağını düşünmek mümkün değil. Ama asgari ahlaki değerler unutulursa, hatta yok sayılırsa ve yönetici elit sivil katliamları meşrulaştırmak için dini kılıf üretme çabası içine girerse, var olan çatışmanın farklı alanlara yayılması kaçınılmaz.

 

Uluslararası sistemin en temel unsurlarını, sistemin üzerine yaslandığı değerler, bu sistemi taşıyan kurumlar ve her ikisini ayakta tutan güç unsuru oluşturuyor. Bugün bütün bu unsurların tek tek çöktüğünü görüyoruz. Gazze’deki soykırım karşısında daha muğlak olan uluslararası normlar ve değerlerin de daha somut olan uluslararası hukukun da nasıl ters yüz edildiğini gördük. ABD’nin Ukrayna için dile getirip Gazze’de çiğnemediği tek bir değer veya değer merkezli cümlesi yok. “Acıkınca kendi putlarını yemeye başlayan bir aktör” ve sistem görüyoruz. 1945 sonrası uluslararası düzenin en temel kurumsal yapısı olan BM her geçen gün anlamsızlaşıyor, işlevsizleşiyor. BM Genel Kurulu insanlığın ortak vicdanını yansıtıyor. Güvenlik Konseyi ise hegemonyayı. Filistin meselesine dair her oylama ABD merkezli hegemonyanın insanlığın ortak vicdanından ne kadar koptuğunu gösteren tarihsel vesikalara dönüşüyor. Aynı zamanda ABD’nin büyük insanlık ailesi karşısındaki yalnızlığının ve yalnızlaşmasının da göstergesi. ABD, İsrail ve Mikronezya ittifakı. Son olarak, Soğuk Savaş sonrası uluslararası düzenin merkezindeki ABD gücü de artık rakipsiz değil. Ona karşı gelişen küresel bir itiraz var. Kısacası, Gazze mevcut uluslararası düzenin çöküşünü resmediyor. Bu çöküşü mümkün hatta kaçınılmaz kılan ise bizatihi ABD’nin kendisidir.

 

Siyasal pozisyonların, yaşanan tüm sivil katliamlara, işgallere ve yıkımlara rağmen hiçbir şey olmamış gibi devam edeceği düşünülemez. Sorunun derinleştiği alan, kanlı politikaları meşrulaştırmak için üretilen dini argümanlardır, yani teopolitik alan. Çünkü bu hem çatışma riskini artırır hem sizi bataklığa sürükler hem de küresel düzenin son ‘meşruiyet’ kırıntılarını yok eder. Çünkü teopolitik düşünce tarzı üzerinden insanlığın tümüne dair ortak bir vizyon üretilemez. BM üzerine kurmuş oldukları tasallut, küresel adalet sorununu, temsiliyet ve meşruiyet krizini olabildiğince netleştirir. Dolayısıyla, bilinçli olarak tercih edilen siyasal pozisyonun ürettiği tüm sonuçlardan sorumludur. Sivil katliamlar devam ettikçe, yanınızda durduğunu sandığınız ülkeler ve liderleri de sizden uzaklaşır. Bu tür uzaklaşmalar suç ortaklığını ortadan kaldırmaz ama sizi yalnızlığa mahkûm eder. Çünkü turnusol kâğıdına yansıyan tutumların sonuçları kayda giriyor ve silinmiyor. İşlenen suça taraf olan tüm ülkelerin karşılaşacağı sonuç, küresel düzensizlik ve demokrasi krizidir. Siyasi eksen yoksunluğunun ve katliamcı politikaların üreteceği riskleri gören Türkiye, ilk günden itibaren olan biteni, “ya büyük bir savaş ya da büyük bir barış” şeklinde izah etmişti.

 

Olabilecekler Öngörülmedi mi?

 

ABD’nin ve onunla birlikte hareket eden ülkelerin, izledikleri politikaların ve İsrail’e verdikleri desteğin ortaya çıkaracağı sonuçları öngörmediklerini sanmıyorum. Gayet açık ve net biçimde tüm olasılıkları öngördükleri açık. Bu durumda konuşulması gereken; “Peki, neden böyle davrandılar” sorusunun cevabıdır. Bu soru üzerinden geniş bir spekülasyon yapmak mümkün. Ancak iki temel faktör üzerinde durmakta yarar var. İlki; başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerin, küresel işgal süreçlerini meşru göstermek için ürettikleri “medeniyetler çatışması” tezine esir olmaları, bu tezin gerçeklikle bağını sorulamadan, küresel sistemde olan biten her şeyi dini argümanlar üzerinden değerlendirmeleridir. Aslında ‘medeniyetçi’ argümanlar, yeni tür Batı milliyetçiliğini temsil ediyor. İçe kapanmacı, dar idrak ve dar vizyonun mahsulü olan yeni bir milliyetçilik. Dosttan çok düşmana ihtiyaç duyan, işbirliğinden çok çatışmaya bağımlı olan bir milliyetçilik türü. Sonuçları itibarıyla Batı’yı da dünyayı da zehirleyen bir trend. İkincisi; analizi yapmayı, diplomatik ilişki kurmayı, diplomatik çözüm üretmeyi görmezden gelen bu anlayışın sonucunda esir oldukları şey, ilkesizlik, değer yoksunluğu ve siyasal eksen yoksunluğudur.

 

Batılı ülkelerin karar alma süreçlerini kuşatmış olan bu iki temel faktör varlığını sürdürdükçe, ilgili ülkelerin sağlıklı bir ilişki geliştirmeleri ve dünyadaki gelişmeleri düzgün okumaları mümkün görünmüyor. Bu nedenle, var olan krizin daha da derinleşeceğini söylemek yanlış olmaz. 

 

Diğer bir sorun ise bu ülkelerin kendilerini ‘seküler’, ‘insan haklarına saygılı’ ve ‘demokrasinin merkezi’ olarak göstermeleridir. Büyük bir çelişki içindeler. Hem uluslararası kararlarını dini değerlere dayandıracaksın hem de ‘seküler’ olduğunu iddia edeceksin. Hem sivil katliamlara destek olacaksın hem de insan haklarına saygıdan bahsedeceksin. Hem hukuktan bahsedeceksin hem de işgallere ilişkin hukuki süreçleri veto edeceksin. Hem çoğulculuktan bahsedeceksin hem de BM karar alma süreçlerinin tümünü tek başına bloke edeceksin. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu, çift kimlikli ve ikiyüzlü olmaktır. İkiyüzlülüğün sonucu ise güvensizlik ve öngörülemez olmaktır. Muhataplarınız nezdinde güvenilmez ve ne yapacağı öngörülemeyen birisi gibi davranırsanız, küresel krizlere ve kargaşalara davetiye çıkarmış olursunuz. Şu an ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin, dünya halklarının vicdanında yaşadığı meşruiyet krizinin sebebi, bahsettiğimiz ikiyüzlü tutumdur. 

 

Yalnızlaşmanın Son Örneği

 

Filistin’de yaşanan 7 Ekim süreci, ABD ve birçok Avrupa ülkesinin askeri, diplomatik ve siyasal desteğiyle, kanlı bir şekilde devam ediyor. İsrail’in sivil katliamlarına, Gazze’yi işgal, Ortadoğu coğrafyasında yayılma politikalarına sınırsız destek veren ABD, üçlü bir yalnızlaşma süreci içinde. Bunları; fazla bir anlam taşımasa dahi BM’nin karar alma süreçlerinde içine girdiği yalnızlaşma, İsrail’in yürüttüğü işgal ve katliamlar konusunda Avrupalı ülkelerin sergilediği utangaç geri çekilmenin oluşturduğu yalnızlık ve Kızıldeniz meselesinde gündeme getirdiği ‘çözüm önerisi’ konusunda ortaya çıkan yalnızlık şeklinde somutlaştırmak mümkün.

 

ABD’nin önem verdiği ve çerçevesini kendisinin çizdiği, Kızıldeniz’de deniz ticareti konusundaki inisiyatifin karşılaştığı sonuç incelenmeye değer. Yemen’deki Husilerin Kızıldeniz üzerinden yük taşıyan gemilere ilişkin tutumu nedeniyle, deniz ticaretinin yüzde 50’sinden fazlasını yapan şirketler rotalarını değiştirmek zorunda kaldı. Rota değişimi maliyet artışı ve zaman kaybı anlamına geliyor. ABD’nin, Gazze işgaliyle ortaya çıkan küresel hizalanmadan yararlanarak, deniz ticareti için inşa etmiş olduğu hâkimiyetini tahkim etmek istediği anlaşılıyordu. Hatta, ABD Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı’nın, 18 Aralık’ta yapmış oldukları İsrail ve Körfez ülkeleri ziyaretinde, 20 ülkenin işbirliğiyle oluşturulan Refah Muhafızı Operasyonu’nun başladığı ilan edilmişti. Operasyonun ilan edilmesinin üzerinden bir hafta geçmeden bahsettikleri işbirliği çöktü.

 

Ülkelerin Tutumları

 

ABD tarafından kurulduğu iddia edilen koalisyon veya uluslararası güç yok. İspanya, Fransa ve İtalya koalisyona katılacaklarını bütün baskılara rağmen ilan etmediler. Hatta Fransa ile yapılan görüşmelerin sorunlu geçtiği ve Fransa’nın “bu tür bir koalisyonun kurulmasının bölgede sıcak bir savaşa zemin hazırlayacağını” ifade ettiği konuşuluyor. 20 ülkeden bahsediliyor ama Fransa, katılması durumunda savaş gemilerinin ABD kumandası altına verilmeyeceğini ve sadece Fransa kargo gemilerine eşlik edeceğini açıkladı. İtalya kendi savaş gemilerinin Kızıldeniz’de sadece İtalyan gemi sahiplerinin çağrılarına cevap vereceğini ifade etti. İspanya ise bölgeye savaş gemisi göndermeyeceğini, ancak NATO şemsiyesi altında veya AB koordinasyonunda bir güç oluşursa katılacağını açıkladı. Kanada, Avustralya, Danimarka, Hollanda ve Norveç koalisyona destek verdiklerini söylemelerine rağmen bölgeye savaş gemisi göndermeyeceklerini ifade ediyorlar. Danimarka bir, Norveç iki, Hollanda ise sekiz deniz personelini göndererek destek vereceğini ifade etti. Hatta bu ülkeler personelin Kızıldeniz’e değil, Bahreyn’deki koordinasyon merkezine gönderileceğini belirtiyorlar. 

 

ABD’nin bahsettiği 20 ülkeden sekizi ise isimlerinin dahi kamuoyuna açıklanmasını istemediklerini ABD’ye bildirdiler. Şu ana kadar koalisyona katılacağını ve savaş gemisi göndereceğini söyleyen sadece İngiltere ve Yunanistan. Ülkelerin çoğu “politik hassasiyetler” nedeniyle bu sürece katılmıyor veya düşük düzeyde destek veriyor. Bununla birlikte, İsrail’i korumak üzere kurulmuş bir gücün parçası olarak görünmek istemiyorlar. Ortaya çıkan durum itibarıyla, dünyanın en büyük beş firması (Maersk, CMA Group, Hapag Lyod, Evergreen), Kızıldeniz üzerinden taşıma yapmayacaklarını açıkladılar. İngiliz petrol şirketi BP de benzer bir uygulamaya geçeceğini açıkladı. Bu hem navlun fiyatlarında muazzam bir artış demek hem de mal teslim süresinin ortalama 10 gün uzaması anlamına geliyor. 

 

Sorun Derinleşiyor

 

Kızıldeniz’de yaşanan gelişmeler askeri, ticari, diplomatik, tedarik zinciri, gıda ve enerji güvenliği gibi pek çok alanda etkisini gösterecek. Bunların yanı sıra asıl etki, kendini İsrail’in işlediği tüm suçların ortağı konumuna getiren ABD’nin içine düştüğü yalnızlık olacak. ABD; uluslararası ilişkilerde hoyrat, pervasız ve saygısız tavrını sürdürdükçe, küresel ilişkilere askeri garnizon mantığıyla yaklaşmaya devam ettikçe, İsrail’in yürüttüğü işgal politikalarının ve katliamların arkasında durdukça, siyasal çekişmeleri/çatışmaları ürettiği dini argümanlar üzerinden değerlendirip çözümü güç gösterisinde aradıkça ve BM’yi ve ilgili kurumsal mekanizmaları kendi tercihlerine araç yaptıkça hem yalnızlaşacak hem de küresel vicdanda mahkûm olacak.

 

Ortadoğu coğrafyasında yaşanan olaylar, bu olaylara karşı takınılan tutum, kendini İsrail’e siper etme, işlenen suçlara destek olma, sivil katliamlara karşı İsrail’in yanında durma, BM’yi işlevsiz hale getirme, ABD’nin yanında durmanın maliyet üretmesi gibi nedenlerle, birçok ülke açısından ABD, birlikte hareket edilmez, iş yapılmaz, güvenilmez ve küresel güvenliği riske sokan aktör konumuna düşmüştür. Unutulmasın ki bu tür pervasız, saygısız, hakkaniyeti ihlal eden, gerçeği gizleyen, uluslararası hukuku çiğneyen ve insan haklarını yok sayan tutumların sürdürülmesinin yeni ve büyük değişimler üretmesi kaçınılmazdır. ABD, uzun süre küresel düzen sorunu ve sorumluluğundan bahsetti. Ancak gelinen noktada küresel düzenin bir ABD sorunu ve sorumsuzluğu var.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.